Furkan Süresi Meal Ve Tefsiri
تَبَارَكَ الَّذ۪ي جَعَلَ فِي السَّمَٓاءِ بُرُوجًا وَجَعَلَ ف۪يهَا سِرَاجًا وَقَمَرًا مُن۪يرًا ﴿٦١﴾
61. Gökte burçları var eden, onların içine ışık kaynağı bir güneş ile aydınlatıcı bir ay yerleştiren Allah yüceler yücesidir, bütün nimet, feyiz ve bereketin kaynağıdır.
وَهُوَ الَّذ۪ي جَعَلَ الَّيْلَ وَالنَّهَارَ خِلْفَةً لِمَنْ اَرَادَ اَنْ يَذَّكَّرَ اَوْ اَرَادَ شُكُورًا ﴿٦٢﴾
62. Düşünüp öğüt almak, bir de Rabbine şükretmek isteyenler için geceyle gündüzü peş peşe getiren de O’dur.
Tefsir
Gökyüzüne serpiştirilen “burçlar”; astronomi dilinde “yıldız kümeleri” veya “galaksiler”, onlar arasında bir ışık kaynağı halinde durmadan yanıp duran güneş ve güneşten aldığı ışığı yansıtarak geceleyin dünyayı aydınlatan ay Allah Teâlâ’nın en büyük yücelik ve cömertlik tecellilerindendir. Geceyle gündüzün aksamadan ve kesintiye uğramadan peş peşe gelmesi de öyledir. Bunlar üzerinde düşünen insanlar Allah’ın yüceliğini anlar, kulluğunun farkında olur ve O’nun bu büyük ve sayısız nimetlerine şükredebilme gayreti içinde olurlar. Bu âyet-i kerîmelerden Cenâb-ı Hakk’ın gökleri, yerleri, içlerinde bulunan tüm varlıklarıyla ve bunlara hâkim olan ilâhî kanunlarıyla bu muazzam kâinat sistemini “düşünüp ders ve ibret alacak” ve Rabbine “şükredecek” kullar için düzenleyip hareket ettirdiği anlaşılmaktadır.
Misal vermek gerekirse; sabah vakti mü’min kulların kalkıp sabah namazını kılmaları; öğlen vakti öğlen namazını kılmaları; ikindi, akşam, yatsı ve seher vakitleri yine o vakitlerde üzerlerine terettüp eden kulluk vazifelerini yapmaları için her gün aksamadan döndürülüp durmaktadır. Uçaklar havaalanlarından saatinde uçmakta, trenler otogarlardan saatinde kalkmakta, otobüsler terminallerden saatinde ayrılmakta fakat onlara yetişip binen ve hedefe doğru giden uyanık gönüllü akıllı insanlar olduğu gibi, bunları kaçıran, hatta bunların varlığından bile gâfil olan çok insan bulunmaktadır. En mühim iş, İslâm’ın intibâha getirici mesajlarını o gâfil gönüllere ulaştırabilmek, bu mânevî sermayeden onları da hissedâr edebilmektir. Onları, seçkin özellikleri şu şekilde haber verilen “Rahmân’ın has kulları” hâline getirebilmektir:
وَعِبَادُ الرَّحْمٰنِ الَّذ۪ينَ يَمْشُونَ عَلَى الْاَرْضِ هَوْنًا وَاِذَا خَاطَبَهُمُ الْجَاهِلُونَ قَالُوا سَلَامًا ﴿٦٣﴾
63. Rahmân’ın has kulları onlardır ki, yeryüzünde tevazu ve vakar ile yürürler; kendini bilmez kimseler onlara laf attığında incitmeksizin “Selâmetle!” derler, geçerler.
وَالَّذ۪ينَ يَب۪يتُونَ لِرَبِّهِمْ سُجَّدًا وَقِيَامًا ﴿٦٤﴾
64. Gecelerini Rablerine secde ederek ve O’nun huzurunda kıyâma durarak geçirirler.
وَالَّذ۪ينَ يَقُولُونَ رَبَّنَا اصْرِفْ عَنَّا عَذَابَ جَهَنَّمَۗ اِنَّ عَذَابَهَا كَانَ غَرَامًاۗ ﴿٦٥﴾
65. Şöyle niyâz ederler: “Rabbimiz! Cehennem azabını bizden uzaklaştır. Doğrusu onun azabı bitip tükenmez, pek korkunç ve tahammülü zor bir azaptır.”
اِنَّهَا سَٓاءَتْ مُسْتَقَرًّا وَمُقَامًا ﴿٦٦﴾
66. “Gerçekten cehenem ne kötü bir karargâh ve ne fenâ bir ikâmet yeridir!”
Tefsir
Kur’ân-ı Kerîm’in mü’minleri senâ etmek için kullandığı güzel vasıflardan biri de “Rahman’ın has kulları” ifadesidir. Bu âyetlerde “Rahman’ın has kulları şunlardır” diye başlayarak, bu mânevî dereceye yükselecek kişilerin taşımaları gereken üstün ahlâkî vasıflar sayılmaktadır:
Öncelikle onların yürüyüş tarzları zikredilmektedir. Rahmân’ın kulları, öyle kimselerdir ki, onların gidişleri, yeryüzünde yürüyüşleri ve hareket tarzları mülayimdir. Zorba, mağrur, kibirli, saygısız, kaba ve haşin değil; sukünet ve vakarla, alçak gönüllü bir şekilde terbiyeli, nazik ve yumuşak yürürler. Etraflarına eza ve sıkıntı vermez, sendeler gibi gitmez, hesaplı, saygılı, merhamet tavrıyla güven ve huzur yayarak giderler. Yürürken kendilerini zorlamazlar, yapmacık hareketlerde bulunmazlar. Ne kibirlenirler ne de böbürlenirler. Ne burunları havada yürürler ne de kabararak veya şişerek yürürler. Çünkü insanın sergilediği tüm davranışları gibi yürüyüşü de onun kişiliğinin ve içindeki duygularının göstergesidir. Normal, kendine güvenen, kararlı ve ciddi bir ruh, bu özelliklerini sahibinin yürüyüşüne de yansıtır. Böylece normal, kendinden emin, ciddi ve kararlı yürür. Yoksa “yeryüzünde yumuşak adımlar atarak yürürler”, onların ölü gibi, boynu bükük, omuzları sarkık, sallanarak yürüdükleri anlamına gelmez. (Elmalılı, Hak Dini, V, 3611; Seyyid Kutub, Fî Zılâl, V, 2577)
Resûlullah (s.a.s.) yürüdüğü zaman canlı ve dik yürürdü. İnsanlar içinde en hızlı yürüyeni, en güzel ve en rahat yürüyeniydi. Ebu Hureyre şöyle der: “Peygamberimiz (s.a.s.)’den daha güzel birini görmedim. Sanki yüzünde güneş parlıyordu. Ondan daha hızlı yürüyeni de görmedim. Yürürken önünde yer dürülür gibiydi. Biz onunla yürürken çok zorlanırdık ama o, hiç aldırmazdı.” Ali b. Ebu Talip (r.a.) şöyle der: “Resûlullah yürürken yukarıdan iniyormuş gibi yürürdü.” Bir keresinde de şöyle demişti: “Yokuş yukarı çıkarken bile aşağı iniyormuş gibi yürürdü.” (bk. İbn Sa‘d, et-Tabakât, I, 379-380) Bu ise kararlı, gayretli ve cesur insanların yürüyüşüdür.
وَالَّذ۪ينَ اِذَٓا اَنْفَقُوا لَمْ يُسْرِفُوا وَلَمْ يَقْتُرُوا وَكَانَ بَيْنَ ذٰلِكَ قَوَامًا ﴿٦٧﴾
67. Onlar, harcadıklarında ne isrâf eder ne de eli sıkı davranırlar; bu ikisi arasında orta bir yol tutarlar.
Tefsir
Onların önemli bir karakter yapıları yaptıkları harcamalarda kendini göstermektedir. Onların, harcadıklarında İsrâf etmediklerini, cimrilik de yapmadıklarını ve orta bir yol tuttuklarını görüyoruz. “İsrâf” kelime olarak herhangi bir şeyde haddini aşmaktır. İnfakta İsrâf ise, yapılan harcamalarda Allah’ın kulları için mübah kıldığı sınırı aşmaktır. “İktar”, Allah’ın emrettiği sınırın altında bir harcama yapmak, “kıvâm” ise bu iki aşırı uç ortasında mutedil bir yol tutmaktır. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XIX, 48) Harcama ya bir zarûret ya bir ihtiyaç veya bir güzellik için yapılır. Zaruri olan harcama yapılmayınca yaşamak mümkün olmaz. Mesela ölmeyecek kadar yemek bir zarûrettir. İhtiyaç duyulan masraf yapılmazsa güçlük çekilir. Doyacak kadar yemek ihtiyaçtır. Güzelleştirme için yapılması gereken harcama yapılmadığı takdirde ise güzellik olmaz. Güzel ve lezîz yemekler hazırlamak gibi. Her bir ferdin ve toplumun, sahip bulunduğu imkân ve kazanca göre bu derecelerden koruması gereken bir sınırı vardır. Şu halde ne zaruret, ne ihtiyaç ve ne de güzellik için olmayan, faydasız, zararlı, meşrû olmayan yönlere yapılan harcama herkes için bir İsrâf olduğu gibi, insanların ihtiyacı karşısında fazla yiyip içmek de güzel karşılanmaz, hatta isrâf sınırına girmiş olur. İyilik ve yarar sağlayan şeylere harcamak ise boşa harcamak değil, üretmek olacağından isrâf sayılmaz. İşte Rahmân’ın kulları faydasız ve hayırsız yere sarf etmezler, hakkını da kısmazlar, ikisi arası bir yolda yürürler. (Elmalılı, Hak Dini, V, 3613)
Bu ölçü, İslâmın fert ve toplum hayatında gerçekleştirmek istediği eğitimin vazgeçilmez bir özelliğidir. Çünkü İslâm bütün öğretilerini denge ve ölçü esaslarına dayandırır. müslüman, belli ölçülerde hak sahibi olmakla birlikte, ilâhî şeriatı hayatına egemen kılmayan diğer toplumlarda olduğu gibi kendi malını dilediği gibi harcama özgürlüğüne sahip değildir. müslüman savurganlıkla eli sıkılık arasında bir orta yol benimsemekle yükümlüdür. Âyet-i kerîmede şöyle buyurulur:
“Harcamalarında ve başkalarına yardımda eli sıkı olma, ancak varını yoğunu da saçıp savurma! Sonra herkes tarafından kınanır, kaybettiklerine hasret çeker durursun.” (İsrâ 17/29)
Zira savurganlık kişiyi, toplumu ve malı bozar. Eli sıkılık ise hem sahibinin hem de çevresindeki toplumun bu maldan yararlanmasına engel olur, malı hapseder. Halbuki mal içtimâî hizmetler için kullanılması gereken bir araçtır. Gerek savurganlık gerekse eli sıkılık hem sosyal hayatta hem de ekonomik alanda büyük sarsıntılara, karışıklıklara sebep olur. Malı hapsetmek krizlere yol açtığı gibi, sınırsız ve hesapsız bir şekilde serbest bırakmak da içinden çıkılmaz sıkıntılara yol açar. Bunun yanı sıra kalplerin ve ahlâkın da bozulma riski artar.
وَالَّذ۪ينَ لَا يَدْعُونَ مَعَ اللّٰهِ اِلٰهًا اٰخَرَ وَلَا يَقْتُلُونَ النَّفْسَ الَّت۪ي حَرَّمَ اللّٰهُ اِلَّا بِالْحَقِّ وَلَا يَزْنُونَۚ وَمَنْ يَفْعَلْ ذٰلِكَ يَلْقَ اَثَامًاۙ ﴿٦٨﴾
68. Onlar, Allah ile beraber başka bir ilâha yalvarmazlar, Allah’ın haram kıldığı cana haksız yere kıymazlar ve zinâ etmezler. Kim bunları yaparsa, ağır bir cezaya çarptırılır.
يُضَاعَفْ لَهُ الْعَذَابُ يَوْمَ الْقِيٰمَةِ وَيَخْلُدْ ف۪يه۪ مُهَانًاۗ ﴿٦٩﴾
69. Kıyâmet günü ona verilecek azap kat kat katlanacak ve onun içinde hor ve hakir olarak ebediyen kalacaktır.
Tefsir
Öncelikle o kulların sâlih ameller işleme hassasiyetleri beyân edildi. Şimdi de Allah’ın haramlarından kaçınma hassasiyetleri izah ediliyor. Buna göre onlar, Allah ile beraber başka bir ilâha yalvarıp kulluk yapmazlar. Zira şirki bırakıp Allah’ın bir ve ortaksız olduğunu kabul etmek İslâm inanç sisteminin temelini oluşturur. Onlar haksız yere adam öldürmezler. Zina da etmezler. Şirk, haksız yere cana kıyma ve zina. Bu üç büyük günah din, medeniyet ve insanlık namına işlenip duran cinayetlerden olduğu için, burada özellikle bunlardan sakınmak zikredilmiştir. Bu üç önemli özellik, insana yakışır bir hayatla ucuz, çirkin ve hayvanlık düzeyindeki aşağılık bir hayat arasındaki yolların ayrılış noktasını belirlediklerinden, Yüce Allah bunları Allah katında yaratıkların en üstünü ve en onurluları olan Rahmanın has kullarının özellikleri arasında saymakta ve bunların üzerine son derece sert bir tehdit içeren bir değerlendirme yapmaktadır. Kıyâmet günü bunların cezalarını kat kat çekeceklerini ve o azap içinde ebediyen hor ve hakir kalacaklarını haber vermektedir.
Bu büyük günahları işleyenlere verilecek azabın “kat kat olması”yla ilgili şu izahlar yapılabilir:
› Onun cezası hiç bitmeyecek ve tekrarlana tekrarlana devam edecektir.
› Küfür, şirk ve Allah’ı tanımama günahlarına ek olarak cana kıyma, zina ve diğer günahları da işlemiş olanlar, isyanları ve her bir günahları karşılığında tekrar tekrar cezalandırılacaklardır. Büyük-küçük tüm günahları için sorguya çekilecekler ve bunlardan hiç biri bağışlanmayacaktır. Sözgelimi her bir cana kıyma ve her bir zina eylemi için ayrı bir ceza söz konusu olacaktır.
› Onların azaplarına ilâhî muhabbet ve rızâdan ayrı kalma pişmanlığı, hicran ateşi, ebedi nimetlerden devamlı mahrum kalma ıstırabı eklenerek azapları katmerleşecektir.
اِلَّا مَنْ تَابَ وَاٰمَنَ وَعَمِلَ عَمَلًا صَالِحًا فَاُو۬لٰٓئِكَ يُبَدِّلُ اللّٰهُ سَيِّـَٔاتِهِمْ حَسَنَاتٍۜ وَكَانَ اللّٰهُ غَفُورًا رَح۪يمًا ﴿٧٠﴾
70. Ancak tevbe edip inanan ve sâlih ameller işleyenler müstesnâ. Allah onların kötülüklerini iyiliklere çevirecektir. Çünkü Allah, çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.
وَمَنْ تَابَ وَعَمِلَ صَالِحًا فَاِنَّهُ يَتُوبُ اِلَى اللّٰهِ مَتَابًا ﴿٧١﴾
71. Zâten kim tevbe edip sâlih ameller işlerse, şüphesiz o, tevbesi kabul edilmiş makbul bir kimse olarak Allah’a dönmüş olur.
Tefsir
Sonsuz merhamet sahibi olan Rabbimiz tevbe ve af kapısını devamlı açık tutmaktadır. Günahına tevbe edenleri affedeceğini, onların kötü hallerini iyi hallere, günahlarını sevaplara çevireceğini müjdelemektedir. Demek kul hangi durumda olursa olsun, henüz ömür sermayesini bütünüyle tüketmemişken tevbe etme, halini düzeltme ve Allah’ın razı olacağı makbul bir kul olabilme imkânına sahiptir. Bu imkân, imanlı ya da imansız bütün insanlar için geçerlidir. Gerçekten bu âyetler, Kur’ân-ı Kerîm’in en müjde verici âyetleri arasında yer almaktadır.
Burada iki mühim mâna dikkat çekmektedir:
› Kul gönülden tövbe ettiği zaman, iman ve Allah’a itaat hayatına başlar. Allah’ın yardımıyla, küfür halindeki kötülüklerin yerine iyi ameller işlemeye koyulur ve böylece kötülüklerinin yerini iyilikleri alır.
› Yalnızca geçmişteki kötülükleri silinmekle kalmaz, ayrıca amel defterine, Rabbine isyanı bırakıp O’na itaat yolunu benimseyen bir kul olarak yazılır. Sonra, geçmiş günahlarına üzülüp tevbe ettikçe, daha çok sâlih ameller hanesine kaydolunur. Çünkü, günahtan tevbe etmek ve af dilemek bizzat sâlih bir ameldir. Böylece, amel defterinde iyilikleri bütün kötülüklerini bastırır. Bunu başarabilen kullar, yalnızca âhirette cezadan kurtulmakla kalmaz, aynı zamanda Allah’ın büyük ve ebedî nimetlerine de kavuşmuş olurlar.
وَالَّذ۪ينَ لَا يَشْهَدُونَ الزُّورَۙ وَاِذَا مَرُّوا بِاللَّغْوِ مَرُّوا كِرَامًا ﴿٧٢﴾
72. O has kullar, yalancı şâhitlik etmezler. Boş bir söz ve davranışa rastladıklarında ise yüz çevirip vakar içinde oradan geçip giderler.
Tefsir
Bu özellik de yine haramlardan uzak durmakla ilgilidir. Onlar, yalan yere şâhitlik yapmazlar. Bunu yapmadıkları gibi, yalan söylenen ve yalan dolan dönen yerlerde de durmazlar. Hiçbir yalan ve bâtıla seyirci kalmazlar. Boş bir söze rastladıkları zaman, faydasız veya zararlı olduğundan terk edilip ortadan kaldırılması bir görev olan lüzumsuz şeyler duydukları zaman vakar ile onurlu bir şekilde oradan geçer giderler. Ayetin ifadesine göre, kendileri böyle boş ve anlamsız şeylere asla teşebbüs etmedikleri gibi, ellerinde olmadan yolları düşer, tesadüfen rast gelirlerse de bunlara iltifat etmezler, şereflerine uygun bir tavırla oradan uzaklaşırlar. Böyle şeylere katılmak bir yana, görmekten, yakınından geçmekten bile kaçınırlar. Çünkü onların boş ve gereksiz şeylerden çok daha önemli işleri vardır. Has kulların bu karakter özellikleri ile ilgili olarak başka bir âyet-i kerîmede şöyle buyrulmaktadır:
“Onlar, boş ve çirkin bir söz duydukları zaman ondan yüz çevirirler ve bu sözleri sarfedenlere: «Bizim amellerimiz bize, sizin yaptıklarınız da size. Biz sizin için de ancak iyilik ve selâmet dileriz. Ama biz kendini bilmez câhillerle düşüp kalkmak da istemiyoruz» derler.” (Kasas 28/55)
وَالَّذ۪ينَ اِذَا ذُكِّرُوا بِاٰيَاتِ رَبِّهِمْ لَمْ يَخِرُّوا عَلَيْهَا صُمًّا وَعُمْيَانًا ﴿٧٣﴾
73. Kendilerine Rablerinin âyetleri hatırlatıldığında, onlara karşı sağır ve kör gibi davranmazlar.
Tefsir
O has kullar, Rablerinin âyetleri kendilerine hatırlatıldığında; yani kendilerine ihtar edildiği, vaaz ve nasihat olunduğu, ders verildiği zamanlar, o âyetlere karşı sağırlar ve körler gibi davranmazlar; dinlemezlik etmezler, üzerine üşüşürler, fakat görür göz, dinler kulak olarak üşüşürler. (Elmalılı, Hak Dini, V, 3614) Bu ifadeden; duymayan, görmeyen düzmece ilâhlarına, sapık inançlarına, bâtıl düşüncelerine körü körüne sarılan müşriklere yönelik bir kınama anlaşılmaktadır. Duymadan, görmeden, düşünmeden yüzüstü bir şeye kapanma hareketi, körlerin gafilliğini, körlüğünü ve dar düşünceliğini tasvir etmektedir. (Seyyid Kutub, Fî Zılâl, V, 2580) Rahman’ın kulları ise, inanç sistemlerinin dayandığı gerçeği ve Allah’ın ayetlerinin içerdiği doğru mesajı bilinçli olarak, görerek kavrarlar. Onların kalpleri, Allah’ın ayetlerine karşı açıktır; o ayetleri anlayarak, ibret alarak okurlar, dinlerler ve mânasını idrak etmeye çalışırlar.
وَالَّذ۪ينَ يَقُولُونَ رَبَّنَا هَبْ لَنَا مِنْ اَزْوَاجِنَا وَذُرِّيَّاتِنَا قُرَّةَ اَعْيُنٍ وَاجْعَلْنَا لِلْمُتَّق۪ينَ اِمَامًا ﴿٧٤﴾
74. Onlar: “Ey Rabbimiz! Bize eşlerimizden ve zürriyetimizden gözümüzü aydınlatacak, gönlümüzü sevindirecek sâlih kimseler ihsân eyle! Bizi takvâ sahiplerine önder yap!” diye duâ ederler.
اُو۬لٰٓئِكَ يُجْزَوْنَ الْغُرْفَةَ بِمَا صَبَرُوا وَيُلَقَّوْنَ ف۪يهَا تَحِيَّةً وَسَلَامًاۙ ﴿٧٥﴾
75. İşte bunlar, hak yolda sabır ve sebât göstermelerine karşılık cennetin yüksek makam ve köşkleriyle mükâfatlandırılacak, oraya selâm ve hürmetle buyur edileceklerdir.
خَالِد۪ينَ ف۪يهَاۜ حَسُنَتْ مُسْتَقَرًّا وَمُقَامًا ﴿٧٦﴾
76. Hem de orada ebedî kalacaklardır. Orası ne güzel bir karargâh ve ne güzel bir yerleşim yeridir!
Tefsir
Onlar, Allah’ın huzurunda hep dua ve iltica halindedirler. “Ey Rabbimiz! Gözümüzü aydınlatacak eşler ve zürriyetler ihsan et! Eşlerimiz ve zürriyetlerimiz sebebiyle bizlere gözümüzü aydınlatacak nimetler, mutluluklar ver! Bizi takvâ sahiplerine önder kıl!” diye dua ederler. Kendilerinden sonra, bağlı bulundukları İslâmi hayat nizamına uyan bir neslin gelmesini, kendileri gibi inanan, göz aydınlığı olacak eşlerinin olmasını, kalplerinin onlarla huzura kavuşmasını, bu sayede “Rahman’ın kullarının” sayılarının artmasını isterler. Bu duada görüldüğü üzere, sadece muttaki olmak değil, müttakilerin önderi olmak arzusu ne büyük bir gaye, ne kudsî bir düşünce ve idealdir.
Şunu belirtelim ki, müttakilerin önderi olabilmek, verimli bir toprak misâli İslâmî bir âile ve toplum içinde ciddî bir ümmet şuuruyla yetişmeye, ümmete şefkat ve merhamet duygularıyla dolmaya, tüm varlığını ümmetin huzur, saadet ve refâhı için fedâ edebilecek bir ruh kıvamına ulaşmaya bağlıdır
قُلْ مَا يَعْبَؤُ۬ا بِكُمْ رَبّ۪ي لَوْلَا دُعَٓاؤُ۬كُمْۚ فَقَدْ كَذَّبْتُمْ فَسَوْفَ يَكُونُ لِزَامًا ﴿٧٧﴾
77: Rasûlüm! De ki: “Eğer kulluğunuz ve yakarmanız olmasa Rabbim size ne diye değer versin ki? Fakat siz gerçekten Kur’an’ı ve Peygamber’i yalanladınız; bu sebeple azap sizin yakanızı bırakmayacaktır.”
Tefsir
Hâsılı Allah katında kulun değeri Allah’a olan imanı, bağlılığı, ilâhî buyruklara uygun yaşayışı, ihlasla gerçekleştireceği kulluğu, gönlünden fışkırıp dilinden dökülen yakarışlarıdır. Kulluğun özünü teşkil eden ihlastır, takvâdır. Âyet-i kerîmede: “Allah katında en şerefliniz, Allah’a karşı saygısı, korkusu ve O’nun yasaklarından kaçınıp emirlerine itaati en yüksek olanınızdır” (Hucurât 49/13) buyrularak bu hakikat dile getirilir. Himmet ve gayretini buna yöneltenler karlı çıkacaklardır. Fakat ilâhî hakikatleri, Peygamberin davetini ve Kur’an’ın ikaz ve irşatlarını yalan sayıp, bunlara sırt çevirenler ebedî hüsrana uğrayacaklardır. Azap onların yakasını bırakmayacaktır.
Şimdi, Furkan sûresinde kısaca temas edilen Hz. Mûsâ ve Hz. Nûh’un, Âd, Semûd ve Lût kavimlerinin kıssaları daha geniş biçimde ve bu sûrede tertib edilen sırayla anlatmak, ayrıca bu sûrenin sonunda yer alan dehşetli uyarıyı örneklerle açıklamak üzere Şuarâ sûresi başlamaktadır:Kaynak: Ömer Çelik Tefsiri