Hakka Süresi Meal Ve Tefsiri 1

#1 von Kurban , 04.04.2022 06:21

Hakka Süresi Meal Ve Tefsiri

وَاَمَّا مَنْ اُو۫تِيَ كِتَابَهُ بِشِمَالِهٖ فَيَقُولُ يَا لَيْتَنٖي لَمْ اُو۫تَ كِتَابِيَهْۚ ﴿٢٥﴾
Kitabı sol tarafından verilene gelince o, “Keşke” der, “Bana kitabım verilmeseydi
وَلَمْ اَدْرِ مَا حِسَابِيَهْۚ ﴿٢٦﴾
verilmeseydi de hesabımın ne olduğunu bilmeseydim!

يَا لَيْتَهَا كَانَتِ الْقَاضِيَةَۚ ﴿٢٧﴾
﴾27﴿ Keşke ölümüm her şeyi bitirseydi!

مَٓا اَغْنٰى عَنّٖي مَالِيَهْۚ ﴿٢٨﴾
﴾28﴿ Malım bana hiç fayda sağlamadı;

هَلَكَ عَنّٖي سُلْطَانِيَهْۚ ﴿٢٩﴾
﴾29﴿ Güç ve saltanatım elimden çıkıp gitti.”
Tefsir
Kişinin amel defterinin sol tarafından verilmesi onun dünya hayatında Allah’ın emrine uygun hareket etmediğini, dürüst ve erdemli bir hayat yaşamadığını, dolayısıyla sicilinin bozuk olduğunu gösterir. Bu durumdaki biri dünyada yaptıklarını amel defterinde görünce kendisinin cezalandırılacağını anlar, bu sebeple amel defterinin kendisine verilmesini ve içinde yazılmış olanları görmek istemez, ölümle her şeyin bitmiş olmasını temenni eder. Böyle bir temenni orada bir işe yaramayacağı gibi, dünyada helâl haram demeden biriktirmiş olduğu malı da kendisine verilecek cezayı önlemeyecektir. Artık mal, mülk, saltanat, makam, güç vb. dünyaya ait ne varsa hepsi yok olup gitmiş, sadece insanın olumlu veya olumsuz inanç ve amelleri kalmıştır.Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 5 Sayfa: 447

خُذُوهُ فَغُلُّوهُۙ ﴿٣٠﴾
﴾30﴿ (Ve şöyle emredilir:) Onu yakalayıp bağlayın;

ثُمَّ الْجَحٖيمَ صَلُّوهُۙ ﴿٣١﴾
﴾31﴿ Sonra onu alevli ateşe atın!

Tefsir
Amel defteri solundan verilen kimsenin hesabı görüldükten sonra Allah Tealâ görevli meleklere o günahkârın ellerini boynuna bağlayıp cehenneme götürmelerini, sonra da suçlulara ait uzun zincirdeki yerine bağlanmalarını emreder. Müfessirler “Sonra da onu yetmiş arşın uzunluğunda bir zincire dizin!” meâlindeki 32. âyette geçen sayıyı çokluktan kinaye olarak yorumlamışlardır (bk. Râzî, XXX, 114). Âhiret hayatı gayb âleminden olduğu için Allah orası ile ilgili bilgileri dünyadaki kullarına temsilî olarak anlatmaktadır. Râzî, bunun benzeri başka bir âyetin (bk. İbrâhim 14/49) tefsirinde bu tür ifadelerin, günahkârların kendi eylem ve eğilimlerini, sonuç olarak öte dünyada topluca içine düşecekleri genel umutsuzluğu dile getiren bir mecaz olduğunu ileri sürmüştür (XIX, 148; Esed, II, 512). 33-34. âyetler günahkârın zincire vurulmasının sebebini açıklamaktadır ki o da Allah’a inanmaması ve yoksula yedirmeyi teşvik etmemesi, yani bencil duygularını aşarak başkalarının sıkıntılarını paylaşma olgunluğunu sergileyememesidir. Yoksulu gözetme konusundaki duyarsızlığın, kişinin zincirlere vurulmasının ana sebeplerinden biri olarak Allah’a inançsızlığın hemen ardından zikredilmesi, İslâm’ın paylaşmaya, sosyal adalete verdiği önemi gösterir. 35. âyet, inkârcılara âhirette yardım veya şefaat edecek hiç kimsenin bulunmayacağına, dünyada kendilerine yardım edip menfaat sağlayan dostların da kendileri için hiçbir şey yapamayacaklarına, bu sebeple dünyada yaptıklarına pişman olup ümitsizliğe kapılacaklarına işaret etmektedir. “Yananların akıntısı” diye tercüme ettiğimiz 36. âyetteki gıslîn kelimesine müfessirler, “cehennemliklerin yediği bir bitki, en kötü yemek, cehennemliklerin yanan bedenlerinden akan akıntı” mânalarını vermişlerdir (bk. Şevkânî, V, 328). İbn Abbas gıslîn kelimesinin ne anlama geldiğini bilmediğini ifade etmiştir (bk. Râzî, XXX, 116). 36-37. âyetler dünyada Allah’a isyan edenlerin âhiretteki beslenmelerinin bile azap olduğunu göstermektedir.

ثُمَّ فٖي سِلْسِلَةٍ ذَرْعُهَا سَبْعُونَ ذِرَاعاً فَاسْلُكُوهُؕ ﴿٣٢﴾
﴾32﴿ Sonra da (diğerleriyle birlikte) onu yetmiş arşın uzunluğunda bir zincire dizin!

اِنَّهُ كَانَ لَا يُؤْمِنُ بِاللّٰهِ الْعَظٖيمِۙ ﴿٣٣﴾
﴾33﴿ Çünkü o, ulu Allah’a iman etmezdi;

وَلَا يَحُضُّ عَلٰى طَعَامِ الْمِسْكٖينِؕ ﴿٣٤﴾
﴾34﴿ Yoksulu doyurmayı özendirmezdi.

فَلَيْسَ لَهُ الْيَوْمَ هٰهُنَا حَمٖيمٌۙ ﴿٣٥﴾
﴾35﴿ Bu sebeple bugün burada onun candan bir dostu yoktur.

وَلَا طَعَامٌ اِلَّا مِنْ غِسْلٖينٍۙ ﴿٣٦﴾
﴾36﴿ Yananların akıntısından başka yiyeceği de yoktur!

لَا يَأْكُلُهُٓ اِلَّا الْخَاطِؤُ۫نَࣖ ﴿٣٧﴾
﴾37﴿ Onu da günahkârlardan başkası yemez.
Tefsir
Müfessirler “Sonra da onu yetmiş arşın uzunluğunda bir zincire dizin!” meâlindeki ifadede geçen sayıyı çokluktan kinaye olarak yorumlamışlardır (bk. Râzî, XXX, 114). Âhiret hayatı gayb âleminden olduğu için Allah orası ile ilgili bilgileri dünyadaki kullarına temsilî olarak anlatmaktadır. Râzî, bunun benzeri başka bir âyetin (bk. İbrâhim 14/49) tefsirinde bu tür ifadelerin, günahkârların kendi eylem ve eğilimlerini, sonuç olarak öte dünyada topluca içine düşecekleri genel umutsuzluğu dile getiren bir mecaz olduğunu belirtmiştir (XIX, 148; ayrıca bk. Esed, II, 512). 33-34. âyetler günahkârın zincire vurulmasının sebebini açıklamaktadır ki o da Allah’a inanmaması ve yoksula yedirmeyi teşvik etmemesi, yani bencil duygularını aşarak başkalarının sıkıntılarını paylaşma olgunluğunu sergileyememesidir. Yoksulu gözetme konusundaki duyarsızlığın, kişinin zincirlere vurulmasının ana sebeplerinden biri olarak Allah’a inançsızlığın hemen ardından zikredilmesi, İslâm’ın yoksullukla mücadeleye, paylaşmaya, sosyal adalete verdiği önemi gösterir. 35. âyet, inkârcılara âhirette yardım veya şefaat edecek hiç kimsenin bulunmayacağına, dünyada kendilerine yardım edip menfaat sağlayan dostların da kendileri için hiçbir şey yapamayacaklarına, bu sebeple dünyada yaptıklarına pişman olup ümitsizliğe kapılacaklarına işaret etmektedir.
“Yananların akıntısı” diye tercüme ettiğimiz 36. âyetteki gıslîn kelimesine müfessirler, “cehennemliklerin yediği bir bitki, en kötü yemek, cehennemliklerin yanan bedenlerinden akan akıntı” mânalarını vermişlerdir (bk. Şevkânî, V, 328). İbn Abbas gıslîn kelimesinin ne anlama geldiğini bilmediğini ifade etmiştir (bk. Râzî, XXX, 116). 36-37. âyetler dünyada Allah’a isyan edenlerin âhiretteki beslenmelerinin bile azap olduğunu göstermektedir.

فَلَٓا اُقْسِمُ بِمَا تُبْصِرُونَۙ ﴿٣٨﴾

وَمَا لَا تُبْصِرُونَۙ ٣٩﴾
﴾38-39﴿ Görebildikleriniz ve göremedikleriniz üzerine yemin ederim ki,

اِنَّهُ لَقَوْلُ رَسُولٍ كَرٖيمٍۚ ﴿٤٠﴾
﴾40﴿ Kur’an elbette değerli bir elçinin sözüdür.

وَمَا هُوَ بِقَوْلِ شَاعِرٍؕ قَلٖيلاً مَا تُـؤْمِنُونَۙ ﴿٤١﴾
﴾41﴿ O bir şair sözü değildir. Ne de az inanıyorsunuz!

وَلَا بِقَوْلِ كَاهِنٍؕ قَلٖيلاً مَا تَذَكَّرُونَؕ ﴿٤٢﴾
﴾42﴿ O bir kâhin sözü de değildir. Ne de az düşünüyorsunuz!

تَنْزٖيلٌ مِنْ رَبِّ الْعَالَمٖينَ ﴿٤٣﴾
﴾43﴿ O, âlemlerin rabbi tarafından indirilmiştir.
Tefsir
“Görebildikleriniz ve göremedikleriniz” ifadesi, varlık âleminde, görüleni ve görülemeyeni ile üzerine yemin edilmeye değer ne varsa tamamını, meselâ yüce Allah’ın zâtı, sıfatları ve evrende O’nun kudretini gösteren maddî ve mânevî varlıkları, yer ve gök cisimlerini, insanlar, melekler, cinler, âhiret âlemi vb. varlıkları kapsamaktadır.
Kur’an’ı tebliğ eden Hz. Peygamber’e müşriklerden bazıları şair, bazıları da kâhin diyorlardı. Bu sebeple yüce Allah burada yaptığı yeminle Kur’an-ı Kerîm’in bir şair veya kâhin sözü değil, değerli bir elçinin sözü olduğunu vurgulamıştır. Ayrıca söz sanatı bakımından da Kur’an’ın şiir olmadığını, kâhin sözüne benzemediğini bazan kendileri de itiraf ettikleri halde müşrikler ondan ne ibret almışlar ne de onun ilâhî kelâm olduğuna inanmışlardır (Resûlullah’ın içinde yaşadığı toplumda “şair” kelimesinin kullanıldığı özel anlam hakkında bk. Yâsîn 36/69). Müfessirlerin çoğunluğu Resûlullah hakkında söylenilen şair ve kâhin sözlerini dikkate alarak 40. âyetteki, “değerli elçi”den maksadın Hz. Peygamber olduğu kanaatine varmışlardır. Tekvîr sûresinin 19. âyeti de aynı lafızları taşır; fakat çoğunluğun yorumuna göre orada elçiden maksat Cebrâil’dir. Aslında bu iki yorum arasında bir çelişki yoktur. Zira Kur’an’ı Hz. Peygamber’e Cebrâil getirmiş, o da tebliğ etmiştir. Bu sebeple Tekvîr sûresindeki âyetin bağlamına Cebrâil, buradaki bağlama ise Hz. Peygamber uygun düşmektedir. Gerçekte Kur’an Allah’ın kelâmıdır; nitekim 43. âyette âlemlerin rabbi katından indirilmiş olduğu açıkça ifade buyurulmuştur. Buna göre Cebrâil ve Hz. Peygamber Allah’ın kelâmını kullarına ulaştırmada aracı oldukları için 40. âyette söz onlara nisbet edilmiştir (bk. Râzî, XXX, 117).Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 5 Sayfa: 449-450

وَلَوْ تَقَوَّلَ عَلَيْنَا بَعْضَ الْاَقَاوٖيلِۙ ﴿٤٤﴾
﴾44﴿ Eğer peygamber bize atfen bazı sözler uydurmuş olsaydı,

لَاَخَذْنَا مِنْهُ بِالْيَمٖينِۙ ﴿٤٥﴾
﴾45﴿ Elbette onu kıskıvrak yakalardık.

ثُمَّ لَقَطَعْنَا مِنْهُ الْوَتٖينَؗ ﴿٤٦﴾
﴾46﴿ Sonra onun can damarını koparırdık.

فَمَا مِنْكُمْ مِنْ اَحَدٍ عَنْهُ حَاجِزٖينَ ﴿٤٧﴾
﴾47﴿ Hiçbiriniz buna mâni olamazdınız.
Tefsir
“Elbette onu kıskıvrak yakalardık” diye tercüme ettiğimiz 45. âyetteki yemîn kelimesi sözlükte “sağ taraf, sağ el” anlamına gelir. Kelime mecazen “güç, kuvvet” mânasında da kullanılmaktadır (Kurtubî, XVIII, 275). 46. âyetteki vetîn ise “büyük atar damar” demektir; bu damar kesildiğinde canlı ölür. Allah Teâlâ Kur’an’ın şair veya kâhin sözü olmadığını yeminle ifade ettikten sonra Hz. Peygamber’in onu uydurup Allah’a isnat etmesinin de mümkün olmadığını, eğer –farzı muhal– böyle bir şey yapmış olsaydı, şiddetli bir şekilde cezalandırılacağını ve hiç kimsenin onu bu cezadan kurtaramayacağını haber vermiştir.Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 5 Sayfa: 450
وَاِنَّهُ لَتَذْكِرَةٌ لِلْمُتَّقٖينَ ﴿٤٨﴾
﴾48﴿ Doğrusu Kur’an, takvâ sahipleri için bir öğüttür.

وَاِنَّا لَنَعْلَمُ اَنَّ مِنْكُمْ مُكَذِّبٖينَ ﴿٤٩﴾
﴾49﴿ İçinizde onu yalan sayanlar bulunduğunu şüphesiz bilmekteyiz.

وَاِنَّهُ لَحَسْرَةٌ عَلَى الْكَافِرٖينَ ﴿٥٠﴾
﴾50﴿ Muhakkak o, kâfirler için de derin bir pişmanlık sebebidir.
Tefsir
Kur’an-ı Kerîm’in, ona ön yargılardan sıyrılmış olarak, iyi niyetle yönelip onu tasdik edenler için önemli bir uyarı ve öğüt olmasına karşılık, Kur’an’ı yalan sayanların daima bulunabileceği belirtilmekte; âhirette onun müminler için kurtuluş, inkârcılar için de ceza sebebi olduğu ortaya çıktığında inkârcıların derin bir pişmanlık içinde olacakları ifade edilmektedir.
وَاِنَّهُ لَحَقُّ الْيَقٖينِ ﴿٥١﴾
﴾51﴿ O, gerçekten kesin bilginin kendisidir.

فَسَبِّحْ بِاسْمِ رَبِّكَ الْعَظٖيمِ ﴿٥٢﴾
﴾52﴿ Şu halde ulu rabbinin adını noksanlıklardan tenzih et!
Tefsir
“Hakku’l-yak^n” tamlaması, “var (sabit), gerçek, doğru” anla­mındaki “hak” ile “gerçeğe uygun kesin bilgi” anlamındaki “yak^n” kelimelerinden oluşan bir terim olup kesinlik bakımından ilme’l-yak^n ve ayne’l-yak^nin de ötesinde ve üstündeki kesin bilgidir. Bu üç aşamayı bir arada, “duyarak, görerek, yaşayarak bilmek” şeklinde ifade etmek mümkündür. Burada Kur’an’ı yalan sayanların âhirette büyük pişmanlık duyacakları ve dolayısıyla azaba mâruz kalacakları haber verilirken bunun kesin olarak yaşanacak bir gerçek olduğu vurgulanmaktadır (“hakku’l-yak^n” konusunda ayrıca bk. Vâkıa 56/95; Yusuf Şevki Yavuz, “Hakka’l-yak^n”, DİA, XV, 203).
Yukarıda Kur’an’ın yüceliği ve müşriklerin isnat ettiği kusurlardan uzak bulunduğu anlatılarak hem Kur’an’ın ilâhî vahiy olduğu hem de Resûlullah’ın peygamberliğinin kesinliği vurgulanmıştı. Son âyet-i kerîmede ise Resûlullah’ın, kendisine verilen bu nimetlerin şükrü olarak rabbinin adını yüceltmesi, O’nu noksan sıfatlardan tenzih etmesi istenmiştir.

 
Kurban
Beiträge: 1.052
Punkte: 651
Registriert am: 19.08.2010


   

Kalem Süresi Meal Ve Tefsiri
Hangi Süre Hangi Hastalıklara Şiafa dır?

  • Ähnliche Themen
    Antworten
    Zugriffe
    Letzter Beitrag
Anfragen und Anregungen bitte direkt an tiav@hotmail.de adressieren. Vielen Dank!
Xobor Einfach ein eigenes Xobor Forum erstellen
Datenschutz