Saffat Süresi Meal Ve Tefsiri 6

#1 von Kurban , 02.10.2022 05:39

Saffat Süresi Meal Ve Tefsiri 6

وَاِنَّ لُوطًا لَمِنَ الْمُرْسَل۪ينَۜ ﴿١٣٣﴾
133: Şüphesiz Lût da peygamberlerimizden biriydi.

اِذْ نَجَّيْنَاهُ وَاَهْلَهُٓ اَجْمَع۪ينَۙ ﴿١٣٤﴾
134: Biz onu ve kendisine inanan bütün ailesini kurtardık.

اِلَّا عَجُوزًا فِي الْغَابِر۪ينَ ﴿١٣٥﴾
135: Ancak gerideki inkârcılar arasında bulunan yaşlı bir kadın hariç!

ثُمَّ دَمَّرْنَا الْاٰخَر۪ينَ ﴿١٣٦﴾
136: Sonra geride kalan o inkârcıları helâk ettik.

وَاِنَّكُمْ لَتَمُرُّونَ عَلَيْهِمْ مُصْبِح۪ينَۙ ﴿١٣٧﴾
137: Siz, yolculuğunuz esnâsında sabahları yıkılmış şehirlerinin harâbelerine uğruyorsunuz.

وَبِالَّيْلِۜ اَفَلَا تَعْقِلُونَ۟ ﴿١٣٨﴾
138: Geceleri de. Hâlâ aklınızı kullanıp bunlardan ibret almayacak mısınız?
Tefsir
Hz. Lût’un ibretli kıssası Kur’an’da çok tekrar edilir. O, Sodom ve Gomore’ye peygamber olarak vazifelendirildi. Büyük bir cehd ve gayretle çalışmasına rağmen halk bir türlü alıştıkları günah ve taşkınlıkları bırakmadılar. Sonunda büyük bir felaket ile helak edildiler. Ancak kendisi ve ona iman eden bir avuç insan kurtuldu. Hatta yaşlı hanımı bile helak edilenler arasında kaldı. Araplar, ticaretleri vesilesiyle bazan sabah bazan akşam uğradıkları Sodom ve Gomore’de Lut kavminin helak kalıntılarını görürlerdi. İşte bunlardan ibret alıp, akıllarını çalıştırmaları ve Resûlullah Efendimiz (s.a.s.)’e inanmaları istenmektedir. (bk. A‘râf 7/80-84; Hûd 11/77-83; Hicr 15/58-77)

وَاِنَّ يُونُسَ لَمِنَ الْمُرْسَل۪ينَۜ ﴿١٣٩﴾
139: Doğrusu Yûnus da peygamberlerimizden biriydi.

اِذْ اَبَقَ اِلَى الْفُلْكِ الْمَشْحُونِۙ ﴿١٤٠﴾
140: Hani o, sahibinden kaçmış köle gibi, Rabbinden izinsiz vazîfe yerinden ayrılmış ve dolu bir gemiye kendini atmıştı.

فَسَاهَمَ فَكَانَ مِنَ الْمُدْحَض۪ينَۚ ﴿١٤١﴾
141: Sonra yolcular arasında kur‘a çektiler; Yûnus kur‘ayı kaybederek denize atıldı.

فَالْتَقَمَهُ الْحُوتُ وَهُوَ مُل۪يمٌ ﴿١٤٢﴾
142: Onu büyük bir balık yutuverdi; bu sırada Yûnus, pişmanlık içinde kendisini kınayıp duruyordu.

فَلَوْلَٓا اَنَّهُ كَانَ مِنَ الْمُسَبِّح۪ينَۙ ﴿١٤٣﴾
143: Eğer o, Allah’ı her dâim tesbih eden kullardan olmasaydı,

لَلَبِثَ ف۪ي بَطْنِه۪ٓ اِلٰى يَوْمِ يُبْعَثُونَ ﴿١٤٤﴾
144: Elbette insanların yeniden diriltileceği güne kadar o balığın karnında kalacaktı.

فَنَبَذْنَاهُ بِالْعَرَٓاءِ وَهُوَ سَق۪يمٌۚ ﴿١٤٥﴾
145: Sonra onu hasta ve yorgun bir halde ağaçsız, ıssız bir sahile attık.

وَاَنْبَتْنَا عَلَيْهِ شَجَرَةً مِنْ يَقْط۪ينٍۚ ﴿١٤٦﴾
146: Üzerine gölge yapması için asma kabak cinsinden bir ağaç bitiriverdik.

وَاَرْسَلْنَاهُ اِلٰى مِائَةِ اَلْفٍ اَوْ يَز۪يدُونَۚ ﴿١٤٧﴾
147: Biz onu sayıları yüz bine ulaşan, hatta gittikçe artan halkına yeniden gönderdik.

فَاٰمَنُوا فَمَتَّعْنَاهُمْ اِلٰى ح۪ينٍۜ ﴿١٤٨﴾
148: Onlar bu defa iman ettiler; biz de kendilerini belli bir süreye kadar nimetlerimizden faydalandırdık.
Tefsir
Hz Yûnus Ninova halkına gönderilmiş bir peygamberdir. Ninova ahâlîsi putlara tapıyorlardı. Çok zâlimdiler. Yûnus (a.s.) onları tevhîde davet etmeye başlayınca, kendisine çok az kimse iman etti. Diğerleri iman etmeyip hatta ona türlü ezâ ve cefâda bulundular. Hz. Yûnus ise, onların yaptıklarına tahammül ve sabır gösteriyor, kendilerini yine merhametle tevhîde davet ediyordu. Allah’ın azâbının çetin olduğunu hatırlatıyordu. Fakat Yûnus (a.s.) kavminin inkârcı ve inatçı hâllerine son derece üzüldüğünden daha fazla dayanamayıp, Rabbinden izin almadan aralarından ayrıldı. Yalnız bu ayrılış, ne tebliğ vazîfesinden kaçma, ne de bu vazîfeyi verene baş kaldırmaydı. Sadece yüce davete uymayan âsî bir kavimden, henüz vakti gelmeden önce uzaklaşmaydı.
Hz. Yûnus şehirden ayrılınca Dicle nehrinin kenarına geldi. Bir gemiye bindi. Gemi, hareket ettikten bir müddet sonra suyun ortasında durdu. Onu bir türlü yürütemediler. Batacakları endişesiyle durumu uğursuzluk sayarak gemide günahkâr birinin olduğunu düşündüler. Bunun kim olduğu hususunda kur‘a çektiler. Kur‘a Hz. Yûnus’a çıktı. O da başına gelen bu işin bir imtihân olduğunu fark ederek tevekkülle suçu üstlendi. Ancak gemidekiler, onun hâlinden sâlih bir kimse olduğunu anlayarak kur‘ayı birkaç defa yenilediler. Fakat hepsinde de netîce Yûnus (a.s.)’a çıktı. Nihâyet çâresiz bir şekilde Yûnus’u suların içine bıraktılar. Onu büyük bir balık yuttu. Bu sırada Yûnus, yaptığına pişmanlık duyuyor, kendini sorguluyor, nefsini kınayıp duruyordu. Ama o artık bir balığın karnındaydı. Orası pek karanlık bir yerdi. Kendisi ise henüz hayatta, şuuru da yerindeydi. Cenâb-ı Hak balığa, Yûnus’u yaralamamasını ve onun kemiklerine zarar vermemesini emretti.
Yûnus (a.s.), ilâhî takdire rızâ göstererek Rabbine teslîm oldu. Denizin ortasında, balığın karnında, üstüste karanlıklar içinde pek derin bir hüzünle hâlini Rabbine şöyle arz etti: “Senden başka ilâh yoktur. Sen her türlü kusurdan, eşi-ortağı olmaktan uzaksın. Şüphesiz ben kendine yazık edenlerden oldum!” (Enbiyâ 21/87)
Yûnus (a.s.), içinde bulunduğu bu zor ve sıkıntılı şartlar altında, her zaman olduğundan daha fazla Cenâb-ı Hakk’ı tesbih ve zikre devam etti. İstiğfâr ve dua ile meşgûl oldu. Onun bu hâlini gören melekler, kendisi affetmesi için Allah’a yalvardılar. Sonunda Cenâb-ı Hak, Yûnus’un da “Senden başka ilâh yoktur. Sen her türlü kusurdan, eşi-ortağı olmaktan uzaksın. Şüphesiz ben kendine yazık edenlerden oldum!” (Enbiyâ 21/87) diye çokça tesbihi üzerine bu mübârek peygamberinin işlediği zelleyi affetti. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“Biz de onun duasını kabul buyurduk; kendisini gam ve kederden kurtardık. İşte biz mü’minleri böyle kurtarırız.” (Enbiyâ 21/88)
Bu affın yegâne sebebi ise, Hz. Yûnus’un Cenâb-ı Hakk’ı hiç unutmaması ve çokça tesbihiydi:
“Eğer o, Allah’ı her dâim tesbih eden kullardan olmasaydı, elbette insanların yeniden diriltileceği güne kadar o balığın karnında kalacaktı.” (Saffât 37/143-144)
Nihâyet, Yûnus (a.s.)’ı karnında büyük bir emânet olarak taşıyan balık, Allah’ın emri ile O’nu sahile bıraktı. Sahile bırakıldığında, pek zayıflamış, bitkin, hasta ve himâyeye muhtaçtı. Vücûdu pelte hâlindeydi. Hava da oldukça sıcaktı. Allah Teâlâ, onu güneşin yakıcı sıcağından koruyacak geniş yapraklı bir bitki, asma kabağı bitirdi. Onun gölgesinde sinek türünden bir haşarat da yoktu. Orada kendisini biraz toparlayan Yûnus Peygamber tekrar Ninova’ya yöneldi. Kendisine, kavminin inanıp tevbekâr olduğu ve böylece Allah’ın kendilerini affettiği bildirildi. Şimdi herkesin onu, ilâhî emirleri bildirmek üzere gelmesini beklediği haber verildi.
Yûnus (a.s.)’ın döndüğünü haber alan kavmi, hemen O’nun yanına geldiler. Onu hasretle kucaklayıp özürler dilediler. Hz. Yûnus da, af ve müsâmaha ile davranarak onlara Allah’ın emir ve yasaklarını öğretti. Bundan sonra kavmi, Allah’a ve peygamberine itâat hâlinde, mesut ve iyilik üzere bir hayat yaşadılar. Bu husus, Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle anlatılır:
“Azabı gördükten sonra iman edip de imanlarının faydasını gören hiçbir memleket halkı olmamıştır. Ancak Yûnus’un kavmi hâriç. Onlar iman edince, biz de dünya hayatındaki o alçaltıcı azâbı kendilerinden kaldırdık ve onları belli bir süreye kadar dünya nimetlerden faydalandırdık.” (Yûnus 10/98)
İslâm dinini tebliğle vazifeli insanlara, sabırlı, sâkin ve azimli hareket etmek düşer. Hz. Yûnus, kavminden son derece bîzâr olduğu için eleminin şiddeti sebebiyle ilâhî vahyi bekleyemeden oradan ayrılmıştı. Bu ise, bir bakıma sabırsızlık ve acelecilik olmuştu. Zor şartlar içersinde bile olsa, böyle bir davranış, kendisi için bir zelle idi. Resûlullah (s.a.s.) ise, Mekke müşriklerinin zulüm, eziyet ve cefâlarına tahammül etmiş, hicret hakkında ilâhî emir gelinceye kadar sabırla beklemiştir. Nihâyet Allah Teâlâ ona:
“Rasûlüm! Şöyle dua et: «Rabbim! Benim gireceğim yere doğrulukla girmemi, çıkacağım yerden doğrulukla çıkmamı nasip eyle; yüce katından bana yardımcı bir güç, kuvvetli bir delil ver!»” (İsrâ 17/80) emriyle hicrete izin vermiş, Efendimiz de bu izinden sonra hicret etmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak, Yûnus (a.s.)’ı misal vererek Resûlullah (s.a.s.)’den risâlet vazîfesindeki sıkıntılara sabretmesi hususunda şöyle buyurur:
“Rasûlüm! Sen Rabbinin hükmünü sabırla bekle; balığın arkadaşı Yûnus gibi olma. Hani o pişmanlık ve acıyla yutkunarak Rabbine yalvarmıştı. Eğer Rabbinden bir lutuf imdâdına yetişmeseydi, elbette o kınanmış, değersiz bir kimse olarak ıssız bir arâziye atılıp gidecekti. Fakat Rabbi onu seçti ve onu sâlih kullarından kıldı.” (Kalem 68/48-50)
O hâlde ey Rasûlüm! Anlatılan peygamber kıssalarından gerekli dersi alarak tebliğine devam et. Müşriklerle yaptığın mücâdelede bıkkınlık gösterme, geri
adım atma: Kaynak: Ömer Çelik Tefsiri
فَاسْتَفْتِهِمْ اَلِرَبِّكَ الْبَنَاتُ وَلَهُمُ الْبَنُونَۙ ﴿١٤٩﴾
149: Müşriklere sor: “Kızlar Rabbinin de, erkek çocuklar onların mı?”

اَمْ خَلَقْنَا الْمَلٰٓئِكَةَ اِنَاثًا وَهُمْ شَاهِدُونَ ﴿١٥٠﴾
150: Yoksa biz melekleri dişi olarak yaratmışız da, onlar buna şâhit mi olmuşlar?

اَلَٓا اِنَّهُمْ مِنْ اِفْكِهِمْ لَيَقُولُونَۙ ﴿١٥١﴾
151: Haberiniz olsun ki onlar, sırf iftirâ ederek diyorlar:

وَلَدَ اللّٰهُۙ وَاِنَّهُمْ لَكَاذِبُونَ ﴿١٥٢﴾
152: “Allah çocuk edindi!” Hiç şüphesiz onlar yalancıların tâ kendileridir.

اَصْطَفَى الْبَنَاتِ عَلَى الْبَن۪ينَۜ ﴿١٥٣﴾
153: Ne yani, Allah kızları erkek çocuklara tercih mi etmiş?

مَا لَكُمْ۠ كَيْفَ تَحْكُمُونَ ﴿١٥٤﴾
154: Ne oluyor size? Ne biçim hüküm veriyorsunuz?

اَفَلَا تَذَكَّرُونَۚ ﴿١٥٥﴾
155: Hiç aklınızı başınıza alıp düşünmüyor musunuz?

اَمْ لَكُمْ سُلْطَانٌ مُب۪ينٌۙ ﴿١٥٦﴾
156: Yoksa elinizde kesin bir deliliniz, bir dayanağınız mı var?

فَأْتُوا بِكِتَابِكُمْ اِنْ كُنْتُمْ صَادِق۪ينَ ﴿١٥٧﴾
157: Eğer doğru söylüyorsanız, haydi getirin o kitabınızı!
Tefsir
Müşriklerin meleklerle alakalı bir takım yanlış inançları vardı. Meleklerin Allah’ın kızları olduğunu söylüyor ve onlara tapıyorlardı. Taptıkları heykeller, aslında bu gibi ruhî varlıkların sembolleri idi.
Onların inançları şu açılardan yanlıştı:
› Çocuk edinmekten pak ve uzak olan Allah’a çocuk isnat ediyor, böylece Allah’ı cismanî bir varlık olarak düşünüyorlardı. Çünkü çocuk edinmek ancak cismanî varlıklara has bir durumdur.
› Melekler sadece Allah’ın emirlerini yerine getiren, erkeklik ve dişilikleri olmayan nuranî varlıklar iken, onların dişi ve Allah’ın kızları olduğunu söylüyorlardı. Böylece de melekleri aşağılamış oluyorlardı.
› Kendileri kız çocuklarına sahip olmaktan hoşlanmazken, hatta diri diri toprağa gömecek kadar onlardan nefret ederken, tutup bunları Allah’a nispet etmeleri, Cenâb-ı Hakk’a en büyük bir saygısızlıktı. Bir bakıma kendilerini –hâşâ- Allah’tan daha üstün bir seviyede görüyorlardı.
Böyle düşünmelerinin ne aklî bir tutarlılığı ne de naklî bir delili vardı. Dolayısıyla bu âyetlerde onların bu yanlış inançları gerçekten son derece sert bir üslupla reddedilmektedir.
وَجَعَلُوا بَيْنَهُ وَبَيْنَ الْجِنَّةِ نَسَبًاۜ وَلَقَدْ عَلِمَتِ الْجِنَّةُ اِنَّهُمْ لَمُحْضَرُونَۙ ﴿١٥٨﴾
158: Bir de kalkıp Allah ile cinler-melekler arasında bir soy bağı uydurdular. Oysa melekler çok iyi biliyor ki, bu tür iftirâda bulunanlar toplanıp hesapları görülmek üzere Allah’ın huzuruna çıkarılacak ve cehenneme atılacaklardır.

سُبْحَانَ اللّٰهِ عَمَّا يَصِفُونَۙ ﴿١٥٩﴾
159: Allah, onların bu asılsız yakıştırmalarından çok uzaktır, yücedir!
Tefsir
Bu âyetlerin tefsiriyle ilgili şu izahlara yer vermek mümkündür:
Burada kullanılan “cinler” ifadesinden maksat, görünmez varlıklar olmaları sebebiyle meleklerdir. Buna göre âyet, melekleri Allah’ın kızları sanan anlayışı kınar. Meleklerin, kendilerini Allah’ın kızı sanan müşriklerin yakalanıp cehenneme atılacaklarını bildikleri, dolayısıyla böyle yanlış bir inanca onay vermelerinin mümkün olmadığı hatırlatılır.
Âyette “nesep” ile ortaklık kastedilmiştir. Dolayısıyla âyet-i kerîme, müşriklerin cinleri Allah’a ortak koşmalarını ve onlara tapmalarını kasteder. “Müşrikler, tuttular cinleri Allah’a ortak koştular” (En‘âm 6/100) âyeti bunu haber verir.
“Nesep” ile akrabalık kastedilmiştir. Müşrikler Allah’ın –hâşâ- cinlerle evlendiğini ve bu evlilikten meleklerin dünyaya geldiğini söylüyorlardı. Bu görüş, âyetlerin muhtevasına daha uygun düşer. Buna göre cinlerin, günah işledikleri takdirde yakalanıp cehenneme atılacaklarını bildikleri; dolayısıyla hesaba çekilip işlediği günahtan ötürü cehenneme atılacak varlıkların ilâh olamayacakları ve kendilerini dahi kurtarmaktan aciz olan varlıklara tapmanın tutarsızlığı vurgulanır.
اِلَّا عِبَادَ اللّٰهِ الْمُخْلَص۪ينَ ﴿١٦٠﴾
160: Ancak Allah’ın ihlâsa erdirdiği kulları hariç! Onlar böyle yakıştırmalarda bulunmaz; aksine Rablerini şânına lâyık sıfatlarla yüceltirler.

فَاِنَّكُمْ وَمَا تَعْبُدُونَۙ ﴿١٦١﴾
161: Ey müşrikler! Siz de, taptıklarınız da,

مَٓا اَنْتُمْ عَلَيْهِ بِفَاتِن۪ينَۙ ﴿١٦٢﴾
162: Allah’a karşı kimseyi azdırıp yoldan çıkaracak bir kuvvete sahip değilsiniz.

اِلَّا مَنْ هُوَ صَالِ الْجَح۪يمِ ﴿١٦٣﴾
163: Siz ancak ille de cehennemi boylayıp orada kavrulmak isteyen azgınları saptırabilirsiniz.

وَمَا مِنَّٓا اِلَّا لَهُ مَقَامٌ مَعْلُومٌ ﴿١٦٤﴾
164: Melekler şöyle der: “Bizim her birimizin Allah katında belli bir makamı ve vazîfesi vardır.”

وَاِنَّا لَنَحْنُ الصَّٓافُّونَۚ ﴿١٦٥﴾
165: “O’nun emrini alıp yerine getirmek için bizler saf saf dizilmiş beklemekteyiz.”

وَاِنَّا لَنَحْنُ الْمُسَبِّحُونَ ﴿١٦٦﴾
166: “Biz, Allah’ın her türlü eksiklik ve ortaktan uzak olduğunu sürekli ikrar ve ilan etmekteyiz.”
Tefsir
Sûrenin girişinde Allah’ın huzurunda saf saf duran, O’nun emrini bekleyen ve aldığı emri yerine getiren meleklerden bahsedilmişti. Burada meleklerin dilinden bu hususa tekrar yer verilir. Maksat, müşriklerin önceki âyetlerde bahsedilen meleklerle alakalı düşüncelerinin yanlışlığını haber verip, meleklerle Allah arasında bir nesep bağı değil Rab-kul münâsebeti bulunduğunu beyân etmektir. Melekler ilâh değil, tek ilâh olan Allah’ın kullarıdır. O’na itaat eder, O’ndan emir almadan konuşmazlar ve yalnızca O’nun emri ile hareket ederler. (bk. Enbiyâ 21/27) Her bir meleğin Allah katında belli bir makamı, hizmet ettiği belli bir yeri vardır; onu da aşıp ileri gidemezler. Rivayete göre Miraç gecesi Sidre-i Müntehâ’da iken Cebrâil biraz geri durunca, Efendimiz (s.a.s.): “Burada benden ayrılacak mısın?” diye sormuştu. O da: “Bulunduğum bu noktadan daha ileri gidemem”, diye cevap vermiş, Yüce Allah da meleklerin söylediği bir sö­zü nakletmek üzere: “Bizim her birimizin Allah katında belli bir makamı ve vazifesi vardır” (Saffât 37/164) âyetlerini indirmiştir. (Kurtubî, el-Câmi‘, XV, 90)
Melekler hizmet ve ibâdet menzillerinde taat için saf saf dururlar. Allah’ı tesbih eder, O’nu noksan sıfatlardan tenzih ederler. Nitekim Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur:
“Gökte üze­rinde secde eden yahut ayakta ibâdet eden bir meleğin bulunmadı­ğı bir ayak basacak kadar bir yer dahi yoktur.” (Heysemî, Mecme‘u’z-zevâid, X, 358)
“Gerçekten ben sizin görmediklerinizi görüyor, duymadıklarınızı duyuyorum. Gök gıcırdıyor, gıcırdaması da hakkıdır. Çünkü orada yüce Allah’a secde etmek için alnını koyan hiçbir meleğin bulunmadığı dört parmaklık bir yer dahi yoktur…” (Tirmizî, Zühd 9/2312)
Allah Teâlâ’ya itaat ve kulluk bakımından meleklerin düzenli saflar halinde olması, mü’minler için de güzel bir numûne teşkil eder. Onlar da aynen melekler gibi, iman, itaat, cemaatle namaz, Allah yolunda cihad gibi dinin emirlerini düzenli saflar halinde yerine getirmeye çalışırlar.
Hz. Ömer (r.a.) da namaza kalktığında: “Saflarınızı doğru ve düzgün tutun. Saflarınızı düzeltin. Şüphesiz Allah sizin de, meleklerin Rableri huzurun­da durdukları gibi durmanızı ister” der, sonra da: “O’nun emrini alıp yerine getirmek için bizler saf saf dizilmiş bekleyenleriz” (Sâffât 37/165) buyruğunu okur, “Ey filan sen geriye git, ey filan sen öne geç” der, sonra da kendisi öne geçer, tekbir alıp namaza dururdu. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XXIII, 134)

 
Kurban
Beiträge: 1.017
Punkte: 651
Registriert am: 19.08.2010


   

Saffat Süresi Meal Ve Tefsiri 7
Saffat Süresi Meal Ve Tefsiri 5

  • Ähnliche Themen
    Antworten
    Zugriffe
    Letzter Beitrag
Anfragen und Anregungen bitte direkt an tiav@hotmail.de adressieren. Vielen Dank!
Xobor Einfach ein eigenes Xobor Forum erstellen
Datenschutz