Saffat Süresi Meal Ve Tefsiri 4
اِنَّهُمْ اَلْفَوْا اٰبَٓاءَهُمْ ضَٓالّ۪ينَۙ ﴿٦٩﴾
69: Çünkü onlar atalarını yanlış yol üzerinde buldular.
فَهُمْ عَلٰٓى اٰثَارِهِمْ يُهْرَعُونَ ﴿٧٠﴾
70: Ne var ki, kendileri de onların izlerinde koşmaya can atıyorlar.
وَلَقَدْ ضَلَّ قَبْلَهُمْ اَكْثَرُ الْاَوَّل۪ينَۙ ﴿٧١﴾
71: Onlardan önce gelip geçmiş toplumların çoğu da aynı şekilde doğru yoldan sapmıştı.
وَلَقَدْ اَرْسَلْنَا ف۪يهِمْ مُنْذِر۪ينَ ﴿٧٢﴾
72: Biz, onlara da içlerinden uyarıcı peygamberler göndermiştik.
فَانْظُرْ كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الْمُنْذَر۪ينَۙ ﴿٧٣﴾
73: Şimdi bak, o uyarılanların sonu nasıl oldu?
اِلَّا عِبَادَ اللّٰهِ الْمُخْلَص۪ينَ۟ ﴿٧٤﴾
74: Ancak Allah’ın ihlâsa erdirdiği samimi kullar başka!
Tefsir
Önceki toplumların pek çoğu da, aynen müşrikler gibi, peygamberlerin uyarılarına kulak asmamış ve helak edilmişlerdi. İçlerinden ancak, yine Cenâb-ı Hakk’ın nusret ve tevfikiyle, ihlas ve samimiyetle kulluk edenler kurtulmuşlardı. Şimdi buradan itibaren bu hususa daha önce güzerân eden bir kısım peygamberlerin hayatından misaller verilmektedir.
وَلَقَدْ نَادٰينَا نُوحٌ فَلَنِعْمَ الْمُج۪يبُونَۚ ﴿٧٥﴾
75: Vaktiyle Nûh yardım için bize yalvarmıştı; biz de onun duâsını en güzel bir şekilde kabul buyurduk:
وَنَجَّيْنَاهُ وَاَهْلَهُ مِنَ الْكَرْبِ الْعَظ۪يمِۘ ﴿٧٦﴾
76: Kendisini ve yanındaki mü’minleri o büyük felâketten kurtardık.
وَجَعَلْنَا ذُرِّيَّتَهُ هُمُ الْبَاق۪ينَۘ ﴿٧٧﴾
77: Yeryüzünde yalnız onun ve ona inananların neslini devam ettirdik.
وَتَرَكْنَا عَلَيْهِ فِي الْاٰخِر۪ينَۘ ﴿٧٨﴾
78: Sonraki nesiller arasında onun için güzel bir nâm bıraktık.
سَلَامٌ عَلٰى نُوحٍ فِي الْعَالَم۪ينَ ﴿٧٩﴾
79: Bütün âlemler içinde selâm olsun Nûh’a!
اِنَّا كَذٰلِكَ نَجْزِي الْمُحْسِن۪ينَ ﴿٨٠﴾
80: Biz iyilik eden ve işini güzel yapanları işte böyle mükâfatlandırırız!
اِنَّهُ مِنْ عِبَادِنَا الْمُؤْمِن۪ينَ ﴿٨١﴾
81: Gerçekten o bizim mü’min kullarımızdandı.
ثُمَّ اَغْرَقْنَا الْاٰخَر۪ينَ ﴿٨٢﴾
82: Nûh’u kurtarmamızın ardından, gemiye binmeyip geride kalan kâfirleri de suda boğduk!
Tefsir
Hz. Nûh uzun bir tebliğ döneminden sonra kavminin imana gelmesinden artık ümidini kesmiş ve Yüce Allah’a: “Rabbim ben mağlup oldum; bana yardım et, benim intikamımı al” diye yalvarıp yakarmıştı. (bk. Kamer 54/10) Allah Teâlâ da onun duasına en güzel biçimde icâbette bulunup, kopardığı tufanla kâfirleri helak etmiş ve iman edenleri kurtarmıştı. Ondan sonra insanlık, Hz. Nûh ve beraberinde gemiye binenlerin sulbünden devam etmiştir. Sonra gelen nesiller arasında Hz. Nûh ve ona inananlar hep hayırla anılmış, Cenâb-ı Hakk’ın “Nûh’a selâm olsun” fermanı, çağlar boyu insanların dil ve gönüllerinde hep yankılanmıştır.
وَاِنَّ مِنْ ش۪يعَتِه۪ لَاِبْرٰه۪يمَۢ ﴿٨٣﴾
83: İbrâhim de, Nûh’un izinden gidenlerdendi.
اِذْ جَٓاءَ رَبَّهُ بِقَلْبٍ سَل۪يمٍ ﴿٨٤﴾
84: O, her türlü mânevî hastalıklardan uzak, tertemiz ve bir kalple Rabbine yönelmişti.
اِذْ قَالَ لِاَب۪يهِ وَقَوْمِه۪ مَاذَا تَعْبُدُونَۚ ﴿٨٥﴾
85: Hani o, babasına ve halkına şöyle sormuştu: “Nedir bu taptığınız şeyler?”
اَئِفْكًا اٰلِهَةً دُونَ اللّٰهِ تُر۪يدُونَۜ ﴿٨٦﴾
86: “Sırf bir yalan ve iftirâ olsun diye mi Allah’tan başka ilâhlar peşindesiniz?”
فَمَا ظَنُّكُمْ بِرَبِّ الْعَالَم۪ينَ ﴿٨٧﴾
87: “Peki, başkasına taptığınız halde, huzuruna vardığınızda Âlemlerin Rabbinin size nasıl davranacağıyla ilgili düşünceniz nedir?”
Tefsir
Hz. İbrâhim, Nûh (a.s.)’dan sonra tevhid dinini tebliğ ederek onun yolundan yürüyen bir peygamberdir. Diğer peygamberler de böyledir. İbrâhim (a.s.)’ın sözün başında hemen dikkat çekilen hususiyeti “selim bir kalp” ile Rabbine yönelen bir kul olmasıdır. “Selim kalp”, hülâsa olarak, inkâr, küfür ve şirk gibi yanlış itikatlardan; kibir, gurur, haset, kin, öfke, riya, cimrilik gibi ahlâkî hastalıklardan ve nefsanî aşırılıklardan kurtulmuş; ruhun tekâmül ve terakkisini sağlayacak sâlih amellerin ve güzel davranışların kaynağı, güzel hasletlerle tezyîn olunmuş manevî şahsiyeti ifade eder. İşte Hz. İbrâhim böyle bir üstün şahsiyete sahip olduğundan, kendisine tâbi olanlarla birlikte müslümanlar için “güzel bir numûne” olarak gösterilmiştir. (bk. Mümtehene 60/4)
İbrâhim (a.s.) babasına ve kavmine putperestliğin mânasız, gereksiz ve mesnetsiz sapık bir inanç olduğunu aklî ve mantıkî delillerle ısrarla izah etmeye çalışır. Âlemlerin Rabbi olan Allah varken öyle uydurma tanrılara tapmanın doğru olmadığını söyler. Fakat onları bir türlü iknâ edemez ve söz dinletemez. (bk. En‘âm 6/74-81; Meryem 19/42-47) Bunun üzerine, iyice kronik hâle gelmiş bu probleme farklı bir çözüm üretmek gerektiği üzerinde düşünür. Zihninde bir plan kurarak onu uygulamak için fırsat kollar.
فَنَظَرَ نَظْرَةً فِي النُّجُومِۙ ﴿٨٨﴾
88: Sonra bir bayram gecesi yıldızlara şöyle göz attı:
فَقَالَ اِنّ۪ي سَق۪يمٌ ﴿٨٩﴾
89: “Gerçekten ben hastayım” dedi.
فَتَوَلَّوْا عَنْهُ مُدْبِر۪ينَ ﴿٩٠﴾
90: Halk, kendilerine bulaşır korkusuyla onu bırakıp arkalarını döndüler ve gittiler.
فَرَاغَ اِلٰٓى اٰلِهَتِهِمْ فَقَالَ اَلَا تَأْكُلُونَۚ ﴿٩١﴾
91: İbrâhim fırsatı değerlendirip çaktırmadan putların yanına sokuldu. Önlerine konmuş yemeklerin öylece durduğunu görünce: “Yesenize, niye yemiyorsunuz?” diye sordu.
مَا لَكُمْ لَا تَنْطِقُونَ ﴿٩٢﴾
92: “Neyiniz var sizin, niçin konuşmuyorsunuz?”
فَرَاغَ عَلَيْهِمْ ضَرْبًا بِالْيَم۪ينِ ﴿٩٣﴾
93: Bunun üzerine yanlarına iyice sokulup bütün kuvvetiyle putlara vurmaya başladı, böylece hepsini kırıp geçirdi.
Tefsir
Bir bayram gecesi halkın eğlenmek üzere şehrin dışına gidecek olması, beklediği fırsat için güzel bir kapı araladı. Ailesi, kendileri ile beraber gelmesi için İbrâhim’e teklifte bulundularsa da, İbrâhim, kavminin âdeti olduğu üzere şöyle yıldızlara bakıp, sanki onlardan elde ettiği bir bilgiye dayanıyormuşçasına “gerçekten ben hastayım, herhalde sizinle beraber gelemeyeceğim” demişti. Hatta o dönemde bulaşıcı ve öldürücü bir hastalık olan vebâya tutulduğunu söylemişti. Böyle olunca, hastalığın kendilerine de bulaşmasından korkan putperest halk onu terk edip kaçmışlardı. Şehirde yalnız kalan İbrâhim (a.s.), gizlice putların yanına sokuldu, onların yemeyen ve konuşamayan zavallı yaratıklar olduklarıyla alay etti ve eline geçirdiği balta ile hepsini kırıp parçaladı. (bk. Enbiyâ 21/57-58)
فَاَقْبَلُٓوا اِلَيْهِ يَزِفُّونَ ﴿٩٤﴾
94: Hâdiseyi duyan halk, telaşla ve süratle İbrâhim’in başına üşüştüler. Neden böyle yaptığını sordula
قَالَ اَتَعْبُدُونَ مَا تَنْحِتُونَۙ ﴿٩٥﴾
95: İbrâhim onlara şöyle çıkıştı: “Yoksa siz ellerinizle yonttuğunuz, kendilerini korumaktan âciz bu heykellere mi tapıyorsunuz?”
وَاللّٰهُ خَلَقَكُمْ وَمَا تَعْمَلُونَ ﴿٩٦﴾
96: “Oysa sizi de, yaptığınız şeyleri de yaratan Allah’tır.”
قَالُوا ابْنُوا لَهُ بُنْيَانًا فَاَلْقُوهُ فِي الْجَح۪يمِ ﴿٩٧﴾
97: Onlar ise: “İbrâhim için büyük bir fırın yapıp odunları tutuşturun ve onu alevlerin içine atın” dediler.
فَاَرَادُوا بِه۪ كَيْدًا فَجَعَلْنَاهُمُ الْاَسْفَل۪ينَ ﴿٩٨﴾
98: Böylece ona tuzak kurmaya yeltendiler. Fakat biz heveslerini kursaklarında bırakıp onları perişan ve zelil duruma düşürdük.
Tefsir
Enbiyâ sûresinin 59-71. âyetlerinde daha geniş anlatıldığına göre, bayram şenliğinden dönen halk putların paramparça edilmiş olduğunu görünce, bunu yapanın kim olduğunu araştırdılar. Sonunda o kişinin, putları diline dolayan ve zaman zaman onlara düşmanlığını ilan eden Hz. İbrâhim olabileceğini düşünüp koşarak ona vardılar. Niçin böyle yaptığını sordular. İbrâhim (a.s.) bunun sebebini şöyle açıkladı:
❀ Taptığınız bu putlar, yaratıcı, kudret sahibi, emredici bir özelliğe sahip değildir. Bunlar bizzat kendi ellerinizle yonttuğunuz, yapıp diktiğiniz cansız nesnelerdir. Akıllı ve şerefli varlıklar olan siz insanların bunlara tapmasını doğru bulmadım. Sizi bu zilletten kurtarmak için böyle yaptım.
❀ Sizi de, yaptığınız şeyleri de, dolayısıyla yonttuğunuz bu putların taş, tahta, çivi, harç gibi malzemelerini de yaratan Allah Teâlâ’dır. Sizin putları terk edip gerçek yaratıcıya yönelebilmeniz ve sadece O’na kulluk edebilmeniz için böyle yaptım.
Putperest halk, putlarını kırmakla Hz. İbrâhim’in kendilerine yaptığı iyiliğin kıymetini anlayabilecek bir firâsete sahip değillerdi. Onu cezalandırmaya karar verdiler. Büyük bir fırın yaptılar. İçine odunları doldurup ateş yaktılar. İbrâhim’i alevlerle yanan o ateşin içine attılar. Fakat Cenâb-ı Hak ateşi ona serin ve selâmet kıldı. (bk. Enbiyâ’ 21/69) Kâfirlerin tuzaklarını boşa çıkarıp onları başarısız olanlardan, mücadelede altta kalanlardan ve maksatlarına erişemeyenlerden yaptı.Ömer Çelik
وَقَالَ اِنّ۪ي ذَاهِبٌ اِلٰى رَبّ۪ي سَيَهْد۪ينِ ﴿٩٩﴾
99: İbrâhim karar verdi: “Ben Rabbimin rızâsı için hicret ediyorum. Rabbim beni, kendisine en güzel şekilde kulluk yapabileceğim bir yere elbette ulaştıracaktır” dedi.
رَبِّ هَبْ ل۪ي مِنَ الصَّالِح۪ينَ ﴿١٠٠﴾
100: Ardından da: “Rabbim! Bana sâlihlerden olacak bir erkek çocuk bağışla!” diye duâ etti.
فَبَشَّرْنَاهُ بِغُلَامٍ حَل۪يمٍ ﴿١٠١﴾
101: Biz de ona yumuşak huylu, aklı başında bir oğul müjdeledik.
Tefsir
Hz. İbrâhim, putlara tapmakta ısrar eden günahkâr bir toplum içinde artık daha fazla kalamayacağını anladı. Hicrete karar verdi. Doğduğu ve yaşadığı toprakları terk edip, kalp huzuru içinde Rabbine kulluk edebileceği bir yere gitmeyi istedi. Bu hususta Rabbinin kendine en doğru yolu göstereceğinden emindi. 99. âyet-i kerîme, hicret etmek ve uzlete çekilmek konusunda aslî delillerden biridir. Allah’a layık bir kulluk için hicret ve uzleti tercih eden ilk kişi de Hz. İbrâhim olup Şam topraklarına ve Beyt-i Makdis’e hicret etmiştir.
Bu sırada İbrâhim (a.s.)’ın henüz çocuğu yoktu. Bu sebeple Rabbinden, gurbette teselli bulacağı sâlih bir erkek evlatla kendisine yardım etmesini istedi. Buradan, sâlih olma şartıyla bir babanın Allah’tan erkek çocuk istemesinin doğru ve güzel bir iş olduğu neticesi çıkarılabilir. Cenâb-ı Hak da ona yumuşak huylu, akıllı, uslu, itaatkâr bir erkek çocuk müjdeledi. “Şu ihtiyarlık çağımda bana İsmâil’i ve İshâk’ı lütfeden Allah’a hamdolsun! Elbette Rabbim, duaları hakkiyle işitendir” (İbrâhim 14/39) âyetinden de anlaşılacağı üzere, bu müjdenin tahakkuku hemen değil hayli zaman sonra, Hz. İbrâhim ve hanımının iyice yaşlandığı bir dönemde olmuştur.Allah Teâlâ ilk olarak İbrâhim (a.s.)’a Hacer validemizden oğlu İsmâil’i lütfetti.
فَلَمَّا بَلَغَ مَعَهُ السَّعْيَ قَالَ يَا بُنَيَّ اِنّ۪ٓي اَرٰى فِي الْمَنَامِ اَنّ۪ٓي اَذْبَحُكَ فَانْظُرْ مَاذَا تَرٰىۜ قَالَ يَٓا اَبَتِ افْعَلْ مَا تُؤْمَرُۘ سَتَجِدُن۪ٓي اِنْ شَٓاءَ اللّٰهُ مِنَ الصَّابِر۪ينَ ﴿١٠٢﴾
102: Çocuk büyüyüp de, beraberinde çalışıp çabalayacak yaşa gelince İbrâhim bir gün: “Evlâdım! Son birkaç gecedir rüyâmda seni kurban etmem gerektiğini görüyorum. Ne dersin, bir düşün bakayım?” dedi. Çocuk hiç tereddüt etmeden: “Babacığım! Sana emredilen neyse onu yap; inşallah beni sabredenlerden bulacaksın” diye cevap verdi.
فَلَمَّٓا اَسْلَمَا وَتَلَّهُ لِلْجَب۪ينِۚ ﴿١٠٣﴾
103: İkisi de Allah’ın emrine tam mânasıyla teslim olmuştu. İbrâhim oğlunu sağ şakağı üzerine yere yatırdı.
وَنَادَيْنَاهُ اَنْ يَٓا اِبْرٰه۪يمُۙ ﴿١٠٤﴾
104: Kendisine: “Ey İbrâhim!” diye seslendik.
قَدْ صَدَّقْتَ الرُّءْيَاۚ اِنَّا كَذٰلِكَ نَجْزِي الْمُحْسِن۪ينَ ﴿١٠٥﴾
105: “Gerçekten sen gördüğün rüYanin gereğini yerine getirdin. Biz, iyilik eden ve işini güzel yapanları işte böyle mükâfatlandırırız.”
اِنَّ هٰذَا لَهُوَ الْبَلٰٓؤُ۬ا الْمُب۪ينُ ﴿١٠٦﴾
106: Hiç şüphe yok ki bu apaçık bir imtihandı.
وَفَدَيْنَاهُ بِذِبْحٍ عَظ۪يمٍ ﴿١٠٧﴾
107: Oğlunun canına bedel olarak, ona büyük bir kurbanlık verdik.
Tefsir
Hz. İbrâhim, Hacer ve İsmâil’i Allah’ın emriyle o dönemde ıssız bir vadi olan, kimsenin bulunmadığı Mekke’de Kâbe’nin yanına yerleştirdi, dua edip geri döndü. (bk. İbrâhim 14/37) Arada bir, onların yanına uğruyordu. Bir seferinde Mekke’de bir rüyâ gördü. Rüyâsında, âyette buyrulduğu gibi İsmâil’i kurban ediyordu. Hz. İbrâhim, rüyâ şeytânî mi, Rabbânî mi diye şüphelendi. Ancak aynı rüyâ üç gün üst üste devam etti. Bu günler, hac mevsiminin tevriye, arefe ve bayramın birinci günü idi. İsmâil (a.s.) koşup oynayacak, babasının yanında çalışıp çabalayacak yaşa gelmiş, hayâtının en sevimli çağını yaşıyordu. İbrâhim’in, Allah’a verdiği sözü yerine getirmesi için, oğlu İsmâil’i kurban etmesi gerekiyordu.
Hz. İbrâhim gördüğü rüyayı henüz hayatının baharında olan biricik yavrusu sevimli İsmâil’e açınca, o peygamber namzedi çocuğun verdiği cevap Allah’a teslimiyetin zirve noktalarını gösteren ve çağlar boyu mü’min gönüllerde “Âh teslimiyet!” ateşini alevlendiren bir mâhiyet arz ediyordu:
“- Babacığım! Emrolunduğunu yap; inşallah beni sabredenlerden bulursun. Bıçağını iyi bileyle ki hemen kessin. Böylece can vermek daha kolay olur. Bıçağı çekerken de yüzüme bakma. Belki babalık şefkati ile Allah’a olan sözünü geciktirebilirsin. Senden ayrılınca Rabbime, dünya nimetlerinden ayrılınca cennete kavuşacağım. Benim asıl hüznüm, canımı vermem değil, kendi elinle kurban ettiğin evlâdının acısını ve hasretini ömür boyu unutamayacak olmanadır…” dedi.
Baba-oğul, bu şekilde Allah’ın emrine tam bir teslîmiyet gösterdiler. İbrâhim (a.s.) ciğerparesini kurban etmek üzere büyük bir azim ve kararlılıkla sağ şakağı üzerine yatırdı. Tam kurban edecekken Cebrâil (a.s.) yetişti. Bıçağı köreltip kesmez hale getirdi. Cenâb-ı Hak İbrâhim’e rüyâsına sadakat gösterdiğini, gereğini tam olarak yerine getirmede samimi davrandığını, hele o yaşlılık döneminde evladına olan muhabbetinin Allah’ın emrini yerine getirmesine mani olmadığını, tam bir iman ve teslimiyet imtihanından geçip bunu kazandığını haber erdi. Ardından Cebrâil (a.s.) cennetten kurban edilecek büyük bir koç indirdi. (bk. Hâkim, el-Müstedrek, II, 605-606; Taberî, Târih, I, 263-278)İbrâhim (a.s.), oğlu ve hanımıyla birlikte Allah’a kulluk yolunda böyle zor soruların imtihanını başarıyla verdi.