Furkan Süresi Meal Ve Tefsiri
وَلَقَدْ اَتَوْا عَلَى الْقَرْيَةِ الَّت۪ٓي اُمْطِرَتْ مَطَرَ السَّوْءِۜ اَفَلَمْ يَكُونُوا يَرَوْنَهَاۚ بَلْ كَانُوا لَا يَرْجُونَ نُشُورًا ﴿٤٠﴾
40. Doğrusu müşrikler, üzerlerine azap yağmuru yağdırılan o beldeye uğramışlardı. Peki, hiç orada olup bitenleri görmüyorlar mıydı? Hayır, hayır! Aslında onlar ölümden sonra dirilişe inanmıyorlardı.
Tefir
Burada bahsi geçen belde, Hz. Lut’un kavminin yaşadığı beldedir ki, taş yağmuruyla helâk edilmişlerdir. Mekkeli müşrikler ticaret maksadıyla Filistin ve Suriye’ye giderken bu beldenin harâbelerine uğrar ve o bedbaht kavmin helâki hakkındaki dehşetli hikayeleri dinlerlerdi. Âyet-i kerîmede buyrulur:
“Siz, yolculuğunuz esnâsında sabahları yıkılmış şehirlerinin harabelerine uğruyorsunuz. Geceleri de. Hâla aklınızı kullanıp bunlardan ibret almayacak mısınız?” (Saffât 37/137-138)
Onların, bu harâbelerden ders ve ibret almamalarının sebebi, âhirete imanlarının olmayışıdır. İşte mümin ile kâfirin hâdiselere bakışları ve onları tahlilleri arasındaki fark budur: Kâfir böyle şeylere sadece bir seyirci veya en fazla bir arkeolog gibi bakarken, mümin aynı şeyden ahlâkî-manevî dersler alır ve dünya hayatının ötesinde var olan hakikatler konusunda sıhhatli bir neticeye ulaşır. Bu sebepledir ki müşrikler, Res3ulullah (s.a.s.)’in sadece beşerî yönünü görüyor, peygamberlik yönünü göremiyor ve onu –hâşa- alay konusu yapıyorlardı:
وَاِذَا رَاَوْكَ اِنْ يَتَّخِذُونَكَ اِلَّا هُزُوًاۜ اَهٰذَا الَّذ۪ي بَعَثَ اللّٰهُ رَسُولًا ﴿٤١﴾
41. Seni gördükleri zaman: “Allah’ın peygamber olarak gönderdiği kişi bu mu? Bula bula bunu mu buldu?” diye hep alaya alıyorlardı.
اِنْ كَادَ لَيُضِلُّنَا عَنْ اٰلِهَتِنَا لَوْلَٓا اَنْ صَبَرْنَا عَلَيْهَاۜ وَسَوْفَ يَعْلَمُونَ ح۪ينَ يَرَوْنَ الْعَذَابَ مَنْ اَضَلُّ سَب۪يلًا ﴿٤٢﴾
42. “Eğer ilâhlarımıza tapınmakta diretip sebât etmeseydik, neredeyse bizi onlardan koparıp uzaklaştıracaktı” diyorlardı. Ama onlar, azabı gördükleri zaman, yoldan bütünüyle sapanın kim olduğunu bilecekler!
Tefsir
Müşrikler, Resûlullah (s.a.s.)’e tahkîr gözüyle bakıyorlar, fakirliği ve yetimliği sebebiyle onu küçümsüyorlardı. Onun gerçek değerini, kadir ve kıymetini bilmiyorlardı. Onunla alay ediyor; “Allah peygamber yapmak için bula bula bunu mu buldu?” diyorlardı. Fakat bir taraftan da büyük bir panik içindeydiler. Allah Resûlü (s.a.s.)’in temsil ettiği dâvânın başarılı olmasından, bırakalım diğer insanları hatta bizzat kendilerini bile o kadar sevdikleri ve bağlandıkları putlarından koparıp uzaklaştıracağından korkuyorlardı. Fakat korkularının Allah’ın takdirini değiştirmesi mümkün değildi. Neticede onlar kaybedecek, İslâm galip gelecek, kıyâmetle birlikte dünya hayatı son bulacak ve kâfirler ebedî cehennem azabıyla yüz yüze gelecekler. İşte o zaman içinde bulundukları derin gaflet uykusundan uyanıp kimin haklı kimin haksız, kimin doğru yolda kimin eğri yolda olduğunu anlayacaklardır. Fakat mühim olan, “âh, keşke” demenin fayda vermediği o güne gelmeden uyanabilmek ve kalbin istikâmetini Allah’a kulluk yönüne çevirebilmektir. Bunun için de nefis putunu kırmak ve azılı düşmanı usulüne uygun bir şekilde terbiye etmek lazımdır.
اَرَاَيْتَ مَنِ اتَّخَذَ اِلٰهَهُ هَوٰيهُۜ اَفَاَنْتَ تَكُونُ عَلَيْهِ وَك۪يلًاۙ ﴿٤٣﴾
43. Rasûlüm! Nefsinin kötü arzularını kendisine ilâh edinen kimseyi gördün mü? Senin vazîfen sadece tebliğken, şimdi onun doğru yola gelip gelmemesinden sen mi sorumlu olacaksın?
اَمْ تَحْسَبُ اَنَّ اَكْثَرَهُمْ يَسْمَعُونَ اَوْ يَعْقِلُونَۜ اِنْ هُمْ اِلَّا كَالْاَنْعَامِ بَلْ هُمْ اَضَلُّ سَب۪يلًا۟ ﴿٤٤﴾
44. Yoksa sen onların çoğunun gerçeği dinlediklerini veya akıllarını kullandıklarını mı sanıyorsun? Onlar tıpkı hayvan sürüsü gibidir. Hatta izledikleri yol bakımından hayvanlardan daha şaşkın durumdadırlar.
Tefsir
Müşrikler nefislerinin istediği şekilde putlara tapıyorlardı. Bir putu diğeriyle değiştiriyorlar, kafalarına göre takılıyorlardı. Allah’ın hükmünü hiçe sayıyorlardı. Mü’min ise nefsinin hükmüne değil Allah’ın hükmüne göre amel eder. İnanç bakımından iki kişi arasındaki fark böyle ortaya çıkar. Buna göre aklına düştüğü ve nefsinin arzu ettiği şekilde yaşayan “hevâsının kulu” olur ve bunun acı sonucuna katlanır. Nitekim Hz. Mevlânâ şöyle ikaz eder:
“İnsanın nefsinin zevk sandığı şeyler, gelip geçicidir. Çorak yere ekilmiş tohum gibidir. Bitmez, meyve vermez. Ondan elde edilecek mahsul pişmanlıktır. Kârı da zarardan başka bir şey değildir.” (Mevlânâ, Mesnevî, 486-487. beyitler)
Nefsânî arzularını putlaştıran, onun peşinden koşan ve başka bir şey düşünemeyen kimselerin, bu durumları devam ettiği müddetçe Peygamber (s.a.s.)’in davetine kulak vermeleri, onu anlamaları ve akıllarını kullanarak sıhhatli bir neticeye ulaşmaları zordur. Bu tutum ve davranışlarıyla onlar, ancak düşünme melekesi bulunmayan hayvanlardan daha şaşkın ve daha iz’ansız bir duruma düşmektedirler. Koyunların ve sığırların, çobanlarının kendilerini nereye: otlağa mı yoksa kesimhaneye mi götürdüğünü bilmedikleri gibi, böyle ahmaklar da nereye: felakete mi yoksa kurtuluşa mı sürüklendiklerini bilmezler. Aradaki tek fark, hayvanların aklının olmaması ve götürüldükleri yer konusunda sorumluluklarının bulunmamasıdır. Fakat, ne yazık ki, akıl nimetiyle donatılmış insanlar da hayvanlar gibi davranabilmektedir. Bu açıdan bakıldığında, durumlarının hayvanlarınkinden çok daha kötü olduğu anlaşılır. Yine hayvanlar Rablerini bilir, O’nu tesbih eder, gidip otlayacakları yerleri bulur, bilip tanıdıkları sahiplerinin arkasından giderler. Bu ahmaklar ise kendilerini hakka yöneltenin arkasından gitmezler. Kendilerini yaratıp rızıklandıran Rablerini de tanımazlar. Bu açıdan da onların hayvanlardan daha şaşkın ve aşağı seviyede oldukları anlaşılır.
اَلَمْ تَرَ اِلٰى رَبِّكَ كَيْفَ مَدَّ الظِّلَّۚ وَلَوْ شَٓاءَ لَجَعَلَهُ سَاكِنًاۚ ثُمَّ جَعَلْنَا الشَّمْسَ عَلَيْهِ دَل۪يلًاۙ ﴿٤٥﴾
45. Görmez misin, Rabbin gölgeyi nasıl uzatıyor? Dileseydi onu elbette hareketsiz kılardı. Sonra biz, güneşi gölgenin varlığına bir delil yaptık.
ثُمَّ قَبَضْنَاهُ اِلَيْنَا قَبْضًا يَس۪يرًا ﴿٤٦﴾
46. Sonra güneşin yükselmesiyle onu yavaş yavaş kendimize doğru çekip ortadan kaldırırız.
İbâdete lâyık yegâne ilâh olan Allah Teâlâ’nın kudret tecellilerinden biri, gölgedir. Cenâb-ı Hak, sabahleyin güneşin doğuşuyla beraber dağ, ağaç ve insan gibi kâmeti olan varlıkların gölgelerini uzatmaktadır. Gölgenin ortaya çıkma sebebi ise güneştir. Gölge hep aynı şekilde kalmaz; güneşin tepeye doğru yükselmesiyle doğru orantılı olarak peyderpey kısalır. Güneş tam tepe noktasına geldiğinde ise gölge neredeyse görünmez olur. Güneşin zevalden batış istikâmetinde hareket etmesiyle beraber bu kez gölge ona ters yönde tekrar uzamaya başlar. Güneşin ufukta batıp kaybolmasıyla birlikte gölge de yok olur. Güneşin doğup batışında, bununla birlikte varlıkların gölgelerinin uzayıp kısalması ve sonunda yok olmasında hem insan hayatı açısından büyük fayda ve hikmetler, hem de dünya hayatında vuku bulan dinî, içtimâî ve siyâsî hâdiselerin ortaya çıkışı, gelişmesi ve son bulması açısından alınacak mühim dersler vardır:
Birincisi; varlık âlemi bir gölge gibidir. Bir müddet var olur, sonra yok olur. Yok olan şeyler Allah’a döner. Bu, her şeyin aynen gölge gibi Allah’tan gelip Allah’a döndüğünü göstermektedir. Şâir Lefkoçyalı Gâlip bu gerçeği şu beytiyle ne güzel hülâsa eder:
“Zıll-i memdûd-i hakîkattır vücûd-i kâinat,
Âlem-i mânada hem mevcûd, hem nâbûd olur.”
“Kâinatın varlığı, elbette ki ezelî ve ebedî hakîkatin bizzat kendisi değil sadece onun uzanmış gölgesinden ibarettir. Meseleye mâna âlemi yönünden bakıldığında bu bir taraftan var gibi gözükse de, bir taraftan yok hükmündedir. Çünkü o bir gölgedir, varlığı kendinden değildir.”
İkincisi; gölge tevhidin açık bir delilidir. Onu hareket ettiren bir tek ilâhî kudret vardır ve onun o kudrete boyun eğmekten başka yapabileceği bir şey yoktur. Onun emriyle uzamakta, kısalmakta, yok olmakta ve bu durum her gün tekerrür etmektedir. Aslında bu haliyle gölge, kulun Allah’a nasıl teslimiyet göstereceğinin açık bir sembolüdür. Kul Allah’ın buyruklarına öyle teslim olmalı ki, her sözü, ameli, hatta niyet ve düşüncesi, tıpkı gölgenin ilâhî kudret altında hareket etmesi gibi, rızâ-i ilâhîye muvâfık olmalıdır. Âdeta Allah onun gören gözü, işiten kulağı, tutan eli, yürüyen ayağı, konuşan dili ve seven kalbi hâline gelmelidir.
Üçüncüsü; nasıl gölge hep aynı durumda kalmıyorsa, aynı şekilde dünya üzerinde enine boyuna yayılmış görünen küfür ve şirk gölgesi de İslâm güneşi yükseldikçe dürülüp kısalacaktır. Fakat Allah Teâlâ her şeyi belli sebeplere ve kanunlara bağlayıp âni değişimler meydana getirmediğinden, özlenen bu hayırlı neticeye ulaşmak da gayret, cihad, sabır ve tahammül istemektedir.Ömer Çelik Tefsiri
وَهُوَ الَّذ۪ي جَعَلَ لَكُمُ الَّيْلَ لِبَاسًا وَالنَّوْمَ سُبَاتًا وَجَعَلَ النَّهَارَ نُشُورًا ﴿٤٧﴾
47. Sizin için geceyi bir örtü, uykuyu bir dinlenme, gündüzü de yeniden hayata uyanıp çalışmak üzere yeryüzünde dağılma vakti kılan O’dur.
Gecenin bir örtü kılınması, uykunun bir istirahat yapılması, gündüzün insanların uykudan sonra âdeta yeniden dirilip yeryüzüne yayılarak çalışıp kazanma vakti yapılması da ilâhî kudret akışları ve azamet tecellilerindedir. Bunlar da birer tevhid delilidir; hepsi Allah’ın birliğini gösterir. Her gece insanların uyuması ve sabahleyin yeniden uyanması, ölümün ve yeniden dirilişin bir tâlimidir. Dolayısıyla ölümden sonraki hayatın bir gerçek olduğu anlaşılmaktadır. Bu sebeple Resûl-i Ekrem (s.a.s.) sabaha çıktığında:
اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ الَّذ۪ي أَحْيَانَا بَعْدَ مَا أَمَاتَنَا وَ إِلَيْهِ النُّشُورُ
(Elhamdu lillâhillezî ehyânâ ba‘demâ emâtenâ ve ileyhin nüşûr)
Tefsir
“Bizi öldürdükten sonra dirilten ve ölümden sonra yeniden dirilip huzuruna kalkacağımız Allah’a hamdolsun” diye dua ederdi. (Buhârî, Deavât 8) Yine âyette geceden sonra gündüzün zikredilmesi, câhiliye gecesinin sona ermekte olduğunu ve İslâm’ın parlak ilim ve hidâyet gündüzünün şafağının attığını müjdelemektedir. Dolayısıyla, cahiliye uykusunda uyuyanların eninde sonunda uyanacakları, fakat ölüm uykusuna dalmış olanların uyanmayıp kendilerini hayattan mahrum bırakacakları ve gündüzün işlerinin onlarsız da devam edip gideceği kaçınılmazdır.
وَهُوَ الَّذ۪ٓي اَرْسَلَ الرِّيَاحَ بُشْرًا بَيْنَ يَدَيْ رَحْمَتِه۪ۚ وَاَنْزَلْنَا مِنَ السَّمَٓاءِ مَٓاءً طَهُورًاۙ ﴿٤٨﴾
48. Rüzgârları rahmetinin önünde müjdeleyici olarak gönderen de O’dur. Biz, gökyüzünden tertemiz bir su indiririz.
لِنُحْيِيَ بِه۪ بَلْدَةً مَيْتًا وَنُسْقِيَهُ مِمَّا خَلَقْنَٓا اَنْعَامًا وَاَنَاسِيَّ كَث۪يرًا ﴿٤٩﴾
49. O suyla ölmüş topraklara hayat bahşeder; yarattığımız nice hayvanların ve insanların su ihtiyacını karşılarız.
وَلَقَدْ صَرَّفْنَاهُ بَيْنَهُمْ لِيَذَّكَّرُواۘ فَاَبٰٓى اَكْثَرُ النَّاسِ اِلَّا كُفُورًا ﴿٥٠﴾
50. Gerçek şu ki, düşünüp öğüt alsınlar diye biz o yağmuru insanlar arasında çeşitli şekillerde evirip çevirmekteyiz. Ama yine de insanların pek çoğu inkâr ve nankörlükte direnip durmaktadır.
Tefsir
Gözlerimizin önünde cereyan eden harikulâde yağış sistemi, Allah’ın varlığını ve O’nun kâinatın tek Rabbi olduğunu vurgulamaktadır. Yağışın yıl boyu yeryüzünün çeşitli bölgelerine harika bir biçimde dağılımı; her zaman aynı yerin aynı miktar yağmuru almaması; bazan bir yerde kuraklık olurken, başka yerde normalden fazla veya az yağmur yağması; yağış miktarının sene sene dünyanın her tarafında değiştirmesi Âlim ve Hakim bir tanzim edicinin varlığını ispatlamaktadır. Fakat inatçı kâfirler bundan bir ders ve ibret almaz da, küfürlerinde, nankörlüklerinde diretir dururlar. Halbuki bu ilâhî hakîkat, Kur’an’da bu maksatla tekrar tekrar ifade edilmektedir.
Ölü toprakların su ile hayat bulmasında yine âhiret hayatının varlığına bir delil vardır. Çünkü bu, Allah’ın ölülere yeniden hayat vermeye kadir olduğunun açık bir delilidir. Fakat kâfirler bundan da ders almazlar ve hayvanlar gibi hiçbir sorumluluk taşımaksızın şuursuzca yaşar giderler.
Gökten inen “tertemiz su”yu, peygamberlik nimeti olarak da değerlendirmek mümkündür. Gökten inen suyun ölü yerleri diriltmesi ve canlılara hayat vermesi gibi nübüvvet suyu da ölü kalplere hayat vermektedir. Beşeriyete bir rahmet olarak ne zaman peygamberlik suyu gönderilmişse, cehalet kuraklığının yerini ilim baharı, zulmün yerini adâlet ve kötülüğün yerini takvâ ve iyilik almıştır. Peygamberlerin gönderilişi, toplumlarda her zaman kesinlikle ahlâkî ve manevî dirilişin bir müjdecisi olmuştur. Fakat bunlardan istifade edenler, yalnızca peygamberlerin hidâyetine tâbi olanlardır. Kâfirler inat ve nankörlükleri sebebiyle peygamberlik suyundan içmemiş ve onun sunduğu manevî hayattan mahrum kalarak kendilerini kuruyup yok olmaya mahkum etmişlerdir.
وَلَوْ شِئْنَا لَبَعَثْنَا ف۪ي كُلِّ قَرْيَةٍ نَذ۪يرًاۘ ﴿٥١﴾
51. Biz dileseydik her şehre elbette Allah’ın azabıyla uyarıcı bir peygamber gönderirdik.
فَلَا تُطِعِ الْكَافِر۪ينَ وَجَاهِدْهُمْ بِه۪ جِهَادًا كَب۪يرًا ﴿٥٢﴾
52. Fakat Rasûlüm, biz senin cihanşumûl son uyarıcı olmanı diledik. Bu sebeple kâfirlere asla itaat etme! Kur’an’ı esas alarak onlara karşı büyük bir gayretle, çok yönlü ve çok kapsamlı bir şekilde cihâd et.
Tefsir
Önceki dönemlerde aynı anda dünyanın çeşitli bölgelerinde vazife yapan peygamberler olmuştur. Onlar daha ziyade bulundukları bölge insanlarına tebliğ yapmışlardır. Ancak Son Peygamber Hz. Muhammed Mustafa (s.a.s.) kıyamete kadar tüm insanlığa gönderilmiştir. Eğer Allah dileseydi onunla beraber ve ondan sonra her memlekete ayrı bir peygamber gönderebilirdi. Fakat böyle yapmamıştır. Çünkü Hâtem-i Nebiyyîn (s.a.s.) tıpkı güneş gibi bütün dünyayı aydınlatmaya yeterlidir. Ondan başka bir peygamberin gelmesine ihtiyaç yoktur. Onun Kur’an ve sünnetle birlikte ortaya koyup tatbik ettiği din dosdoğru bir yol olarak insanlığın önünde durmaktadır.
En büyük hizmet ve cihad, bu dini insanlara tebliğ etmek, ulaştırmak, anlatmak ve buna göre yaşamalarını sağlamaktır. Bu sebeple “Kâfirlere asla itaat etme! Kur’an’ı esas alarak onlara karşı büyük bir gayretle, çok yönlü ve çok kapsamlı bir şekilde cihad et” (Furkân 25/52) buyrulmaktadır. Buna göre İslâm gönüllüleri dinin tebliği yolunda elden geleni yapacak; tüm imkân ve kaynakları bu uğurda seferber edecek; Allah’ın dinini yükseltmek için tüm kaynakları harekete geçirip mümkün olan her cephede İslâm’ın düşmanlarıyla mücâdeleye devam edeceklerdir. Bu da dil, kalem, mal, can ve diğer bütün silah ve imkânlarla yapılacak cihadı içine almaktadır.Varlık âleminde sergilenen bir diğer ilâhî kudret delili de denizler ve onlardaki hayrete şayân durumlardır:
وَهُوَ الَّذ۪ي مَرَجَ الْبَحْرَيْنِ هٰذَا عَذْبٌ فُرَاتٌ وَهٰذَا مِلْحٌ اُجَاجٌۚ وَجَعَلَ بَيْنَهُمَا بَرْزَخًا وَحِجْرًا مَحْجُورًا ﴿٥٣﴾
53. İki denizi birbirine doğru salıveren de Allah’tır. İşte şu susuzluğu giderici tatlı bir su, diğeri de tuzlu ve acı bir sudur. Fakat birbirlerine karışmamaları için aralarına bir engel, aşılmaz bir sınır koymuştur.
Tefsir
Dere ve ırmak gibi tatlı su kaynakları, denize döküldükleri yerde denizin acı suyuyla karışmadığı gibi, günümüzdeki ilmî gelişmeler ışığında denizlerde ve okyanuslarda da tatlılık, tuzluluk ve acılık oranları itibariyle farklılık arz eden su katmanlarının birbirine karışmadığı, aralarında birbirlerine karışmalarını önleyen bir engelin bulunduğu tespit edilmiştir. Allah’ın bir kudret nişânesi ve insanlara bir ibret olarak tatlı su ile acı su yan yana bulunmakta ve bu durum ister denizde ister karada olsun pek çok yerde görülmektedir. İnsanlık denizlerde bulunan o tatlı su kaynaklarından istifade etmiş ve etmektedir. 16. asırda yaşamış bir şahsiyet olan Türk amirali Seydi Ali Reis, “Merâtü’l-Memâlik” adlı eserinde İran Körfezi’nde, denizin acı sularının altında tatlı su kaynaklarının bulunduğunu ve donanması için bunlardan faydalandığını yazar. Amerikan Petrol Şirketi de içme suyu için Zahran yakınında kuyular kazmadan önce İran Körfezi’ndeki aynı kaynaklardan su almıştı. Bahreyn yakınında da, deniz yatağında halkın son zamanlara kadar su aldığı tatlı su kaynakları vardı.
Bu izahlara göre âyette şöyle ince bir mânaya işaret olduğu söylenebilir:
Allah Teâlâ dilediği zaman nasıl denizin tuzlu sularının altından tatlı, içilebilir su kaynakları fışkırtıyorsa, aynı şekilde büyük ve kirli bir toplumdan takvâ sahibi temiz ve iyi bir toplum çıkarabilir.
Kalpler de acı ve tatlı denizler gibidir. Bazıları iman, ihlas, yakîn ve irfan mekânıdır; bazıları şüphe ve küfrân mahallidir. Mü’minin kalbi nurludur; ışık saçmakta ve etrafını aydınlatmaktadır. Çünkü o iman nûruyla tezyîn olunmuştur. Kâfirin kalbi ise simsiyah olup zulmet saçmaktadır. Zira o da küfür ve inkâr karanlıklarıyla alâmetlenmiştir. (bk. Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, II, 387-388)
وَهُوَ الَّذ۪ي خَلَقَ مِنَ الْمَٓاءِ بَشَرًا فَجَعَلَهُ نَسَبًا وَصِهْرًاۜ وَكَانَ رَبُّكَ قَد۪يرًا ﴿٥٤﴾
54. İnsanı sudan yaratıp, onu soy ve evlilik bağlarıyla büyük bir nesil hâline getiren de O’dur. Senin Rabbinin gücü her şeye yeter.
وَيَعْبُدُونَ مِنْ دُونِ اللّٰهِ مَا لَا يَنْفَعُهُمْ وَلَا يَضُرُّهُمْۜ وَكَانَ الْكَافِرُ عَلٰى رَبِّه۪ ظَه۪يرًا ﴿٥٥﴾
55. Buna rağmen onlar Allah’ı bırakıp kendilerine hiçbir fayda ve zarar veremeyen putlara tapıyorlar. Zâten kâfir, Rabbine karşı hep şeytana arka çıkmaktadır.
Tefsir
İnsanın sudan, rahme bırakılan bir meni, bir nutfeden yaratılması ayrı bir hârika; ilâhî kudret tarafından ona hem nesep hem de evlilik akrabalığının lütfedilmesi ayrı bir hârikadır. Bunu yaratan, yapan şüphesiz ki nihâyetsiz ilim, hikmet, kuvvet ve kudret sahibi Cenâb-ı Hak’tır. Eğer Rabbimiz insanı yaratıp da ona nesep ve evlilik gibi akrabalık bağları vermeseydi ve onu bir aile, bir cemiyet, bir toplum inşa edecek kabiliyetlerle donatmasaydı, insanlık hayvanlar âleminden farksız olur, herhangi bir kültür ve medeniyetten söz edilemezdi. O halde bunca hârikulâde hâdiselerin yaratıcısı, rahmeti ümitlendirici, azabı korkutucu ve ibâdete layık yegâne mabud olan Allah varken, hiçbir fayda veya zarar verme gücüne sahip olmayan sahte tanrılara kulluğun bir mânası yoktur. Fakat kâfirin ayrılmaz bir vasfı vardır. O da Allah’a düşman olmak ve Allah’ın karşısında yer alanlara arka çıkmak. O, Allah’a karşı çıkan herkesin yardımcısı ve savunucusu; Allah’ın dinini yüceltmeye ve hükümlerini yeryüzünde tatbik etmeye çalışan herkesin de düşmanıdır. Allah’a itaatsizliğin olduğu her yerde o vardır; insanları Allah’a kulluğa davet eden her gayretin karşısında yine o vardır. İşte böylelerini Allah’ın azabıyla korkutmak lazımdır.Ömer Çelik
وَمَٓا اَرْسَلْنَاكَ اِلَّا مُبَشِّرًا وَنَذ۪يرًا ﴿٥٦﴾
56. Rasûlüm! Biz seni ancak bir müjdeleyici ve bir uyarıcı olarak gönderdik.
قُلْ مَٓا اَسْـَٔلُكُمْ عَلَيْهِ مِنْ اَجْرٍ اِلَّا مَنْ شَٓاءَ اَنْ يَتَّخِذَ اِلٰى رَبِّه۪ سَب۪يلًا ﴿٥٧﴾
57. De ki: “Tebliğime karşılık sizden bir ücret istemiyorum. Ben sadece Rabbine giden yolu tutmak isteyenlere yol gösteriyorum.”
وَتَوَكَّلْ عَلَى الْحَيِّ الَّذ۪ي لَا يَمُوتُ وَسَبِّحْ بِحَمْدِه۪ۜ وَكَفٰى بِه۪ بِذُنُوبِ عِبَادِه۪ خَب۪يرًاۚۛ ﴿٥٨﴾
58. Hiç ölmeyen, ezelî ve ebedî hayat sahibi olan Allah’a güvenip dayan. O’nu hamd ile tesbih et. Kullarının günahlarından haberdar olma konusunda O kendi kendine yeter.
Tefsir
Peygamberimiz (s.a.s.)’in hedefi, dini bahane ederek dünyalık biriktirmek değil, insanlara Allah’a giden yolu göstermektir. Bunun için de hiçbir peygamber tebliğine karşılık insanlardan bir ücret talebinde bulunmamıştır. Tebliğlerini sırf Allah’ın rızâsını isteyerek yapmışlar, sadece insanları Rablerine kavuşturacak doğru yola ulaştırmayı hedeflemişlerdir. Onlar, bir kişinin iman nuruyla şereflenmesine vesile olmayı dünya ve içindeki her şeyden daha değerli görmüşlerdir. Nitekim Resûl-i Ekrem (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
“Allah’a yemin ederim ki, Cenâb-ı Hakk’ın senin vâsıtanla bir tek kişiyi hidâyete erdirmesi, en kıymetli dünya nimeti sayılan kızıl develere sahip olmandan daha hayırlıdır.” (Buhârî, Ashâbu’n-Nebî 9)
Yalnız, dini tebliğ ederken bir kısım engellemelerle ve zorluklarla karşılaşmak kaçınılmazdır. Nitekim Resûlullah (s.a.s.)’in hayatı bu zorluklara karşı sabır ve mücâdele ile geçmiştir. Bu noktada din tebliğcisinin sığınıp güveneceği melce’, şüphesiz ki asla ölmeyen ve ebedî hayat sahibi olan Allah Teâlâ’dır. O’na tevekkül etmek, O’na güvenip dayanmak gerekir.
Diğer taraftan tevekkülün bir gereği olarak Allah’a hamdetmek, O’nu tesbih etmek, yâni kulluğun icaplarını gönüllü olarak yerine getirmek lazımdır. Zira sözden ibaret kalan kuru bir tevekkülden insanın elde edeceği pek fazla bir fayda yoktur.
Âyetteki “O’nu hamd ile tesbih et!” ifadesini, “Allah’ın her türlü eksiklik, kusur ve ortaktan yüce olduğunu belirterek, O’nun sonsuz kudret ve yüceliğini övgüyle an!” şeklinde izah etmek mümkündür. Cenab-ı Hak böyle bir hamde ve teşbihe layıktır:Ömer Çelik
اَلَّذ۪ي خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ وَمَا بَيْنَهُمَا ف۪ي سِتَّةِ اَيَّامٍ ثُمَّ اسْتَوٰى عَلَى الْعَرْشِۚۛ اَلرَّحْمٰنُ فَسْـَٔلْ بِه۪ خَب۪يرًا ﴿٥٩﴾
59. O Allah ki gökleri, yeri ve aralarında bulunan her şeyi altı günde yarattı, sonra da arşa istivâ etti. O Rahmân’dır. Artık yaratılışın sırrını, her şeyi en iyi bilen Rabbine sor!
وَاِذَا ق۪يلَ لَهُمُ اسْجُدُوا لِلرَّحْمٰنِ قَالُوا وَمَا الرَّحْمٰنُۗ اَنَسْجُدُ لِمَا تَأْمُرُنَا وَزَادَهُمْ نُفُورًا۟ ۩ ﴿٦٠﴾
60.Onlara: “Rahmân’a secde edin!” dendiği zaman, “Rahmân da neymiş? Yani şimdi biz, sen bize emrediyorsun diye tanımadığımız şeylere secde mi edeceğiz” derler. Üstelik bu dâvet onların ancak kibirlerini ve imandan daha da uzaklaşmalarını artırır.
Tefsir
Gökleri, yeri ve bunlar arasında bulunan tüm varlıkları süresini tam olarak bilmenin mümkün olmadığı altı uzun devirde yaratan ve bunları hâkimiyeti alına alıp istediği gibi yöneten Allah, elbette kendine tevekkül edenleri koruyup kollayacak ve onlara gerekli yardımı yapacaktır. Çünkü O Rahmân’dır; kullarına karşı sınırsız merhamet sahibidir. O halde kul isteyeceği zaman, her şeyden hakkiyle haberdâr olan Rabbinden istemeli; yaratılışın sırrını ve varlığın hikmetini anlamak istiyorsa yine bunu da Rabbinden sormalıdır. Çünkü bunları en iyi bilen, onları yaratandır. Âyet-i kerîmede buyrulur:
“Yaratan yarattığını bilmez olur mu hiç? İlmi her şeyin bütün inceliklerine kadar nüfûz eden ve her şeyden hakkiyle haberdar olan yalnız O’dur.” (Mülk 67/14)
Bunun için de insanlar, Allah’ın, kendisi hakkında en doğru bilgiler ihtiva eden kitap ve Peygamberi aracılığıyla bildirdiği haberlere değer vermelidir. Çünkü “Allah’a sormak”, istenilen bilgiyi O’nun kitabından ve peygamberinden alıp öğrenmek mânasına gelmektedir.
Ancak varlık ve birliğinin her tarafı kuşatan bunca açık delilleri ve âşikâr nişânelerine rağmen Rahmân’ı tanımayan, O’nu inkâr eden ve O’na secdeden yüz çeviren gâfiller vardır. Efendimiz (s.a.s.)’in davetini reddeden müşrikler, bunun muşahhas bir misâlidir. Onlardan Rahmân olan Allah’a secde etmeleri istendiğinde O’nu tanımadıklarını söyler, secdeden çekinirlerdi. Hatta böyle bir teklif onların İslâm’a olan nefretlerini iyice artırır, onları imandan daha da uzaklaştırırdı. İşte bu, bu hayatta olacak en büyük bir nasipsizliktir, hidâyet ve rahmet mahrumiyetidir. Kıyâmete kadar Rahmân’a secdeden uzak duran herkes, bu nasipsizler ve mahrumlar arasında yerini alacaktır. Hem de O Rahmân’ın varlığının, birliğinin, sınırsız kudret ve yüceliğinin büyük delillerini her an her yerde gördükleri halde:
Prof.Ömer Çelik Tefsiri