Yunus Süresi Meal Ve Tefsiri 61-86

#1 von Kurban , 24.01.2024 13:06

Yunus Süresi Meal Ve Tefsiri 61-86

وَمَا تَكُونُ فٖي شَأْنٍ وَمَا تَتْلُوا مِنْهُ مِنْ قُرْاٰنٍ وَلَا تَعْمَلُونَ مِنْ عَمَلٍ اِلَّا كُنَّا عَلَيْكُمْ شُهُوداً اِذْ تُفٖيضُونَ فٖيهِؕ وَمَا يَعْزُبُ عَنْ رَبِّكَ مِنْ مِثْقَالِ ذَرَّةٍ فِي الْاَرْضِ وَلَا فِي السَّمَٓاءِ وَلَٓا اَصْغَرَ مِنْ ذٰلِكَ وَلَٓا اَكْبَرَ اِلَّا فٖي كِتَابٍ مُبٖينٍ ﴿٦١﴾
Meal
﴾61﴿ Ne zaman sen bir faaliyet göstersen, Kur’an’dan bir bölüm okusan ve siz ne zaman bir iş yapsanız, o işe koyulduğunuzda muhakkak ki biz üzerinizde gözetleyici oluruz. Ne yerde ne de gökte, zerre miktarı bir şey bile rabbinin bilgisi dışında kalmaz; bundan daha küçük veya daha büyük ne varsa istisnasız apaçık bir kitapta yazılıdır.
Tefsir
Hz. Peygamber’in Kur’an’ı okuyup tebliğ etmesi de onun görevleri içinde yer almakla birlikte öneminden dolayı bu faaliyeti özellikle zikredilmiştir. Allah, yalnız Peygamber’in yaptıklarına değil, insanların bütün faaliyetlerine de şahit ve vâkıftır. Şu halde müminler, gizli açık bütün faaliyetlerini tam bir sorumluluk şuuruyla yerine getirmelidirler. Ayrıca âyet, bir yandan müminlerin yaptıkları güzel işlerin Allah tarafından bilindiğini, dolayısıyla zayi olmayacağını hatırlatarak onlara ümit ve güven aşılarken, diğer yandan, inkâr ve isyanlarını sorumsuzca sürdürenler için de bir uyarı ve tehdit anlamı taşımaktadır. Çünkü hiçbir şey Allah’ın bilgisi dışında cereyan etmez. “Apaçık” diye çevirdiğimiz mübîn kelimesi Allah’ın ilminin kesinliğini, ihtimallerden uzak olduğunu ifade eder (İbn Âşûr, XI, 251).Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 116-117
اَلَٓا اِنَّ اَوْلِيَٓاءَ اللّٰهِ لَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَۚ ﴿٦٢﴾
﴾62﴿ Bilesiniz ki Allah dostlarına asla korku yoktur; onlar üzüntü de çekmeyecekler.
اَلَّذٖينَ اٰمَنُوا وَكَانُوا يَتَّقُونَؕ ﴿٦٣﴾
63.Onlar ki, iman etmişler ve takvâya ermişlerdir,
لَهُمُ الْبُشْرٰى فِي الْحَيٰوةِ الدُّنْيَا وَفِي الْاٰخِرَةِؕ لَا تَبْدٖيلَ لِكَلِمَاتِ اللّٰهِؕ ذٰلِكَ هُوَ الْفَوْزُ الْعَظٖيمُؕ ﴿٦٤﴾
Meal
﴾63-64﴿ Onlar ki, iman etmişler ve takvâya ermişlerdir, işte onlara hem bu dünya hayatında hem de âhirette müjdeler olsun! Allah’ın sözlerinde değişme olmaz; (öyleyse) en büyük kazanç budur.
Tefsir
“Dostlar” diye çevirdiğimiz 62. âyetteki evliyâ, “birine yakın olan, birini himayesinde bulunduran, koruyucu, dost, yardımcı” gibi mânalara gelen velî kelimesinin çoğuludur. Kur’an-ı Kerîm’de velî kelimesi, tekil veya çoğul olarak kırk sekiz âyette Allah’ın, kendisine inanıp buyruğunca yaşayan kullarına sevgisini, himaye ve yardımını, bu anlamda Allah ile insan arasındaki sevgi bağını ifade etmek üzere kullanılmıştır. Allah ile kendileri arasında böyle bir sevgi bağı gerçekleşmiş, bu mazhariyete ulaşmış olanlar kültürümüzde “Allah dostları” diye anıldığından 62. âyetteki evliyâullah deyimini bu şekilde çevirdik.
Kur’an-ı Kerîm’de sadece bu âyette geçen evliyâullah kavramının kapsamı her ne kadar zamanla bilhassa tasavvuf geleneğinde oldukça daraltılmış, hatta giderek İslâm toplumlarında bu kavramla keramet arasında bir ilişki dahi kurulmuşsa da 63. âyette Allah dostlarının özelliği kısaca iman ve takvâ kelimeleriyle özetlenmektedir. Şu halde Allah’a iman eden ve takvâ (günah işlemekten sakınma, Allah’a saygı) bilinciyle yaşayan her müslüman Allah dostudur. Müfessirlerin kaydettiği bir hadiste evliyâullah, “görünüşleriyle Allah’ı hatırlatanlar” (tutum ve davranışlarıyla Allah’ın iradesine uygun bir yaşayışı yansıtanlar) şeklinde tanıtılmıştır (Taberî, XI, 131-163). Zemahşerî de, “Evliyâullah, Allah’a yakınlıklarını itaatleriyle gösterir, Allah da onlara yakınlığını lutuflarıyla gösterir” ifadesini kullanır (II, 195). Bu müfessire göre “Onlar ki, iman edip günah işlemekten sakınmışlardır” ifadesi, evliyâullahın Allah’a yaklaşmasını, “Onlara hem bu dünyada hem de âhirette müjdeler vardır” ifadesi de Allah’ın evliyâullaha yaklaşmasını dile getirmektedir. 64. âyetteki “Allah’ın sözlerinde değişme olmaz” ifadesi, bu âyetlerde Allah dostlarına verilen müjdelerle bağlantılı olarak açıklanmıştır. Buna göre Cenâb-ı Hakk’ın, bu kullarına verdiği müjdeler O’nun birer vaadidir ve O mutlaka vaadini yerine getirecektir.
64. âyetteki dünya hayatıyla ilgili müjdeyi “hayırlı (sâlih) rüya”, âhiret hayatıyla ilgili müjdeyi ise “cennet” olarak açıklayanlar olmuştur (Taberî, XI, 133-138). Ancak Râzî’nin de belirttiği gibi (XVII, 128), müjde kelimesi “insanın yüzünü güldürecek şekilde sevindiren haber” anlamına geldiğine göre insanı bu şekilde mutlu edecek olan her şey bu âyetin kapsamına girer. Allah dostlarının gerek dünya hayatında gerekse âhirette kendileri için müjde değeri taşıyan bütün iyi ve güzel şeyleri elde etmesi âyette “en büyük kazanç” şeklinde nitelenmiştir.Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 117-118
وَلَا يَحْزُنْكَ قَوْلُهُمْۘ اِنَّ الْعِزَّةَ لِلّٰهِ جَمٖيعاًؕ هُوَ السَّمٖيعُ الْعَلٖيمُ ﴿٦٥﴾
Meal
﴾65﴿ Onların sözleri seni üzmesin. Kuşkusuz güç tamamıyla Allah’ındır; O her şeyi duymaktadır, bilmektedir.
Tefsir
Mekke putperestleri bir yandan Allah’ın birliği ve aşkınlığıyla bağdaşmayan sözler sarfederken bir yandan da Hz. Muhammed’i yalancılıkla suçluyor, Kur’an’ın onun uydurması olduğunu söylüyor, kendilerini çok güçlü görerek ona tehditler savuruyor, buna benzer üzücü sözlerle onu incitiyorlardı. Âyette bu tutumlar karşısında Hz. Peygamber teselli edilmekte, asıl gücün tamamıyla Allah’a ait olduğu hatırlatılarak bir bakıma Hz. Peygamber’e ve onun şahsında müminler arasında inkârcıların haksız saldırılarına uğrayanlara şöyle denilmektedir: “Sen üzülme! Allah onların konuştuklarını duymakta bilmektedir ve ortaksız gücüyle onların hakkından gelecek, sana yardım edecektir. Son tahlilde başarı, Allah’ın yolundan giden, imanda ve güzel işlerde sebat göstererek Allah’ın yardımını hak edenlerindir (benzer açıklamalar için bk. Zemahşerî, II, 196; Râzî, XVII, 129-130).Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 120
اَلَٓا اِنَّ لِلّٰهِ مَنْ فِي السَّمٰوَاتِ وَمَنْ فِي الْاَرْضِؕ وَمَا يَتَّبِعُ الَّذٖينَ يَدْعُونَ مِنْ دُونِ اللّٰهِ شُرَكَٓاءَؕ اِنْ يَتَّبِعُونَ اِلَّا الظَّنَّ وَاِنْ هُمْ اِلَّا يَخْرُصُونَ ﴿٦٦﴾
Meal
﴾66﴿ Bilesiniz ki göklerde ve yerde olanlar Allah’ındır. Allah’ı bırakıp da O’na ortak koştukları sözde tanrılara tapanlar neyin peşinden gidiyorlar? Onlar yalnızca kuruntularının peşinden gidiyorlar ve sadece yalan söylüyorlar.
Tefsir
Evrende var olan her şey Allah tarafından yaratıldığına, Allah her şeyin mâliki, sahibi ve hâkimi olduğuna göre, O’ndan başka bir varlığı O’na ortak tanıyıp tanrı olarak nitelemek ve böyle bir iddiayı bir din haline getirip o yolda yürümek, akıl ve ilimden uzaklaşarak bir kuruntunun, yalanın peşinden gitmek demektir.Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 120
Başka bir Tefsire göre;
Göklerde ve yerde bulunan melekler, cinler ve insanlar gibi akıl sahibi canlı varlıklar Allah’ındır. Hepsi O’nun kulu olup O’nun kudret ve hükümranlığı altındadır. Allah’ın izni olmadan onların bir kişiye fayda veya zarar vermesi mümkün değildir. Diğer taraftan Allah, o varlıkları sana yardımcı kılmaya, kâfirlere karşı sana yardım etmeye ve onların mallarını, yurtlarını sana vermeye de kadirdir. Üstelik sana düşmanlık yapan müşrikler, davalarında samimi değillerdir. Çünkü onlar, Allah’ı bırakıp taptıkları şeylere gerçekten kulluk yapmıyor; sadece onların kendilerine şefaat edeceklerini ve fayda sağlayacaklarını umuyorlar. Böyle olunca da gerçekten tapılacak bir şeye değil, sadece tapındıkları şeylerin Allah’ın ortakları oldukları şeklindeki asılsız zanlarına tâbi olmuş oluyorlar. Dolayısıyla bütün yaptıkları, şahsi görüş ve tahminlerine dayanarak yalan söylemekten başka bir şey değildir. Bunlar, sırf nefsânî arzularına uyarak yaratılmışı yaratan, kulu ilâh, tâbi olması gerekeni tâbi olunan kılarak saçma sapan şeyler uydurur dururlar. Hâsılı koştukları ortaklar yalan, tehditleri boş, Allah hakkında uydurdukları her şey bir hiçtir. Hepsi Allah’ın gücü ve hâkimiyeti altındadır ve O’nun hükmüne tâbidir. O halde üzülmeni gerektirecek bir durum yoktur. Allah’ın ne denli bir kudret ve merhamet sahibi olduğunu hatırlaman için de geceyle gündüzün durumuna bakman yeterli olacaktır:Ömer Çelik
هُوَ الَّذ۪ي جَعَلَ لَكُمُ الَّيْلَ لِتَسْكُنُوا ف۪يهِ وَالنَّهَارَ مُبْصِرًاۜ اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَاٰيَاتٍ لِقَوْمٍ يَسْمَعُونَ ﴿٦٧﴾
67: Uyuyup istirahat etmeniz için geceyi yaratan, işlerinizi yapabilmeniz için gündüzü aydınlatan O’dur. Şüphesiz dinleyip anlayacak bir toplum için bunda nice deliller vardır.
Tefsir
Gece ve gündüz insan hayatı için vazgeçilmez bir ehemmiyete sahiptir. Gece karanlığı, insanın uyuyup istirahat etmesini, yorgunluklarından kurtulup huzur ve sükûna ermesine yardımcı olur. Gündüz ise aydınlıktır. Doğan güneş eşyanın görülmesini sağlar ve insanlar çalışma imkânı bularak maişetlerini temin ederler. İşte geceyi ve gündüzü yaratan, onları hiçbir aksaklık olmadan peş peşe getirip duran şüphesiz Allah Teâlâ’dır. Milyonlarca yıldır durmadan devam eden bu muazzam hâdiselerde, ibret alacak şekilde hakîkate kulak verebilenler için Allah’ın varlığını, birliğini, sonsuz kudret ve merhametini gösteren deliller, alâmetler, işaretler ve belgeler vardır. O halde, gece ve gündüzün nimetlerinden istifade edene değil, bu emsalsiz nimetleri istifadeye sunana kulluk etmek, O’na karşı şirk sayılacak her türlü düşünce ve eylemden kesinlikle uzak durmak gerekir:
قَالُوا اتَّخَذَ اللّٰهُ وَلَدًا سُبْحَانَهُۜ هُوَ الْغَنِيُّۜ لَهُ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَمَا فِي الْاَرْضِۜ اِنْ عِنْدَكُمْ مِنْ سُلْطَانٍ بِهٰذَاۜ اَتَقُولُونَ عَلَى اللّٰهِ مَا لَا تَعْلَمُونَ ﴿٦٨﴾
68: Onlar: “Allah, çocuk edindi” dediler. Hâşâ! O bundan münezzehtir. O hiçbir şeye muhtaç değildir. Göklerde ne var, yerde ne varsa hepsi O’nundur. Allah’ın oğlu olduğuna dair elinizde bir deliliniz de asla yoktur. Yoksa siz, Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri mi söylüyorsunuz?
قُلْ اِنَّ الَّذ۪ينَ يَفْتَرُونَ عَلَى اللّٰهِ الْكَذِبَ لَا يُفْلِحُونَۜ ﴿٦٩﴾
69: De ki: “Allah hakkında yalan uyduranlar, asla kurtuluşa eremeyecekler.”
مَتَاعٌ فِي الدُّنْيَا ثُمَّ اِلَيْنَا مَرْجِعُهُمْ ثُمَّ نُذ۪يقُهُمُ الْعَذَابَ الشَّد۪يدَ بِمَا كَانُوا يَكْفُرُونَ۟ ﴿٧٠﴾
70: Onlar dünya nimetlerinden bir müddet faydalanacak, sonra dönüp bizim huzurumuza geleceklerdir. Sonra da biz, sürekli küfür içinde bulunmuş olmalarından dolayı onlara o şiddetli azabı tattıracağız.
Tefsir
Allah Teâlâ’ya, erkek veya kız, çocuk isnat etmek, aslında Allah’ın eksiklik, zayıflık ve bir kısım ihtiyaçlarla muallel olduğu düşüncesine dayanır. Bu sebeple burada kâfirlerin bu asılsız iddiaları üç ayrı delille çürütülür:
› Allah her türlü noksanlıktan pak ve uzaktır. Ölümlü olmak ve bu yüzden zürriyetini devam ettirmek için bir eşe ihtiyaç duymak gibi noksanlıkların Allah hakkında düşünülmesi mümkün değildir.
› Allah zengindir; her türlü ihtiyaçtan müstağnîdir, kimseye bir ihtiyacı yoktur. Dolayısıyla mülkünü miras bırakabileceği bir çocuğa da ihtiyacı yoktur.
› Allah, yerde ve gökte bulunan her şeyin sahibidir. Bunlardan hiçbiri O’nun oğlu veya mirasçısı gibi bir nispetle anılamaz; hiçbiri mülk, saltanat ve tasarrufunda O’na ortak olamaz.
Buna göre bütün şirk iddiaları asılsızdır, yalandır ve bilmeden konuşulan sözlerden ibarettir. Fakat bunlar, sıradan bir yalan değil, Allah hakkında uydurulan yalanlardır. Allah hakkında yalan uyduranlar ise hiçbir zaman başarılı olamayacak, kurtuluşa eremeyeceklerdir. Dünyada yaşadıkları sürece fâni nimetlerle geçinip duracaklar, fakat kâfir olarak ölmeleri sebebiyle âhirette pek şiddetli azaba uğrayacaklardır.
Allah Teâlâ’nın peygamberlerine nasıl yardım ettiğini ve peygamberine karşı gelen kavimlerin nasıl feci bir âkıbete uğradığını göstermesi bakımından Hz. Nûh’un kıssası pek ibretlidir:Kaynak: Ömer Çelik Tefsiri
وَاتْلُ عَلَيْهِمْ نَبَاَ نُوحٍۢ اِذْ قَالَ لِقَوْمِه۪ يَا قَوْمِ اِنْ كَانَ كَبُرَ عَلَيْكُمْ مَقَام۪ي وَتَذْك۪ير۪ي بِاٰيَاتِ اللّٰهِ فَعَلَى اللّٰهِ تَوَكَّلْتُ فَاَجْمِعُٓوا اَمْرَكُمْ وَشُرَكَٓاءَكُمْ ثُمَّ لَا يَكُنْ اَمْرُكُمْ عَلَيْكُمْ غُمَّةً ثُمَّ اقْضُٓوا اِلَيَّ وَلَا تُنْظِرُونِ ﴿٧١﴾
71: Rasûlüm! Onlara Nûh’un ibret dolu kıssasını anlat: Hani o kavmine şöyle demişti: “Ey kavmim! Şayet benim peygamber olarak aranızda bulunmam ve Allah’ın âyetlerini okuyup onlarla öğüt vermem size ağır geliyorsa, şunu bilin ki, ben sadece Allah’a güvenip dayandım. Haydi siz de tanrı diye taptığınız bütün varlıklarla birlikte toplanıp bana ne yapacağınıza karar verin. Ama, dikkat edin de, vereceğiniz bu karar sonnradan başınıza bir belâ, bir pişmanlık sebebi olmasın. Ardında da bana hiç göz açtırmadan hakkımdaki kararınızı hemen uygulayın.”
فَاِنْ تَوَلَّيْتُمْ فَمَا سَاَلْتُكُمْ مِنْ اَجْرٍۜ اِنْ اَجْرِيَ اِلَّا عَلَى اللّٰهِۙ وَاُمِرْتُ اَنْ اَكُونَ مِنَ الْمُسْلِم۪ينَ ﴿٧٢﴾
72: “Eğer yüz çevirirseniz, benim kaybedeceğim hiçbir şey yoktur; çünkü ben zâten sizden herhangi bir ücret istemiş değilim. Benim ücretimi verecek olan yalnız Allah’tır ve bana müslümanlardan olmam emredildi.”
فَكَذَّبُوهُ فَنَجَّيْنَاهُ وَمَنْ مَعَهُ فِي الْفُلْكِ وَجَعَلْنَاهُمْ خَلَٓائِفَ وَاَغْرَقْنَا الَّذ۪ينَ كَذَّبُوا بِاٰيَاتِنَاۚ فَانْظُرْ كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الْمُنْذَر۪ينَ ﴿٧٣﴾
73: Buna rağmen yine de Nûh’u yalanladılar. Biz de onu ve gemide kendisiyle beraber bulunanları kurtarıp onları yeryüzünde halîfeler yaptık; âyetlerimizi yalanlayanları ise suda boğduk. Allah’ın azabıyla uyarılıp da doğru yola gelmeyenlerin sonu nasıl olmuş bir bakın!
Tefsir
Hz. Nûh kavmi arasında dokuz yüz elli sene kaldı ve onları tevhide davet etti. (bk. Ankebût 29/14) Uzun seneler ısrarla tebliğe devam etmesine rağmen, pek azı müstesnâ, kavmi ona iman etmedi. (bk. Hûd 11/40) Dolayısıyla bu âyet-i kerîmeler, Nûh (a.s.)’ın mesajını daha açık bir şekilde ortaya koyduğu, Allah’a tevekkülünü ve insanlardan korkusuzluğunu ifade ettiği; işkence etmek ve öldürmek dâhil kendisine yönelik istediklerini yapmaları konusunda kavmine meydan okuduğu bir safhayı anlatır. Onları ilâhî azapla tehdit eder. Fakat kavim, bu açık tehditlerden ibret almadığı ve inkâra devam ettiği için tufanla helak edilir.
Âyetlerde beyân edildiği üzere, Hz. Nûh’un inkârcı kavmine karşı sergilediği bu korkusuz tavır, kullandığı bu net üslup ve ifade, her şeyden önce onun Allah’a bağlılığını ve tevekkülünü anlatmakta; bıkmadan usanmadan sürdürdüğü tevhid mücâdelesinde gösterdiği cesâreti haber vermektedir. Buna göre, kısaca temas edilen bu kıssadan maksat, bir taraftan önceki peygamberleri yalanlayanların, inkârları yüzünden nasıl Allah’ın cezasına uğradıklarını hatırlatmak suretiyle, Kur’an’ın muhataplarını, Resûl-i Ekrem (s.a.s.)’e karşı sergiledikleri düşmanca davranışlarından dolayı uyarıp onlara öğüt vermek; bir taraftan da başta Peygamberimiz (s.a.s.) olmak üzere dini tebliğ etmekte olan kişileri teselli ederek, onlara da Allah’a aynı şekilde güvenip dayanmalarını tavsiye etmektir.Hz. Nûh’tan sonra gelen kavimlerin haline bakacak olursak:

ثُمَّ بَعَثْنَا مِنْ بَعْدِه۪ رُسُلًا اِلٰى قَوْمِهِمْ فَجَٓاؤُ۫هُمْ بِالْبَيِّنَاتِ فَمَا كَانُوا لِيُؤْمِنُوا بِمَا كَذَّبُوا بِه۪ مِنْ قَبْلُۜ كَذٰلِكَ نَطْبَعُ عَلٰى قُلُوبِ الْمُعْتَد۪ينَ ﴿٧٤﴾
74: Nûh’un ardından biz, daha pek çok peygamberi kendi toplumlarına gönderdik. Peygamberleri onlara apaçık deliller ve mûcizeler getirdiler. Fakat onlar daha önce yalanladıkları şeylere bir türlü inanmadılar. Haddi aşanların kalplerini işte biz böyle mühürlüyoruz!
TEFSİR:
Hz. Nûh’tan sonra kendilerine peygamber gönderilen kavimlerin durumu da aynıdır. Onlara peygamberler geldi, ilâhî tâlimatları tebliğ etti, doğruluklarını ispatlayan nice açık deliller ve mûcizeler getirdi. Fakat onlar, peygamberlerin bu gayret ve çabalarına rağmen iman etmediler. Zira yalanlamayı alışkanlık haline getirmişlerdi ve o hâli terk etmek kendilerine çok güç geldi. İnkâr edip haddi aştılar. Haddi aşmaları sebebiyle de kalpleri mühürlendi; idraksiz ve hissiyatsız insanlar haline geldiler.
Âyet içinde yer alan “Haddi aşanların kalplerini işte biz böyle mühürlüyoruz!” (Yûnus 10/74) beyânı, hem öncekileri hem de daha sonra gelenleri şümûlüne alır. Buna göre Peygamberin davetine icâbet etmeyenlerin kalpleri katılaşacak; duygusuz, anlayışsız insanlar olacaklar ve işledikleri yanlışlar sebebiyle kalpleri mühürlenecektir. Resûlullah (s.a.s.) ve Kur’an’ın tâlimatlarına karşı taşkınlık yapanları da aynı hazin akıbet beklemektedir.
Gelelim Hz. Mûsâ ve Firavun’un ibret dolu kıssasına:
ثُمَّ بَعَثْنَا مِنْ بَعْدِهِمْ مُوسٰى وَهٰرُونَ اِلٰى فِرْعَوْنَ وَمَلَا۬ئِه۪ بِاٰيَاتِنَا فَاسْتَكْبَرُوا وَكَانُوا قَوْمًا مُجْرِم۪ينَ ﴿٧٥﴾
75: O peygamberlerden sonra Mûsâ ve Hârûn’u apaçık delil ve mûcizelerimizle Firavun’a ve O’nun ileri gelen yetkililerine gönderdik. Fakat onlar da büyüklenip iman etmeyi kibirlerine yediremediler ve günahlara dalmış inkârcı bir toplum oldular.
فَلَمَّا جَٓاءَهُمُ الْحَقُّ مِنْ عِنْدِنَا قَالُٓوا اِنَّ هٰذَا لَسِحْرٌ مُب۪ينٌ ﴿٧٦﴾
76: Kendilerine tarafımızdan gerçek ulaşınca: “Bu, elbette düpedüz bir sihir!” dediler.
قَالَ مُوسٰٓى اَتَقُولُونَ لِلْحَقِّ لَمَّا جَٓاءَكُمْۜ اَسِحْرٌ هٰذَاۜ وَلَا يُفْلِحُ السَّاحِرُونَ ﴿٧٧﴾
77: Mûsâ şöyle dedi: “Size gelmiş bulunan gerçek hakkında böyle mi diyorsunuz? Bu bir sihir midir? Oysa sihirbazlar asla başarıya eremezler.”
قَالُٓوا اَجِئْتَنَا لِتَلْفِتَنَا عَمَّا وَجَدْنَا عَلَيْهِ اٰبَٓاءَنَا وَتَكُونَ لَكُمَا الْكِبْرِيَٓاءُ فِي الْاَرْضِۜ وَمَا نَحْنُ لَكُمَا بِمُؤْمِن۪ينَ ﴿٧٨﴾
78: Onlar da: “Sen bize, atalarımızı üzerinde bulduğumuz yoldan bizi döndüresin de, bu ülkede üstünlük ve hâkimiyet yalnızca ikinizin olsun diye mi geldin? Hayır, hayır, biz ikinize de inanacak değiliz” dediler.
Tefsir
Hz. Mûsâ ve Firavun kıssası da yine Allah Resûlü (s.a.s.)’e, Firavun’un Mûsâ’ya davrandığı gibi davranan müşriklere bir ders olması için zikredilir.
Hz. Mûsâ’ya verilen mûcizeler, asâ ve yed-i beyzâ başta olmak üzere dokuz tanedir. (bk. A‘râf 7/133) Hz. Mûsâ’nın getirdiği açık deliller ve gösterdiği mûcizelere rağmen Firavun ve kavmi kibre kapılıp gerçeği kabule yanaşmadılar. Arınmayı değil günahlara dalmayı tercih ettiler. Hz. Mûsâ’ya sihirbaz, gösterdiği mûcizelere sihir dediler. Mûsâ (a.s.)’ın “gerçek ile sihir” arasında yaptığı ayırıma kulak vermediler. Hatta Hz. Mûsâ’nın, Allah adına tebliğ yapan bir peygamber değil de, kendi dünyevi menfaatlerini kollayan bir sahtekâr olduğunu söyleyecek kadar ileri gittiler ve asla inanmayacaklarını söylediler.Firavun ise apayrı bir planın peşine düştü:

وَقَالَ فِرْعَوْنُ ائْتُون۪ي بِكُلِّ سَاحِرٍ عَل۪يمٍ ﴿٧٩﴾
79: Firavun: “Bütün usta sihirbazları toplayıp bana getirin” diye emretti.
فَلَمَّا جَٓاءَ السَّحَرَةُ قَالَ لَهُمْ مُوسٰٓى اَلْقُوا مَٓا اَنْتُمْ مُلْقُونَ ﴿٨٠﴾
80: Sihirbazlar gelince Mûsâ onlara: “Haydi ne atacaksanız atın” dedi.
فَلَمَّٓا اَلْقَوْا قَالَ مُوسٰى مَا جِئْتُمْ بِهِ السِّحْرُۜ اِنَّ اللّٰهَ سَيُبْطِلُهُۜ اِنَّ اللّٰهَ لَا يُصْلِحُ عَمَلَ الْمُفْسِد۪ينَ ﴿٨١﴾
81: Sihirbazlar hünerlerini ortaya koyunca Mûsâ: “Sizin yaptığınız sihrin ta kendisidir! Allah onu mutlaka boşa çıkaracaktır. Çünkü Allah bozguncuların işini düzeltmez.”
وَيُحِقُّ اللّٰهُ الْحَقَّ بِكَلِمَاتِه۪ وَلَوْ كَرِهَ الْمُجْرِمُونَ۟ ﴿٨٢﴾
82: Günaha dalmış inkârcı suçlular hoşlanmasa da Allah, cereyan eden değişmez kanunlarıyla ve icraatıyla gerçeği ortaya çıkaracaktır.
Tefsir
Firavun, Hz. Mûsâ ve Hz. Hârûn’u söz düellosu ile mağlup etmekten ümidini kesince, bu kez başka çarelere baş vurarak onları susturmanın yollarını arar. Hz. Mûsâ’nın gösterdiği asâ ve yed-i beyzâ mûcizelerinin de ancak sihir olabileceğini düşündüğünden, tek çâre olarak maharetli sihirbazları onun karşısına çıkarıp Mûsâ’ya haddini bildirmeyi görür. Sihirbazlar gelir, Musâ (a.s.)’ın talebi üzerine ip ve değneklerini atarlar. Hz. Mûsâ, yapılanın sihir olduğunu, hakkın karşısında bunun bir geçerliliğinin ve netice itibariyle başarıya ulaşmasının mümkün olmayacağını anlar ve ifade eder. (bk. A‘râf 106-126) Çünkü Allah Teâlâ’nın eşya ve olaylarda cereyan eden değişmez kanunları, bozguncuları helâke sürüklemek ve gerçek olanı gün yüzüne çıkarmak için durmadan işleyip durmaktadır.
Bu sözlerin hemen ardından Mûsâ asâsını yere attı. Büyük bir yılana dönüşen asâ, sihirbazların yılan gibi gösterdikleri iplerini ve değneklerini birer birer yutup yok etti. Bu mûcize karşısında sihirbazlar derhal iman edip secdeye kapandılar. Diğerlerine gelince:

فَمَٓا اٰمَنَ لِمُوسٰٓى اِلَّا ذُرِّيَّةٌ مِنْ قَوْمِه۪ عَلٰى خَوْفٍ مِنْ فِرْعَوْنَ وَمَلَا۬ئِهِمْ اَنْ يَفْتِنَهُمْۜ وَاِنَّ فِرْعَوْنَ لَعَالٍ فِي الْاَرْضِۚ وَاِنَّهُ لَمِنَ الْمُسْرِف۪ينَ ﴿٨٣﴾
83: Kavmi arasından Mûsâ’ya genç bir nesilden başka iman eden olmadı. Çünkü herkes, Firavun ile yakın çevresinin kendilerine işkence yapmalarından korkuyorlardı. Gerçekten Firavun, o ülkede zorba bir hâkimiyet kurmuştu ve hak-hukuk tanımaz zâlimlerden biriydi.
Tefsir
Âyette geçen “zürriyet” kelimesi daha çok “nesil” mânasına gelse de, burada “genç” anlamında kullanılmış ve Kur’an bu kelimeyle meselenin çok hususi bir yönüne işaret etmiştir. O da şudur: O korkunç zulüm dönemi esnasında yalnızca az sayıda genç erkek ve kadın Mûsâ (a.s.)’ı lider kabul etme cesaretini gösterebilmiş; analar, babalar ve yaşlılar ise Peygambere tabi olarak dünyevi menfaatlerini ve hatta hayatlarını tehlikeye atma cesaretini gösterememiştir. Ayrıca o yaşlılar bununla yetinmeyip gençlerin de cesaretini kırmaya çalışmışlardır. İşte Kur’an meselenin bu ince yönünü vurgulamaktadır. Nitekim Peygamberimizin risâletinin başlangıcında da aynı durumla karşılaşmak mümkündür. Bu süreçte daha çok gençlerin davaya gönül verdiği görülmektedir.
Âyette dikkat çekilecek bir diğer nokta şudur: “İman” kelimesi ل (li) harfiyle kullanıldığında Arapça’da umumiyetle “itaat ve takip” mânası taşır. Buna göre âyet-i kerîmenin mânası: “Kavminden bazı gençler Hz. Mûsâ’ya itaat edip onu izlediler.” Yani tüm İsrâiloğulları arasından yalnızca az sayılabilecek belli sayıdaki gençler Hz. Mûsâ’yı rehberleri ve liderleri olarak kabul ederek, Firavun’a karşı mücadelesinde onun yanında yer aldılar. Sonra gelen âyetlerdeki ifadelerden de kolaylıkla anlaşılabileceği gibi, İsrâiloğulları Hz. Mûsâ’nın peygamberliğine inanmadıkları için değil, Firavun ve avânesinin zulmüne uğramaktan korktukları için Hz. Mûsâ’ya itaatten geri durmuşlardır. Bu korku, onların manen bozulmuş olmalarının tabii bir neticesi idi. Asırlarca süren kölelik onları mânen çökertmiş ve mücâdele ruhlarını yok etmişti. (Mevdûdî, Tefhîmu’l-Kur’ân, II, 330-331) Bir sıkıntı söz konusu olunca Hz. Mûsâ’ya: “Sen bize gelmeden önce de, geldikten sonra da hep işkence gördük, eziyetlere uğradık” diyorlardı. (A‘râf 7/129)Firavun ve hanedanından beklenen tehlike karşısında Hz. Mûsâ’nın kavmine nasihati ve kavminin ona tepkisi şöyle olmuştur:

وَقَالَ مُوسٰى يَا قَوْمِ اِنْ كُنْتُمْ اٰمَنْتُمْ بِاللّٰهِ فَعَلَيْهِ تَوَكَّلُٓوا اِنْ كُنْتُمْ مُسْلِم۪ينَ ﴿٨٤﴾
84: Mûsâ kavmine: “Ey kavmim! Eğer hakikaten Allah’a iman ettiyseniz ve gerçekten O’na teslim olduysanız, o halde yalnızca O’na dayanıp güvenin” diye öğüt veriyordu.

فَقَالُوا عَلَى اللّٰهِ تَوَكَّلْنَاۚ رَبَّنَا لَا تَجْعَلْنَا فِتْنَةً لِلْقَوْمِ الظَّالِم۪ينَۙ ﴿٨٥﴾
85: Onlar da şöyle diyorlardı: “Biz, yalnızca Allah’a dayanıp güvendik. Rabbimiz, bizi o zâlim toplumun işkencelerine maruz bırakarak, onlar için bir imtihan unsuru yapma!”
وَنَجِّنَا بِرَحْمَتِكَ مِنَ الْقَوْمِ الْكَافِر۪ينَ ﴿٨٦﴾
86: “Bizi rahmetinle o kâfirler gürûhundan kurtar!”
Tefsir
İman ve teslimiyetin kemâli, işleri bütünüyle Allah’a havâle edip O’na güvenip dayanmakla mümkün olur. Bu sebeple Mûsâ (a.s.) kavmine Allah’a tam bir iman, teslimiyet ve ve bu iki manevî kuvvete dayalı tevekkülü tavsiye etmiştir. Çünkü iman, kalbin, zâtı itibariyle vâcibu’l-vücûd olan Allah’ın tek, O’nun dışında kalanların sonradan yaratılan varlıklar olduğunu ve bunların tamâmen Allah’ın idâresi ve tasarrufu altında bulunduklarını bilmekten ibarettir. İslâm ise, teslim olmak, boyun eğmektir. Bu da Allah’tan gelen tâlimatlara uymayı, boyun büküp saygılı olmayı ve inadı terk etmeyi gerektirir. Bu iki durum gerçekleşince kul, bütün işlerini Allah Teâlâ’ya havale eder ve kalbinde, Allah’a tevekkül etmenin nuru meydana gelir. Zaten Allah’a tevekkül de, işlerin tamamını Allah’a havale etmek ve bütün durumlarda Allah’a güvenip dayanmaktır. Yine tevekkül, kalbin Kâdir-i Mutlak olan Allah’a bağlanması ve O’ndan başkasını unutması; bütün güç ve kuvvetin O’na ait olduğunu bilmesi ve O’nun izni olmadan ne kendisinin ne de başkasının bir kuvvet ve tesirinin olmadığını kesinlikle bilmesidir. Her işinde Allah’a böylece tevekkül eden kimseye ise Allah, her
hususta, her musibet karşısında yeter ve ona yardımcı olur. Nitekim âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“Kim Allah’a güvenip dayanırsa Allah ona yeter.” (Talâk 65/3)
Muhatapları, Hz. Mûsâ’ya “Allah’a tevekkül ettiklerini; O’na güvenip dayandıklarını” belirterek cevap verdiler. Fakat kendi zaaflarını da göz ardı etmeyerek, tahammül edemeyecekleri ağır imtihanlara maruz kılınmamaları ve zalimlerin, kâfirlerin baskı, eziyet ve cefâları altında bırakılmamaları için Allah’a yalvardılar. Başlarına belâ kesilen o münkir Firavun toplumunun elinden kurtulmak için Cenâb-ı Hakk’a niyaz ettiler.Bunun üzerine:

 
Kurban
Beiträge: 1.014
Punkte: 651
Registriert am: 19.08.2010

zuletzt bearbeitet 26.01.2024 | Top

   

Yunus Süresi Meal Ve Tefsiri 87-109
Yunus Süresi Meal Ve Tefsiri 40-60

  • Ähnliche Themen
    Antworten
    Zugriffe
    Letzter Beitrag
Anfragen und Anregungen bitte direkt an tiav@hotmail.de adressieren. Vielen Dank!
Xobor Einfach ein eigenes Xobor Forum erstellen
Datenschutz