Yunus Süresi Meal Ve Tefsiri 87-109

#1 von Kurban , 26.01.2024 08:43

Yunus Süresi Meal Ve Tefsiri 87-109

وَاَوْحَيْنَٓا اِلٰى مُوسٰى وَاَخ۪يهِ اَنْ تَبَوَّاٰ لِقَوْمِكُمَا بِمِصْرَ بُيُوتًا وَاجْعَلُوا بُيُوتَكُمْ قِبْلَةً وَاَق۪يمُوا الصَّلٰوةَۜ وَبَشِّرِ الْمُؤْمِن۪ينَ ﴿٨٧﴾
87: Mûsâ ve kardeşine şöyle vahyettik. “Mısır’da kavminiz için evler hazırlayın. Bu evlerinizi birbirleriyle irtibatlı, topluca namaz kılınacak ortak mekânlar ve toplantılarınızın yapılacağı merkezî yerler hâline getirin. Namazlarınızı da bu evlerde cemaatle ve dosdoğru kılın. Ey Mûsâ, mü’minleri müjdele!”
Tefsir:
Hz. Mûsâ ilâhî vahyi tebliğ ile Firavun’u hak yoluna davet ettikten sonra, Firavun, İsrâiloğullarının mescitlerini yıktırmış ve onların namazlarını cemaatle kılmalarına mâni olmuştu. Bu durum onların dağılmaları ve dinî şuurlarının yok olması sonucunu getirdiği için cemaatle namazı yeniden tesis etmek lâzımdı. Bunun üzerine, nerede ve nasıl namaz kıldıklarının anlaşılmaması için, âyette emir buyrulduğu şekilde istikâmetleri kıble tarafına dönük evler binâ edip, namazlarını burada cemaatle kılmaları emredilmiştir. Bu yolla, mevcut siyasî otorite altında ezilen kavminin kulluk şuurunu yeniden canlandırmak, yapılacak işler ve takip edilecek strateji bakımından mü’minleri eğitmek ve böylece onları içinde yaşadıkları küfür sisteminin kokuşmuş, yozlaşmış hayat tarzından koruyup seçkin, temiz ve itikadı sağlam bir toplum oluşturmak mümkün olabilecekti.
Bu şekilde uzun ve meşakkatli bir mücâdelenin ardından:
وَقَالَ مُوسٰى رَبَّنَٓا اِنَّكَ اٰتَيْتَ فِرْعَوْنَ وَمَلَاَهُ ز۪ينَةً وَاَمْوَالًا فِي الْحَيٰوةِ الدُّنْيَاۙ رَبَّنَا لِيُضِلُّوا عَنْ سَب۪يلِكَۚ رَبَّنَا اطْمِسْ عَلٰٓى اَمْوَالِهِمْ وَاشْدُدْ عَلٰى قُلُوبِهِمْ فَلَا يُؤْمِنُوا حَتّٰى يَرَوُا الْعَذَابَ الْاَل۪يمَ ﴿٨٨﴾
88: Mûsâ Allah’a şöyle yalvardı: “Rabbimiz! Elbette sen, Firavun ve onun yakın çevresine dünya hayatında göz kamaştırıcı bir debdebe ve bol servet verdin. Rabbimiz! İnsanları senin yolundan saptırsınlar diye mi, bu nimetleri onlara vermiştin? Rabbimiz! Onların mallarını yok et! Kalplerini de öyle katılaştır ki, o can yakıcı azabı görünceye kadar iman etmesinler!”
قَالَ قَدْ اُج۪يبَتْ دَعْوَتُكُمَا فَاسْتَق۪يمَا وَلَا تَتَّبِعَٓانِّ سَب۪يلَ الَّذ۪ينَ لَا يَعْلَمُونَ ﴿٨٩﴾
89: Allah Mûsâ ile Hârûn’a şöyle buyurdu: “Duanız kabul edildi. Ancak isteklerinizin gerçekleşmesi için siz de hiçbir sapma göstermeden üzerinize düşeni yerine getirin ve gerçeği bilmeyenlerin istek ve arzularına kesinlikle uymayın!”
Tefsir:
Mûsâ (a.s.), peş peşe mûcizeler göstererek Firavun ve kavmini imana davet etti. Fakat onlar her seferinde bu daveti reddettiler ve inanmamakta ısrar ettiler. Kendileri saptıkları gibi başkalarını da Allah yolundan saptırdılar. Hatta İsrâiloğullarına olan zulüm ve işkencelerini günden güne daha da artırdılar. Nihâyetinde, ıslah olmayacakları yolunda kesin kanaate ulaşan Hz. Mûsâ Rabbinden, onların mallarını yerin dibine geçirmesini ve artık inanmamaları için kalplerini iyice sıkmasını istedi. Hârûn (a.s.) da bu duaya amin dedi. Cenâb-ı Hak dualarını kabul buyurdu, fakat aynı zamanda “İsteklerinizin gerçekleşmesi için siz de hiçbir sapma göstermeden üzerinize düşeni yerine getirin ve gerçeği bilmeyenlerin istek ve arzularına kesinlikle uymayın!” (Yûnus 10/89) ikâzını da yaptı. Yani duanın kabulü her şeyin bittiği, yapılacak bir vazifenin kalmadığı ve artık rehavete kapılmanın normal sayılabileceği mânasına gelmemelidir. Ola ki, bir kısım kendini bilmezler, meydana gelen gelişmeleri yanlış yorumlayarak başarının önüne engel olabilirler. Bu bakımdan acele etmemeli, itidali elden bırakmamalı, ister darlık ister genişlik hali olsun dâimâ istikâmet üzere bulunmaya gayret gösterilmelidir.

وَجَاوَزْنَا بِبَن۪ٓي إِسْرَٓاء۪يلَ الْبَحْرَ فَاَتْبَعَهُمْ فِرْعَوْنُ وَجُنُودُهُ بَغْيًا وَعَدْوًاۜ حَتّٰٓى اِذَٓا اَدْرَكَهُ الْغَرَقُۙ قَالَ اٰمَنْتُ اَنَّهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا الَّذ۪ٓي اٰمَنَتْ بِه۪ بَنُٓوا اِسْرَٓاء۪يلَ وَاَنَا۬ مِنَ الْمُسْلِم۪ينَ ﴿٩٠﴾
90: İsrâiloğulları’nı denizden karşıya geçirdik; Firavun ve askerleri de zulmetmek ve saldırmak için hemen onların peşine düştü. Nihâyet tam boğulacağı sırada Firavun: “İsrâiloğulları’nın inandığından başka ilâh bulunmadığına kesinlikle inandım; artık ben de müslümanlardanım” dedi.
آٰلْـٰٔنَ وَقَدْ عَصَيْتَ قَبْلُ وَكُنْتَ مِنَ الْمُفْسِد۪ينَ ﴿٩١﴾
91: Kendisine şöyle nida edildi: “Yaa! Şimdi mi aklın başına geldi? Oysa sen, daha önce Allah’a karşı gelen ve işi gücü bozgunculuk olan biriydin.”
Tefsir:
Hz. Mûsâ İsrâiloğullarını, Firavun’un haberi olmayacak bir yolla Mısır’dan çıkardı. Bunu haber alan Firavun da peşlerine düştü ve onlara yetişti. Bu sırada bir mûcize gerçekleşti: Allah’ın emriyle Hz. Mûsâ asâsını denize vurunca deniz yarıldı, sular arasında kupkuru yol oluştu, İsrâiloğulları denizin karşı tarafına geçmeyi başardılar. Firavun ve ordusu da peşlerinden aynı yoldan denize daldı. Ordu bütünüyle denize girdiği sırada olan oldu, hepsi boğulup gittiler. (bk. A‘râf 7/136; Şuarâ 26/60-66) Yine bu sırada pek câlib-i dikkat bir hâdise vuku buldu: Artık kesin olarak boğulacağını anlayan Firavun, bir ömür boyu inkâra dalmış hatta en büyük rab olduğunu iddia etmişken, Allah’a inandığını ve müslümanlardan olduğunu söyledi. Kendisine “Yaa! Şimdi mi aklın başına geldi? Oysa sen, daha önce Allah’a karşı gelen ve işi gücü bozgunculuk olan biriydin” (Yûnus 10/91) denilerek karşılık verildi. Bu ifadeden İslâm âlimlerinin çoğu, onun imanının ilâhî dergâhta kabul görmediği şeklinde anlaşılmıştır.

فَالْيَوْمَ نُنَجّ۪يكَ بِبَدَنِكَ لِتَكُونَ لِمَنْ خَلْفَكَ اٰيَةًۜ وَاِنَّ كَث۪يرًا مِنَ النَّاسِ عَنْ اٰيَاتِنَا لَغَافِلُونَ۟ ﴿٩٢﴾
92: “Bugün seni bedeninle kurtaracak ve vücudunu çürümeden denizden çıkaracağız ki, senden sonra gelecekler için bir ibret olsun! Doğrusu, insanların çoğu âyetlerimize, ibret kaynağı delillerimize karşı kayıtsızdır.”
Tefsir:
Zemahşerî, bu âyet-i kerîmeyi şöyle Tefsir eder: “Seni deniz kenarında bir köşeye atacağız. Cesedini tam ve noksansız, bozulmamış bir halde, çıplak ve elbisesiz olarak, senden asırlar sonra geleceklere bir ibret olarak koruyacağız.” (Zemahşerî, el-Keşşâf, III, 24) Gerçekten de son senelerde yapılan araştırmalarda Firavun’un bu cesedi, Cebelein mevkiinde mumyalanmadığı halde hiç bozulmamış, yüzükoyun bir şekilde duran bir ceset bulunmuştur. Bunun 3000 yıllık olduğu tespit edilmiştir. Şu an bu ceset, Biritihs Museum’da bulunmakta, halka teşhîr edilerek bir ibret manzarası sergilenmektedir. Bu hakîkat, Cenâb-ı Hakk’ın Kur’ân-ı Kerîm’de bildirdiği kıyâmete kadar devam edecek bir mûcizesidir.
وَلَقَدْ بَوَّأْنَا بَن۪ٓي اِسْرَٓاء۪يلَ مُبَوَّاَ صِدْقٍ وَرَزَقْنَاهُمْ مِنَ الطَّيِّبَاتِۚ فَمَا اخْتَلَفُوا حَتّٰى جَٓاءَهُمُ الْعِلْمُۜ اِنَّ رَبَّكَ يَقْض۪ي بَيْنَهُمْ يَوْمَ الْقِيٰمَةِ ف۪يمَا كَانُوا ف۪يهِ يَخْتَلِفُونَ ﴿٩٣﴾
93: Biz, İsrâiloğulları’nı güzel bir bölgeye yerleştirdik, onları temiz ve hoş nimetlerle rızıklandırdık. Onlar ise, kendilerine ilim geldikten sonra anlaşmazlığa düştüler. Hiç şüphesiz Rabbin, anlaşmazlığa düştükleri hususlarda kıyâmet günü aralarında hüküm verecektir.
Tefsir:
Cenâb-ı Hak İsrâiloğullarını Firavun’dan kurtardıktan sonra çok verimli ve bereketli arazilere sahip olan Suriye, Filistin ve Mısır’a yerleştirmiştir. Onları çeşitli güzel ve hoş nimetlerle; meyveler, sebzeler, bıldırcın eti ve kudret helvasıyla rızıklandırmıştır. Onlar, kutsal kitaplarında yer alan müjdelerden hareketle son zamanda Hz. Muhammed (s.a.s.)’in peygamber olacağını ve ona Kur’an’ın indirileceğini biliyorlar; henüz gelmeden ona inanıyorlar ve gelmesini bekliyorlardı. Fakat o (s.a.s.) peygamber olarak gönderilince kıskandılar ve ona iman etmediler. (bk. Bakara 2/89, 90, 101) Halbuki ona inen Kur’an, gerçeğin ta kendisi idi:
فَاِنْ كُنْتَ ف۪ي شَكٍّ مِمَّٓا اَنْزَلْنَٓا اِلَيْكَ فَسْـَٔلِ الَّذ۪ينَ يَقْرَؤُ۫نَ الْكِتَابَ مِنْ قَبْلِكَۚ لَقَدْ جَٓاءَكَ الْحَقُّ مِنْ رَبِّكَ فَلَا تَكُونَنَّ مِنَ الْمُمْتَر۪ينَۙ ﴿٩٤﴾
94: Sana indirdiğimiz bu bilgilerin doğruluğu hususunda farz-ı muhâl en küçük bir şüphe duyacak olursan, senden önce gelip kendilerine verilen o kitabı okuyanlara sor! Elbette sana Rabbinden gerçeğin ta kendisi gelmiştir; sakın şüphe edenlerden olma!
وَلَا تَكُونَنَّ مِنَ الَّذ۪ينَ كَذَّبُوا بِاٰيَاتِ اللّٰهِ فَتَكُونَ مِنَ الْخَاسِر۪ينَ ﴿٩٥﴾
95: Yine sakın Allah’ın âyetlerini yalanlayanlardan da olma; yoksa hüsrâna uğrayanlardan olursun!
Tefsir:
Bu âyetler, Peygamber Efendimiz (s.a.s.)’in kendisine gelen vahiy ve anlatılan kıssalar hususunda herhangi bir şüphe taşıdığı gibi bir imada bulunuyor değildir. Bu âyetler, bundan önce ve sonra gelen âyetler ve içinde bulundukları metin açısından ele alındığı zaman, mâna ve maksatlarının açık olduğu anlaşılacaktır. Şöyle ki:
Resûl-i Ekrem (s.a.s.), müşriklerin alayları, inkârları, kendisine ve mü’minlere karşı işkenceye varan kötü muameleleri karşısında bunalıyordu. Vahiy nedir bilmeyen, risâletten habersiz, bütün güçleriyle dünyaya ve maddeye kilitlenmiş insanlara, fizik ötesi âlemden, vahiyden, beş duyunun algı sahası gibi hayal ve tasavvurun alanına da girmeyen Allah ile münâsebetten bahsediyordu. Ayrıca haklarında hiçbir şey okumadığı, ihtimal o güne kadar da hiçbir şey duymadığı asırlarca önce geçmiş hâdiselerden ve mûcizelerden haber veriyordu. Bütün bu bahisler karşısında muhatapların nasıl bir tavır takınacağı ortadadır. Daha henüz çok az sayıda insanın kendisine inandığı bir zamanda böyle konulardan bahsetmek, çok güçlü müşriklere meydan okumak ve “gelecek bize aittir” demek kolay değildi. Ama o, bütün bunları dâvasına olan sonsuz güven ve itimat içinde söylüyordu. Tabi bu söylediklerine yanındaki mü’minlerin de tam olarak inanması gerekiyordu. Onlar ayrıca sabır ve tahammül konusunda takviye istiyorlardı. Böylesi zor şartlar içinde Cenâb-ı Hak, vahiy, risâlet ve anlatılan kıssalar konusunda Efendimiz (s.a.s.)’e hitap ederken, esasen mü’minleri teselli ve takviye etmekteydi. İnancında zerre kadar şüphesi olmadığı açık ve olması da mümkün bulunmayan bir Peygamber’e böyle hitap etmekle, mü’minleri en ufak bir şüphe duymanın yanlışlığı konusunda uyarmaktaydı. (Ünal, s. 469-470)
Bu âyetlerde muhatap alınan kişinin Peygamberimiz değil, genel mânada insan olması da muhtemeldir. Buna göre şüphesi olan herkese hitap edilmekte, bu şüphesini izâle için işin doğrusunu bilenlere müracaat etmeleri istenmektedir. Nitekim âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:“Bilmiyorsanız, bilenlere sorun!” (Enbiyâ 21/7)
اِنَّ الَّذ۪ينَ حَقَّتْ عَلَيْهِمْ كَلِمَتُ رَبِّكَ لَا يُؤْمِنُونَۙ ﴿٩٦﴾
96: Şu bir gerçek ki, haklarında Rabbinin azap sözü kesinleşmiş olanlar iman etmezler.
وَلَوْ جَٓاءَتْهُمْ كُلُّ اٰيَةٍ حَتّٰى يَرَوُا الْعَذَابَ الْاَل۪يمَ ﴿٩٧﴾
97: Kendilerine her türlü delil ve mûcize gelmiş olsa bile inkârda diretirler. Ta o can yakıcı azabı gözleriyle görünceye kadar!
Tefsir:
Kendi tercihleriyle giriftâr oldukları küfür ve mâsiyetleri sebebiyle haklarında Allah’ın kahrı, gazabı ve azabı kesinleşen kimseler, her türlü âyet, delil ve mûcize gözlerinin önüne dikilse bile iman etmezler. Azabı görünce iman ederler, fakat bunun kendilerine bir faydası olmaz. Bu âyetler de yine müşriklerin inkârlarından asla etkilenmemeleri, önceki kavimlerde olup bitenlerin Allah’ın devamlı cârî halde bulunan bir âdeti olduğu, dolayısıyla aynısının yaşanabileceği hususunda Peygamberimizi ve mü’minleri teselli etmektedir. Nasıl Firavun ve kavmi inanmamış, fakat Firavun gibi, tarihin küfür bataklığına batmış en azılı despotlarından biri, Allah’ın daha dünyada gösterdiği boğulma azabıyla karşılaşınca faydasız da olsa inanmak mecburiyeti hissetmişse, Kur’an karşısında Firavunca diretenler de hayatlarında inanmasalar da, benzer bir azap tepelerine indiğinde, en azından ölüm acısıyla baş başa kaldıklarında aynen Firavun gibi iman ikrarında bulunacak, fakat bu, kendilerine fayda vermeyecektir. Dolayısıyla onların inanmaması, mü’minlerin şevklerini kırmamalı, dâvalarına olan imanlarında onları sarsıntıya uğratmamalıdır.
Azabı görünce iman etmenin kimseye fayda vermediği kaidesinin bir istisnâsı olarak Hz. Yûnus’un kavminin hali şöyle haber verilir.
فَلَوْلَا كَانَتْ قَرْيَةٌ اٰمَنَتْ فَنَفَعَهَٓا ا۪يمَانُهَٓا اِلَّا قَوْمَ يُونُسَۜ لَمَّٓا اٰمَنُوا كَشَفْنَا عَنْهُمْ عَذَابَ الْخِزْيِ فِي الْحَيٰوةِ الدُّنْيَا وَمَتَّعْنَاهُمْ اِلٰى ح۪ينٍ ﴿٩٨﴾
98: Azabı gördükten sonra iman edip de imanlarının faydasını gören hiçbir memleket halkı olmamıştır. Ancak Yûnus’un kavmi hâriç. Onlar iman edince, biz de dünya hayatındaki o alçaltıcı azâbı kendilerinden kaldırdık ve onları belli bir süreye kadar dünya nimetlerden faydalandırdık.
Tefsir:
Hz. Nûh, Hz. Hud, Hz. Sâlih, Hz. Şuayb, Hz. Lut gibi Kur’an’da kıssaları anlatılan önceki peygamberlerin kavimleri ve kıssaları anlatılmayan pek çok kavim iman etmedikleri için helak edilmişlerdir. Dolayısıyla bu âyette: “Ne olur, bir şehir halkı olsaydı da, inansaydı ve bu imanları kendilerine fayda verseydi. Fakat, ne gezer, hiçbiri tam inanmadı ve bu yüzden helak oldular” şeklinde ilâhî bir serzeniş vardır. Bunlar arasında Yûnus (a.s.)’ın kavmi müstesnâ tutulmuştur. Çünkü onlar, başlangıçta inkâr etmişlerdi. Başlarına büyük bir felaketin geleceğini anlayınca topluca iman ettiler. Böyle olunca da Allah onları bağışladı ve başlarına çökecek rezillik azabını kaldırdı. İnadı terk edip uslandıkları ve doğru yola geldikleri için cezadan kurtarıldılar. (bk. Enbiyâ 21/87-88; Saffât 37/139-148; Kalem 68/48-50)
Burada Resûlullah (s.a.s.) ve onun izinden giden İslâm davetçilerine, hak veya bâtıl her inancın tâbileri olacağı hatırlatılarak, küfürde ısrar edenlere karşı kuvvetli ve metin; tevhid mücâdelesini kesintisiz sürdürmeleri konusunda da azimli ve gayretli olmaları tavsiye edilmektedir. İnsanları Allah’a davette aceleci davranıp, onların bir an önce imana gelmelerini beklemek doğru değildir. İnanmıyorlar diye ümitsizliğe kapılmak, onları inandırmak için Allah’ın razı olmadığı yollara teşebbüs etmek de yasaklanmıştır. Bu bakımdan yeteri derecede tebliğ yapıldıktan sonra neticenin tayini Allah Teâlâ’ya bırakılacaktır. Zira gerçek şudur:

وَلَوْ شَٓاءَ رَبُّكَ لَاٰمَنَ مَنْ فِي الْاَرْضِ كُلُّهُمْ جَم۪يعًاۜ اَفَاَنْتَ تُكْرِهُ النَّاسَ حَتّٰى يَكُونُوا مُؤْمِن۪ينَ ﴿٩٩﴾
99: Eğer Rabbin dileseydi yeryüzünde bulunan herkes elbette topluca iman ederdi. Hal böyleyken sen şimdi iman edinceye kadar insanları zorlayıp duracak mısın?
وَمَا كَانَ لِنَفْسٍ اَنْ تُؤْمِنَ اِلَّا بِاِذْنِ اللّٰهِۜ وَيَجْعَلُ الرِّجْسَ عَلَى الَّذ۪ينَ لَا يَعْقِلُونَ ﴿١٠٠﴾
100: Oysa Allah’ın izni olmadan hiçbir kişinin iman etmesi mümkün değildir. Allah, akıllarını kullanmayanların kalpleri üzerine mânevî pislikler yağdırır.
Tefsir:
Her ne kadar Cenâb-ı Hak, imana davet için peygamberler göndermiş, kitaplar indirmiş, varlığının delilleriyle kâinatı doldurmuş ve insana da bunlardan istifade etmek üzere akıl vermiş ise de, yine de, iman ve küfür meselesi bir kader sırrı olarak devam etmektedir. Çünkü bu âyetlerde Allah Teâlâ’nın bütün insanların iman etmesini dilemediği, Allah izin vermedikçe de hiç kimsenin iman etmesinin mümkün olmadığı açıkça haber verilmektedir. Aslında buradan Allah Teâlâ’nın insanları inanmak ve inanmamak arasında serbest bıraktığı, eğer isteseydi ve zorlasaydı inanmayan kimsenin kalmayacağı anlaşılmaktadır. Nitekim bir âyet-i kerîmede: “De ki: «Gerçek, Rabbinizden gelmiştir. Artık dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin.…»” (Kehf 18/29) buyrulur. Buna göre insanların inanmaya zorlanmaması, tebliğin belli ölçüler içinde yapılması ve aşırı gidilmemesi istenmektedir. Bununla beraber “Allah, akıllarını kullanmayanların kalpleri üzerine manevî pislikler yağdırır” (Yûnus 10/100) ifadesi, akılla iman arasındaki derin irtibata dikkat çekmekte, akıl nimetini yeterli derecede kullananların iman şerefine erebilme imkânlarının mevcut olduğunu belirtmektedir. Akletme melekesini gerektiği gibi kullanmayan veya yanlış yollarda kullananlar ise, iman adına Allah’ın izninden ve dolayısıyla imandan mahrum kalma tehlikesiyle karşı karşıyadırlar. Nitekim devam eden âyetler bu hususu biraz daha açmaktadır:
قُلِ انْظُرُوا مَاذَا فِي السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۜ وَمَا تُغْنِي الْاٰيَاتُ وَالنُّذُرُ عَنْ قَوْمٍ لَا يُؤْمِنُونَ ﴿١٠١﴾
101: De ki: “Göklerde ve yerde olan şeylere ibretle bakın!” Fakat, iman etmeyecek bir gürûha ne bu deliller, ne de uyarılar bir fayda verir.
فَهَلْ يَنْتَظِرُونَ اِلَّا مِثْلَ اَيَّامِ الَّذ۪ينَ خَلَوْا مِنْ قَبْلِهِمْۜ قُلْ فَانْتَظِرُٓوا اِنّ۪ي مَعَكُمْ مِنَ الْمُنْتَظِر۪ينَ ﴿١٠٢﴾
102: Aslında onlar, bu halleriyle ancak kendilerinden önce gelip geçenlerin helâk günlerinin benzerini beklemektedirler. De ki: “Öyleyse olacak olanları bekleyin bakalım, ben de sizinle beraber beklemekteyim!”
ثُمَّ نُنَجّ۪ي رُسُلَنَا وَالَّذ۪ينَ اٰمَنُوا كَذٰلِكَۚ حَقًّا عَلَيْنَا نُنْجِ الْمُؤْمِن۪ينَ۟ ﴿١٠٣﴾
103: Sonunda biz, önceleri yaptığımız gibi peygamberlerimizi ve iman edenleri kurtarırız. Çünkü mü’minleri kurtarmak, üzerimize düşen bir borçtur.
Tefsir:
Göklerde ve yerde bulunan her şey Allah’ın varlığının ve birliğinin delilleridir. İbretle bunlara bakan, aklını çalıştırıp bu varlıklar üzerinde tefekkür edenler, bu kadar muazzam varlıkları eşsiz bir güzellik ve âhenk içinde yaratan sonsuz kudret, kuvvet, ilim, irade ve hikmet sahibi bir yaratıcının olduğunu idrakte zorlanmazlar. Fakat inkâr dehlizlerine dalarak aklını çalıştırmayan, kalbinin tüm kapılarını hidâyet ışıklarına kapatarak inanmamakta kararlı olan bedbahtlara bütün bu âyetlerin, işaret ve delillerin, peygamberlerin ve onların ikâz ve korkutmalarının hiçbir faydası olmayacaktır. Bu halleriyle onlar, daha önce helak edilmiş toplumlar gibi ancak helak edilmeyi bekler dururlar. Yanlış düşünce ve inançları, günah olan fiil ve davranışlarıyla âdeta ilâhî kahır tecellilerinin başlarına inmesini arzularlar. Hiç acele etmesinler, o bekledikleri azap bir gün gelecek ve helak edileceklerdir. Ancak Allah Teâlâ peygamberlerini ve iman edenleri o azaptan kurtaracaktır.
قُلْ يَٓا اَيُّهَا النَّاسُ اِنْ كُنْتُمْ ف۪ي شَكٍّ مِنْ د۪ين۪ي فَلَٓا اَعْبُدُ الَّذ۪ينَ تَعْبُدُونَ مِنْ دُونِ اللّٰهِ وَلٰكِنْ اَعْبُدُ اللّٰهَ الَّذ۪ي يَتَوَفّٰيكُمْۚ وَاُمِرْتُ اَنْ اَكُونَ مِنَ الْمُؤْمِن۪ينَۙ ﴿١٠٤﴾
104: Rasûlüm! Bütün insanlara şunu ilan et: “Ey insanlar! Eğer benim dînimden herhangi bir şüphe içindeyseniz, şunu bilin ki, ben sizin Allah’tan başka taptıklarınıza tapmam. Ben ancak sizin canınızı alacak olan Allah’a kulluk ederim. Çünkü bana, mü’minlerden olmam emredildi.”
وَاَنْ اَقِمْ وَجْهَكَ لِلدّ۪ينِ حَن۪يفًاۚ وَلَا تَكُونَنَّ مِنَ الْمُشْرِك۪ينَ ﴿١٠٥﴾
105: Bana şunlar da emredildi: “Allah’ın birliğini tanıyarak yüzünü dosdoğru hak dine çevir; sakın müşriklerden olma!”
وَلَا تَدْعُ مِنْ دُونِ اللّٰهِ مَا لَا يَنْفَعُكَ وَلَا يَضُرُّكَۚ فَاِنْ فَعَلْتَ فَاِنَّكَ اِذًا مِنَ الظَّالِم۪ينَ ﴿١٠٦﴾
106: “Allah’ı bırakıp da sana hiçbir fayda ve zarar veremeyen şeylere yalvarıp yakarma. Böyle yaparsan, o takdirde, kesinlikle zâlim­lerden olursun!”
وَاِنْ يَمْسَسْكَ اللّٰهُ بِضُرٍّ فَلَا كَاشِفَ لَهُٓ اِلَّا هُوَۚ وَاِنْ يُرِدْكَ بِخَيْرٍ فَلَا رَٓادَّ لِفَضْلِه۪ۜ يُص۪يبُ بِه۪ مَنْ يَشَٓاءُ مِنْ عِبَادِه۪ۜ وَهُوَ الْغَفُورُ الرَّح۪يمُ ﴿١٠٧﴾
107: Allah sana bir zarar dokunduracak olursa, onu yine Allah’tan başka giderecek yoktur. Eğer senin için bir hayır dilerse, O’nun lutf u keremini engelleyecek de yoktur. O, lutfunu kullarından dilediğine verir. O, çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.
Tefsir
Dinin esası, bütün sahte tanrıları bir tarafa bırakarak yalnızca Allah’a inanmak ve sadece O’na kulluk yapmaktır. Çünkü ibâdete layık tek varlık, istediği gibi yaratan ve öldüren, birini öldürmeyi dileyince iradesine kimse engel olamayan Allah Teâlâ’dır. Bir başkasının böyle bir hak ve yetkisi yoktur. O halde O’nu bir tanımalı, yalnızca O’na yönelmeli, açık ve gizli her türlü şirkten uzak durmalı, hiçbir fayda ve zarar veremeyen putlara yalvarmayı terk etmelidir. Çünkü şirk koşmak en büyük zulümdür ve şirk günahını işleyen de en büyük zalimdir. Zira yapılabilecek en büyük haksızlık, zat, sıfat ve fiillerinde tek olan Allah’ın ortağı olduğunu kabul etmektir. Böyle şey olamaz; böyle bir inanç asla doğru kabul edilemez. Çünkü putlar hiçbir fayda ve zarara güç yetirmedikleri gibi, fayda ve zararın hepsine güç yetiren sadece Allah’tır. İnsanın başına gelen zararı Allah’tan başka kimse kaldıramaz. Allah’ın ihsan edeceği bir iyiliğe de kimse mâni olamaz. O istediğini yapmaya kadirdir. Öyle ise aciz şeylere değil, varlıkları istediği gibi yaratan, idâre eden, hayat veren, öldüren, bağışlayan, merhamet eden Allah’a kulluk etmek gerekir.
قُلْ يَٓا اَيُّهَا النَّاسُ قَدْ جَٓاءَكُمُ الْحَقُّ مِنْ رَبِّكُمْۚ فَمَنِ اهْتَدٰى فَاِنَّمَا يَهْتَد۪ي لِنَفْسِه۪ۚ وَمَنْ ضَلَّ فَاِنَّمَا يَضِلُّ عَلَيْهَاۚ وَمَٓا اَنَا۬ عَلَيْكُمْ بِوَك۪يلٍۜ ﴿١٠٨﴾
108: De ki: “Ey insanlar! Elbette size Rabbinizden gerçeğin ta kendisi olan Kur’an gelmiş bulunuyor. Artık kim doğru yolu seçerse kendi faydasına seçmiş olur; kim de doğru yoldan saparsa yine kendi zararına sapmış olur. Ben sizin başınızda, yaptıklarınızın sorumluluğunu üzerine almış bir yetkili değilim!”
وَاتَّبِعْ مَا يُوحٰٓى اِلَيْكَ وَاصْبِرْ حَتّٰى يَحْكُمَ اللّٰهُۚ وَهُوَ خَيْرُ الْحَاكِم۪ينَ ﴿١٠٩﴾
109: Sana vahyedilene uy! Allah hükmünü verinceye kadar da sabret! Çünkü O, hüküm verenlerin en hayırlısıdır.
Tefsir:
Rabbimizden gelen gerçek, hidâyet rehberi olan Peygamber Efendimiz ve ona indirilen Kur’ân-ı Kerîm’dir. Bunlara inanan ve gösterdikleri doğru yolda yürüyenler kendi menfaatlerine bunu yapmış olurlar. Bunları kabul etmeyenler, inkâr edip yüz çevirenler de doğru yoldan sapmış olurlar. Bunun vebâli de yine kendilerine aittir. Bu noktada Peygamberin birilerine vekil olmak ve yaptıklarının sorumluluğunu üstlenmek gibi bir vazifesi yoktur. Onun vazifesi vahye tâbi olmak, onu apaçık bir şekilde insanlara tebliğ etmek ve Allah hükmünü verinceye kadar bu uğurda sabretmektir.
اَلْحَك۪يمُ (el-Hâkim), Cenâb-ı Hakk’ın güzel isimlerinden biridir. Bu isim “verdiği hükümle hakla bâtılı, iyiyle kö­tüyü ayıran ve her nefis için yaptığı hayır ve şerrin cezasını ortaya koyan ya da mükâfat ve ceza vermek sûretiyle mü’minle kâfiri birbirinden ayıran” mânasına gelir. Kulun bu isimden nasibi, Allah’ın hükümlerine teslim olup emrine boyun eğmektir. Zira O’nun hükmüne kendi isteğiyle razı olanlar, hem kendileri razı hem de Allah onlardan razı olarak bir hayat süreceklerdir. Allah Resûlü (s.a.s.)’in hali, bu hususta en güzel örnektir. Çünkü o, Allah’ın hükmüne rızâ gösterip belasına sabrettiği için övgüye değer bir hayat yaşamış ve Yüce Rabbinin lütfuyla neticede zafere ulaşmıştır.Yûnus sûresinin sonunda hülâsa edilen dinin esasları gelmekte olan Hûd sûresinde örnekleriyle beyân edilecektir:Kaynak: Ömer Çelik Tefsiri

 
Kurban
Beiträge: 1.013
Punkte: 651
Registriert am: 19.08.2010

zuletzt bearbeitet 26.01.2024 | Top

   

Tevbe Süresi Meal Ve Tefsiri 1-6
Yunus Süresi Meal Ve Tefsiri 61-86

  • Ähnliche Themen
    Antworten
    Zugriffe
    Letzter Beitrag
Anfragen und Anregungen bitte direkt an tiav@hotmail.de adressieren. Vielen Dank!
Xobor Einfach ein eigenes Xobor Forum erstellen
Datenschutz