Süreyi Fecir Meal ve Tefsiri
Fecr Sûresi Hakkında
Fecr sûresi Mekke’de nâzil olmuştur. 30 âyettir. İsmini, birinci âyette geçen ve “tan yerinin ağarması, sabah aydınlığı” mânasına gelen اَلْفَجْرُ (fecr) kelimesinden alır. Mushaf tertîbine göre 89, iniş sırasına göre 10. sûredir.
Bismillahirrahmanirrahim/Rahman ve rahim olan Allah'ın adıyla..
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَٰنِ الرَّحِيمِ
وَالْفَجْرِۙ ﴿١﴾
1: Yemin olsun fecre,
وَلَيَالٍ عَشْرٍۙ ﴿٢﴾
2: On geceye,
وَالشَّفْعِ وَالْوَتْرِۙ ﴿٣﴾
3: Çifte ve teke,
وَالَّيْلِ اِذَا يَسْرِۚ ﴿٤﴾
4: Geçip gitmekte olan geceye!
هَلْ ف۪ي ذٰلِكَ قَسَمٌ لِذ۪ي حِجْرٍۜ ﴿٥﴾
5: Akıl sahibi olanlar için, bunlarda gerçeği kanıtlayan bir yemin değeri var, değil mi?
Yemin edilen birinci husus, اَلْفَجْرُ (fecir)dir. Fecr, tan yerinin ağarmaya başlama ve sabah aydınlığının ortaya çıkıp ufuktan dünyaya doğru yayılma vaktidir. Fecirle birlikte gece karanlığı sona erer ve gündüz başlar. Her insanın hayat defterinde yeni bir sayfa açılır. Bu vakit zihnin en sâkin, gönlün en huzurlu, ortalığın en durgun olduğu bir zamandır. O vakit ibâdet ve ilimle meşgul olmak çok feyizli ve bereketlidir. Bu sebeple günlük hayat içinde o vaktin ehemmiyetine dikkat çekilir. Ayrıca fecir vakti, ortalığın yavaş yavaş ağarmaya başlamasıyla birlikte, uykuya dalmış canlıların uyanmaya başladığı zamandır. Bu uyanış, hem İslâm’la birlikte ruhların uyanışına hem de âhiretteki yeniden dirilişe işaret eder.
Yemin edilen ikinci husus, “on gece”dir. Bundan maksat ayın otuz gecesinin her on gecesidir. Yâni ayın ince bir tırnak şeklinde olduğu ve her gece büyüyerek aydınlığa ulaştığı ilk on gece; ayın büyük bir kısmının aydınlık olduğu ikinci on gece; nihâyet ayın yavaş yavaş küçülerek gecenin karanlık kısmının arttığı ve sonunda tamamen karanlık olduğu son on gecedir. Her ay aksamadan devam eden bu nizam, ne müthiş bir kudret akışı ve azamet tecellisidir. Ayın bu hareketlerinin, peyderpey büyütülüp küçültülmesinin, hem zamanın tespiti hem de insan hayatının devamı bakımından çok büyük ehemmiyete sahip olduğu bilinmektedir.
Yemin edilen üçüncü ve dördüncü husus, “çift olan” ve “tek olan”dır. Tek olan, sadece ve sadece Allah Teâlâ’dır. Çift olan ise O’nun yarattığı bütün mahlukattır. Zira Cenâb-ı Hak kendisinin tek olduğunu (bk. İhlas 112/1), varlıkları ise çift yarattığını haber verir. (bk. Yâsîn 36/36; Zâriyât 51/49)
Yemin edilen beşinci husus ise “geçip gitmekte olan gece”dir. Bu yemin de gündüz aydınlığının yaklaştığını haber verir. Dolayısıyla hem fecre, hem de geçip gitmekte olan geceye yemin edilmesi, dünyayı bastırmış olan şirk, küfür ve isyan karanlıklarının Resûlullah (s.a.s.)’e inmekte olan vahiy nuruyla aydınlanmaya başladığına işaret eder. Mü’minleri kuşatan çile, işkence, her türlü zorluk ve meşakkat karanlıklarının dağılmaya yüz tuttuğunu ve bunların yerini kurtuluş ve başarının aydınlığına bırakacağını müjdeler. Ayrıca karanlık gecelere benzeyen dünya hayatının, mahşerin aydınlığına doğru yol almakta olduğuna ışık tutar.
اَلَمْ تَرَ كَيْفَ فَعَلَ رَبُّكَ بِعَادٍۙۖ ﴿٦﴾
6: Görmedin mi, Rabbin ne yaptı Âd kavmine?
اِرَمَ ذَاتِ الْعِمَادِۙۖ ﴿٧﴾
7: Yüksek binalarla dolu İrem’e?
اَلَّت۪ي لَمْ يُخْلَقْ مِثْلُهَا فِي الْبِلَادِۙۖ ﴿٨﴾
8: Ki, beldeler arasında onun eşi benzeri yaratılmamıştı.
وَثَمُودَ الَّذ۪ينَ جَابُوا الصَّخْرَ بِالْوَادِۙۖ ﴿٩﴾
9: Vâdilerde kayaları oyup yontarak sağlam evler yapan Semûd kavmine?
وَفِرْعَوْنَ ذِي الْاَوْتَادِۙۖ ﴿١٠﴾
10: Büyük saltanat ve çok sağlam kaleler sahibi Firavun’a?
اَلَّذ۪ينَ طَغَوْا فِي الْبِلَادِۙۖ ﴿١١﴾
11: Bunların hepsi, yaşadıkları ülkelerde azdıkça azdılar.
فَاَكْثَرُوا ف۪يهَا الْفَسَادَۙۖ ﴿١٢﴾
12: Taşkınlıklarıyla oralarda çokça bozgunculuk yaptılar.
فَصَبَّ عَلَيْهِمْ رَبُّكَ سَوْطَ عَذَابٍۙۖ ﴿١٣﴾
13: Bu yüzden Rabbin onlar üzerine azap kamçıları yağdırdı.
اِنَّ رَبَّكَ لَبِالْمِرْصَادِۜ ﴿١٤﴾
14: Çünkü Rabbin, kullarını devamlı sûrette gözetlemektedir.
Azgınlıkları sebebiyle helak edilen üç kavme yer verilir. Bunlar Âd ve Semûd kavimleri ile Firavun’dur. Kur’ân-ı Kerîm bunların ibret verici kıssalarını tekrar tekrar anlatır. Ancak burada o kavimlerin dünya hayatındaki zenginlik, saltanat ve şa’şaalarına dikkat çekilir:
Âd kavmi, Hûd (a.s.)’ın peygamber olarak gönderildiği kavimdir. Uzun boylu, iri cüsseli, güçlü kuvvetli kimseler idiler. Şan, şöhret ve kuvvet itibariyle onlardan daha üstün kimse yoktu. Güçlerine güvenir, bununla iftihar ederlerdi. Nitekim onlar hakkında şöyle buyrulur:
“Âd kavmine gelince, yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladılar ve: «Bizden daha güçlü kim varmış?» dediler. Kendilerini yaratan Allah’ın, onlardan daha güçlü olduğunu görmüyorlar mıydı? Doğrusu onlar, bizim âyetlerimizi bile bile inkâr ediyorlardı.” (Fussilet 41/15)
Bunlar bir şehir yapmışlardı. İsmi “İrem”di. Bu şehir ذَات الْعِمَادِ (zâtü’l-imâd), yâni “sütunlar, direkler sahibi” olarak vasfedilir. Bu vasıf, bu şehirde evlerin direkler üzerine kurulduğunu anlatır. Bu şehir evleri, bağları, bahçeleri, sularıyla güzellik numunesi olarak dillere destan olmuştur. “İrem bağları” diye edebiyata girmiştir. Âyet-i kerîme, bu şehrin dünyada benzeri görülmemiş bir güzellik ve ihtişama sahip olduğunu haber vermektedir.
Semûd, Sâlih (a.s.)’ın peygamber olarak gönderildiği kavimdir. Onlar da güçlü, varlıklı, nimetler içine gark olmuş bir toplumdu. Burada dikkat çekilen, yaptıkları evlerdir. Onlar vâdi kenarındaki dağları, kayaları yontarak evler yaparlardı. Nitekim bunlar hakkında: “Şımarık kimseler olarak dağlardan büyük bir ustalıkla görkemli evler yontuyorsunuz” (Şuarâ 26/149) buyrulur.
Firavun ise ذُو الْاَوْتَادِ (zü’l-evtâd) yani “direkler sahibi” olarak vasfedilir. Bu ifade onun askerlerinin ve bu askerlerin çadırlarının çokluğunu gösterir. Ayrıca bununla Firavun’un yaptırmış olduğu saraylara, derin temeller üzerine oturtulmuş sağlam binalara ve meşhur piramitlere işaret edilir. (bk. Sād 38/12) Buna göre Firavun, askerî gücüyle, bina ve saraylarıyla büyük bir saltanat sahibiydi. Zaten kendisi de: “Ey kavmim! Mısır’ın mülkü ve hâkimiyeti, sonra ayaklarımın altından akan şu ırmaklar bana ait değil mi?” der, özellikle Hz. Mûsâ ve İsrâiloğullarına karşı böbürlenirdi. (bk. Zuhruf 43/51)
Bunlar, kendilerine verilen nimetlerle şımardılar. Gururlanıp kibirlendiler. Azgınlaşıp taşkınlık yaptılar. Bulundukları ülkeleri fesada boğup oradaki düzeni alt üst ettiler. Zulüm ve haksızlık yaptılar. Bu yüzden ilâhî cezaya çarptırılıp azap kamçılarıyla helak edildiler:
“Biz bu topluluk ve kişilerden her birini günahları yüzünden kıskıvrak yakalayıverdik: Kiminin üzerine taş yağdıran bir kasırga gönderdik. Kimini o korkunç çığlık yakaladı. Kimini yerin dibine geçirdik. Kimini de suda boğduk. Allah, böyle yapmakla kesinlikle onlara zulmetmedi; lâkin onlar kendi kendilerine zulmettiler.” (Ankebût 29/40)
Çünkü Allah, bir gözetleme yerinden pür dikkat gözetleme yapan bir gözetleyici gibi, her an ve her durumda onların yaptıklarını gözetlemektedir. Olan biteni görmekte ve şâhit olmaktadır. O hiçbir şeyi kaçırmamaktadır. Her birine bakmaktadır. Ameline göre de hem dünya hem âhirette uygun bir karşılık verecektir.
فَاَمَّا الْاِنْسَانُ اِذَا مَا ابْتَلٰيهُ رَبُّهُ فَاَكْرَمَهُ وَنَعَّمَهُ فَيَقُولُ رَبّ۪ٓي اَكْرَمَنِۜ ﴿١٥﴾
15: Ama insan, Rabbi onu varlıkla sınayıp da kendisine ikramda bulunduğu ve bol bol nimetler verdiği zaman: “Rabbim beni şerefli kıldı” der.
وَاَمَّٓا اِذَا مَا ابْتَلٰيهُ فَقَدَرَ عَلَيْهِ رِزْقَهُ فَيَقُولُ رَبّ۪ٓي اَهَانَنِۚ ﴿١٦﴾
16: Buna karşılık onu darlıkla sınayıp da rızkını kısıverince: “Rabbim beni rezil, perişan etti” der.
Genel olarak insanın, özel olarak da inanmayan insanın zayıf karakteri ve nefsi emmare özelliğini anlatılır: Dünya imtihan yeridir. Burada insana sunulan her nimet, her imkân aslında birer imtihan sorusudur. Nimetlerin bolluğu veya azlığı da sadece imtihanla alakalı bir durumdur. Nitekim Cenâb-ı Hak: “…Biz sizi, gerçek değerinizi ortaya çıkarmak için şerle de hayırla da imtihan ediyoruz” (Enbiyâ 21/35)
Kur’an’a göre, izzet ve zilletin ölçüsü madde değil mânadır. Mal, mülk ve iktidar değil, takvâdır. Yani kişinin kulluk keyfiyeti ve ahlâkî kemâlidir. Âyet-i kerîmelerde buyrulur:
“Allah katında en şerefliniz, Allah’a karşı saygısı, korkusu ve O’nun yasaklarından kaçınıp emirlerine itaati en yüksek olanınızdır.” (Hucurât 49/13)
“Mal ve oğullar dünya hayatının zînetidir. Asıl kalıcı olan sâlih ameller ise Rabbinin katında hem mükâfat bakımından daha hayırlı, hem de ümit bağlamaya daha layıktır.” (Kehf 18/46)
Bu sebeple devam eden âyetlerde değer ölçüsü olarak takvâyı, iman ve sâlih amelleri değil de dünya malını tanıyan insanda baş gösteren nefsânî hastalıklara dikkat çekilir.
Sebebi Nüzul:
Ata ibni Abbas ın rivayetine göre Utbe bin rabia ve Ebu Huzeyfe ibnül Müğira hakkında,İbnussaibe göre;Ubeyy bin Halef,Mükatil r.a göre Ümeyye ibnül Halef
hakkın da nazil olmuştur.
كَلَّا بَلْ لَا تُكْرِمُونَ الْيَت۪يمَۙ ﴿١٧﴾
17: Hayır! Doğrusu siz, Allah’tan ikram bekliyorsunuz ama kendiniz yetîme değer vermiyor, ona ikram etmiyorsunuz.Bu ayet Mükatile göre;Ümeyye bin Halefin yanında yetim olarak bulunan Küdame ibni Maz ın hakkında nazil olmuştur.
وَلَا تَحَٓاضُّونَ عَلٰى طَعَامِ الْمِسْك۪ينِۙ ﴿١٨﴾
18: Muhtaçları doyurmaya birbirinizi teşvik etmiyorsunuz.
وَتَأْكُلُونَ التُّرَاثَ اَكْلًا لَمًّاۙ ﴿١٩﴾
19: Mirastan ne gelse, helâl-haram demeden alabildiğine yiyorsunuz.
وَتُحِبُّونَ الْمَالَ حُبًّا جَمًّاۜ ﴿٢٠﴾
20: Malı mülkü de sınırsız bir sevgiyle seviyorsunuz.
كَلَّٓا اِذَا دُكَّتِ الْاَرْضُ دَكًّا دَكًّاۙ ﴿٢١﴾
21: Hayır! Böyle yapmayın! Yeryüzü birbiri ardınca şiddetle sarsılıp toz-toprak, dümdüz olduğu,
وَجَٓاءَ رَبُّكَ وَالْمَلَكُ صَفًّا صَفًّاۚ ﴿٢٢﴾
22: Rabbinin emri gelip melekler sıra sıra dizildiği zaman!
وَج۪ٓيءَ يَوْمَئِذٍ بِجَهَنَّمَ يَوْمَئِذٍ يَتَذَكَّرُ الْاِنْسَانُ وَاَنّٰى لَهُ الذِّكْرٰىۜ ﴿٢٣﴾
23: O gün cehennem de bütün dehşetiyle getirilir. İnsan o gün, tüm yaptıklarını birer birer hatırlar; ama bu hatırlamanın ona ne faydası olur ki?
يَقُولُ يَا لَيْتَن۪ي قَدَّمْتُ لِحَيَات۪يۚ ﴿٢٤﴾
24: Ölümcül bir pişmanlık içinde: “Keşke sağlığımda şu ebedî hayatım için bir hazırlık yapmış olsaydım” der.
فَيَوْمَئِذٍ لَا يُعَذِّبُ عَذَابَهُٓ اَحَدٌۙ ﴿٢٥﴾
25: O gün Allah’ın vereceği azabı hiç kimse veremez.
وَلَا يُوثِقُ وَثَاقَهُٓ اَحَدٌۜ ﴿٢٦﴾
26: O’nun vuracağı bağı hiç kimse vuramaz.
Kıyâmetten korkunç bir manzara sunulur: الدك (dekk), duvar ve dağ gibi yüksek olan şeyleri çarpıp darmadağın etmek, parçalayıp toz toprak haline getirmek veya yükseği dümdüz etmek anlamlarına gelir. Bu, birbiri ardınca gelen iki şiddetli sarsıntı ile dağların yerle bir edilip, yüksekliklerin ve alçaklıkların düzleneceğine işaret eder. Mevzu ile alakalı âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:
“O gün bir sarsıntı dünyayı şiddetle sarsar her şeyi yıkar. Onu arkadan gelip insanları kabirlerinden kaldıran ikinci sarsıntı izler.” (Nâziât 79/6-7)
“Artık sûra şiddetli bir üfleyişle üflendiğinde, yer ve dağlar yerlerinden kaldırılıp, birbirine tek çarpışla çarpılıp paramparça edildiğinde, işte o gün olacak olur; kaçınılması ve engellenmesi mümkün olmayan kıyâmet kopar.” (Hâkka 69/13-15)
“Rasûlüm! Sana kıyâmet gününde dağların ne halde olacağını soruyorlar. De ki: «Rabbim onları ufalayıp savuracak. Böylece yerlerini dümdüz, bomboş bir halde bırakacak. Öyle ki, orada ne bir çukur göreceksin, ne de bir tümsek!»” (Tâhâ 20/105-107)
O gün Rabbimiz gelecek, melekler de saf saf dizilecektir. Görüldüğü üzere, “Rabbin gelmesi” müteşâbih bir ifadedir. Bu, “Allah’ın bir yerden bir başka yere gelmesi” şeklinde anlaşılmaz. Dolayısıyla burada temsilî bir anlatım vardır. O gün Allah Teâlâ’nın hâkimiyet, iktidar, saltanat ve kahhâriyet alametleri tüm netliği ile ortaya çıkacaktır. Nitekim dünyada bir padişahın askerleri ve yüksek memurları bir yere geldiklerinde, padişahın kendi gelişindeki psikolojik havayı oluşturamazlar. İşte âyette “Rabbin gelmesi” tabiri bunun için kullanılmıştır.
يَٓا اَيَّتُهَا النَّفْسُ الْمُطْمَئِنَّةُۗ ﴿٢٧﴾
27: Ey kâmil bir iman ve sâlih amellerle huzûra ermiş nefis!
اِرْجِع۪ٓي اِلٰى رَبِّكِ رَاضِيَةً مَرْضِيَّةًۚ ﴿٢٨﴾
28: Sen O’ndan râzı, O da senden râzı olarak Rabbine dön!
فَادْخُل۪ي ف۪ي عِبَاد۪يۙ ﴿٢٩﴾
29: Dürüst ve samimi kullarımın arasına katıl!
وَادْخُل۪ي جَنَّت۪ي ﴿٣٠﴾
30: Cennetime gir!
27- 30 a kadar olan ayetlerin sebebi nüzülü;
1.Dahak ibni Abbas göre:Hz.Osman ibni Affan hakkında;efendmizin kuyu alıp vakfedmesini buyurmasında bu emri olumlu cevap vermesi üzerine nazil olmuştur.
2.İbni Ebi Hatimin Büreyde ibnü l Hüsyebin rivayetine göre;Hz Ebu Bekir hakkında nazil olmuştur.
Ya Ebu Bekir bu ayet sen ölürken sana söylenecek..buyurdu.
3.Mekke müşrikleri tarafından asılarak(çarmıha gerilerek asılan)öldürülen Hubeyb ibni Adiyy hakkında nazil olmuştur.Allahım beni astıkların da yüzümü Kaabeye doğru çevir diye dua etmişti.Öldüğün de yüzü Kaabeye çevrik buldular.
Bu hitap, kâmil bir iman ve sâlih amellerle huzur ve itminâna erişmiş, gönül huzurunu elde etmiş mü’mine ölüm anında veya mahşer yerinde yapılır. Gaybın kapılarının açıldığı, ilâhî sır perdelerinin aralandığı o kritik anda mü’min, kendine verilen ebebî cennet müjdesi ile sevinir. Korkuları zâil olur, içi huzurla dolar. Çok güzel bir yolculuğa çıkmanın, cennet ve cemâlullaha doğru yol almanın son derece tatlı heyecanını duymaya başlar. Âyet-i kerîmelerde buyrulur:
“«Rabbimiz Allah’tır!» diye ikrarda bulunup, sonra da özde ve sözde dosdoğru olarak inanç, amel ve ahlâkta sapmadan doğru yolu takip edenlerin üzerine melekler iner ve şöyle derler: «Korkmayın ve üzülmeyin! Size va‘dolunan cennetle sevinin! Biz dünya hayatında da, âhirette de size dostuz. Cennette canınızın çektiği her şey vardır; orada istediğiniz her şey sizindir. Çok bağışlayıcı, sonsuz merhamet sahibi Allah’tan bir ikram olarak!»” (Fussılet 41/30-32)
Bu âyetlerde “mutmainne, râziye ve merziye” olmak üzere nefsin üç mertebesine işaret edilir. Kur’ân-ı Kerîm’de başka âyet-i kerîmelerde de yine nefsin “emmâre, levvâme ve mülhime” mertebelerine işaret edildiği görülür. Dolayısıyla bunlar, emmâre derekesindeki ham bir nefisten tezkiye edile edile merziye ve kâmile seviyesine erişmiş ve cennete girmeyi hak etmiş kâmil bir nefse ulaşmanın kademelerini gösterir. Âlimlerimiz ve mutasavvıflarımız bunlar üzerinde derinlemesine tetkikler yaparak İslâm ahlâk ve tasavvufunun temel esaslarını tespit etmişlerdir. Kur’an ve sünnet çerçevesinde nefsin terbiyesi, tezkiyesi ve kalbin tasfiyesiyle alakalı son derece makul ve uygulanabilir usuller ortaya koymuşlardır. Bu vesileyle kısaca nefsin mertebelerini izah etmek faydalı olacaktır.
Resulullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) buyurdu ki: “Her kim Fecr suresini (Ramazan’ın son on günü, Zilhicce ve Muharrem’in ilk on günü) okursa, Allah’u Teala onun günahlarını bağışlar. bu günlerin dışındaki günlerde okursa, Kıyamet gününde kendisine nur olur.“(1)
Rivayet Edildi ki:
Belanın uzaklaştırılması için 7 defa okunur.Yöneticilerin gazabından korunmak için okunur.
Her kim bu sureyi okumaya devam ederse, kıyamet günü o kişiye nurdur.