Fatır Süresi Meal Ve Tefsiri 14-32

#1 von Kurban , 11.10.2022 07:23

Fatır Süresi Meal Ve Tefsiri 1

اِنْ تَدْعُوهُمْ لَا يَسْمَعُوا دُعَٓاءَكُمْۚ وَلَوْ سَمِعُوا مَا اسْتَجَابُوا لَكُمْؕ وَيَوْمَ الْقِيٰمَةِ يَكْفُرُونَ بِشِرْكِكُمْؕ وَلَا يُنَبِّئُكَ مِثْلُ خَبٖيرٍࣖ ﴿١٤﴾
14.Onlara yalvarsanız duanızı işitmezler, işitseler bile size karşılık veremezler. Kıyamet günü de onları (Allah’a) ortak koşmanızı kabullenmezler. Hiç kimse sana, her şeyden haberdar olan Allah gibi bilgi veremez.
Tefsir
Allah’tan başka kendilerine tapılan varlıkların âcizliği önceki âyetin son cümlesinde en küçük bir şeye mâlik olamadıkları ve hükmedemedikleri şeklinde belirtildikten sonra burada kendilerinden medet umulmasının ne kadar abes olduğu somut bir anlatım tarzı ile açıklanmaktadır: Onlar işitmezler, işittikleri varsayılsa bile karşılık veremezler; kıyamet günü de Allah’ın onlara vereceği bir yetenekle kendilerine yüklenen bu sıfatı tanımadıklarını beyan ederler. Müfessirler genellikle bu varlıkları putlar olarak açıklamışlardır; fakat âyetin ifadesi genel olduğu için kendilerine tanrı gözüyle bakılan insan, hayvan, ay, güneş gibi bütün varlıkların bu kapsamda düşünülmesi daha uygun görünmektedir. Bu takdirde, tanrı yerine konarak kendilerinden medet umulan veya korkulan insanların herhangi bir insan gibi işitememesi veya karşılık verememesinin değil, gizli-açık, uzak-yakın nerede ve nasıl yalvarırlarsa yalvarsınlar kendilerine tapanları işitip cevaplayamamalarının kastedildiği söylenebilir.
Son cümle açıklanırken daha çok şu noktaya dikkat çekilir: Sözde tanrıların kıyamet günü kendilerine tapanlara karşı takınacakları tavır gayb kapsamında bir olay olduğu için bunu ancak Allah Teâlâ’nın haber vermesiyle biliriz; bu sebeple “Hiç kimse sana, her şeyden haberdar olan Allah gibi haber veremez” buyurulmuştur (Râzî, XXVI, 13).Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 456-457

يَٓا اَيُّهَا النَّاسُ اَنْتُمُ الْفُقَـرَٓاءُ اِلَى اللّٰهِۚ وَاللّٰهُ هُوَ الْغَنِيُّ الْحَمٖيدُ ﴿١٥﴾
﴾15﴿ Ey insanlar! Allah’a muhtaç olan sizlersiniz. Allah ise hiçbir şeye muhtaç değildir ve mutlak kemaliyle hep övgüye lâyık olan O’dur.
Tefsir
İnsanı yaratan ve onun ihtiyaçlarını en iyi bilen Cenâb-ı Allah bütün beşeriyete yönelik bir uyarıda bulunmaktadır: Allah’a muhtaç olan insanlardır, Allah ise hiçbir şeye ve hiç kimseye muhtaç değildir. Üstelik yaratılmışlar üzerindeki üstün nimetlerinden ötürü hamdedilmeye lâyık olan yalnız O’dur. Bu uyarıdan, insanın ibadete ihtiyacı olduğu, dolayısıyla din duygusunun ve Allah’a ibadet etme eğiliminin fıtrî olduğu ve baskı yöntemleriyle yok edilmesinin mümkün olmadığı anlaşılmaktadır.
Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 458-459

اِنْ يَشَأْ يُذْهِبْكُمْ وَيَأْتِ بِخَلْقٍ جَدٖيدٍۚ ﴿١٦﴾
﴾16﴿ O dilerse sizi yok eder ve yerinize yenilerini yaratır.

وَمَا ذٰلِكَ عَلَى اللّٰهِ بِعَزٖيزٍ ﴿١٧﴾
﴾17﴿ Bu, Allah için güç de değildir.
Tefsir
İlk âyetin “Yerinize yenilerini yaratır” diye çevrilen kısmı “Sizin türünüzden başka nesillere hayat hakkı tanır” şeklinde anlaşıldığı gibi, “Başka bir tür yaratır” ve “Sizin bilmediğiniz başka bir âlem var eder” tarzında da yorumlanmıştır (Şevkânî, IV, 395). Yenilerin temel özelliği ise, Allah’a itaat etme, buyruklarına uyup yasaklarından kaçınma şeklinde tasvir edilir (Taberî, XXII, 127). İbn Âşûr’un yorumuna göre burada insanlar hak ettikleri halde Cenâb-ı Allah’ın onları helâk etmeyip –sınav alanı olan dünyada– kendilerine imkân ve mühlet verdiği belirtilmektedir (XXII, 286).Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 459

وَلَا تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرٰىؕ وَاِنْ تَدْعُ مُثْقَلَةٌ اِلٰى حِمْلِهَا لَا يُحْمَلْ مِنْهُ شَيْءٌ وَلَوْ كَانَ ذَا قُرْبٰىؕ اِنَّمَا تُنْذِرُ الَّذٖينَ يَخْشَوْنَ رَبَّهُمْ بِالْغَيْبِ وَاَقَامُوا الصَّلٰوةَؕ وَمَنْ تَزَكّٰى فَاِنَّمَا يَتَزَكّٰى لِنَفْسِهٖؕ وَاِلَى اللّٰهِ الْمَصٖيرُ ﴿١٨﴾
﴾18﴿ Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez. Günah yükü ağır gelen kimse onun taşınması için yardım çağrısında bulunsa -çağrılan yakını bile olsa- o yükten hiçbir şeyi başkası üzerine alamaz. Sen ancak, görmedikleri halde rablerinden korkanları ve namazı özenle kılanları uyarabilirsin. Kim arınırsa sadece kendi yararına arınmış olur. Her şeyin sonu Allah’a varır.
Tefsir
İlk cümle sorumlulukla ilgili önemli bir ilkenin ifadesidir. Dinî sorumluluğun, kişinin âhirette vereceği hesabın temel ölçütlerinden birini ortaya koyan bu ifade aynı zamanda bir hukuk vecizesi niteliğindedir. Batı dünyası cezaların şahsîliği ilkesine ancak yakın zamanlarda ulaşabilmiştir; buna karşılık, birçok âyette değişik vesilelerle ifade edilen bu esas ilk dönemlerden itibaren İslâm âlimlerinin hukuk tefekkürünü etkilemiştir.
Kur’an’ın inmeye başladığı sıralarda Mekke toplumunda, suçlu, dost ve yakınları yardımıyla cezalandırılmaktan kurtulabiliyordu; bu duruma bakarak bazı müşrikler de –âhiret hayatı gerçek olsa bile– dünyadaki gibi kendilerine şefaat edecekler sayesinde kurtuluşa ereceklerini ileri sürüyorlardı. Âyetin ikinci cümlesinde buna telmihte bulunulmakta ve bu düşüncenin boş bir hayalden ibaret olduğuna dikkat çekilmektedir. Zemahşerî, iki cümle arasındaki farkı belirtirken birincinin Allah’ın hükmündeki adaleti ve kimseyi kendi işlemediği bir günahtan dolayı sorumlu tutmayacağı, ikincinin ise kimsenin başkalarından yardım alarak günahından kurtulamayacağı hakkında olduğunu kaydeder (III, 272). Burada dikkat edilmesi gereken bir nokta, âyetin hiçbir kimsenin kendisi istese dahi başkasının günahını üstlenmeye ve onu sorumluluktan kurtarmaya gücünün yetmeyeceğini bildirmesidir. Başkalarını saptıranların hem kendi sapkınlıklarının hem de onları kötü yola itmelerinin vebalini çekmeleri ise ayrı bir konudur, bu durumda iradesini kullanmadığı için doğru yolu bırakıp kötülük işleyenlerin kendi veballeri ortadan kalkmış olmaz. Nitekim bu husus başka bazı âyetlerde ve Resûlullah’ın hadislerinde ayrıca belirtilmiştir (bk. Ankebût 29/13). Öte yandan bu âyette, Hıristiyanlık’taki Hz. Îsâ’nın bütün insanlığın günahının kefâretini hayatıyla ödediğini ifade eden “aslî günah” telakkisinin reddedildiği de söylenebilir.
Daha sonra âyette Resûlullah’ın uyarılarının kimlere fayda vereceği belirtilmekte ve samimi müminlerin iki temel özelliğine değinilmektedir: 1. Görmediği halde Allah’tan korkma yani O’na içtenlikle, tam bir teslimiyet içinde iman etme, O’na karşı gelmekten kaçınma, bu hususta bir sorumluluk ve kaygı taşıma; 2. Namazı özenle kılma yani imanını davranışlarına yansıtma, O’na kulluk görevlerini ihmal etmeme. Bu ifadeden peygamberin uyarılarının yarar sağlamasının ön şartının, muhatapların kendi bâtıl inanç ve davranışlarında inat etmemesi olduğu (Zemahşerî, III, 273), bağnazca direnenlere peygamberin yapabileceği bir şeyin bulunmadığı ve zaten görevi de olmadığı anlaşılmaktadır. “Kim arınırsa sadece kendi yararına arınmış olur” şeklinde çevrilen cümle genellikle, Allah’ın buyruklarına uyup yasaklarından kaçınma çabası içinde olanların ve iyi işler yapanların bundan yine kendilerinin yararlanacakları şeklinde açıklanmıştır.Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 459-460
وَمَا يَسْتَوِي الْاَعْمٰى وَالْبَصٖيرُۙ ﴿١٩﴾
19.Görmeyenle gören bir olmaz
وَلَا الظُّلُمَاتُ وَلَا النُّورُۙ ﴿٢٠﴾
20.Zulümat Ve Nur bir olmaz.

﴾19-21﴿ Görmeyenle gören, karanlıklarla aydınlık, gölge ile sıcak bir olmaz.

وَلَا الظِّلُّ وَلَا الْحَرُورُۚ ﴿٢١﴾
21.Kölge ile sıcak bir olmaz.
وَمَا يَسْتَوِي الْاَحْيَٓاءُ وَلَا الْاَمْوَاتُؕ اِنَّ اللّٰهَ يُسْمِــعُ مَنْ يَشَٓاءُۚ وَمَٓا اَنْتَ بِمُسْمِــعٍ مَنْ فِي الْقُبُورِ ﴿٢٢﴾
﴾22﴿ Dirilerle ölüler de bir değildir. Allah dilediğine elbette işittirir; ama sen kabirlerdekilere de işittirecek değilsin!
Tefsir
Müfessirlerin genel kanaatine göre bu karşılaştırmalı örneklerin olumlu olanları hakkı, imanı, iman sahiplerini ve kavuşacakları güzellikleri; olumsuz olanları da bâtılı, inkârcılığı, inkârcıları ve kötü âkıbetlerini temsil etmektedir. Bu konudaki yorumları şöyle özetlemek mümkündür: Müminin tuttuğu yol sağlam, ufku ve basireti açık, niyet ve iradesi güçlü, yaptıkları kalıcı ve yarayışlıdır; kâfir ise ölüden farksızdır, basireti kapalı, kalbi kararmış, yaptıkları anlam kazanamamış ve boşa gitmiştir (Taberî, XXII, 128-129). Râzî bu örneklere şöyle bir izah getirir (XXVI, 16): “Gören” kelimesi mümini, “kör” kelimesi kâfiri, “aydınlık” imanı, “karanlıklar” küfrü, “gölge” rahatlığı ve huzuru, “sıcak” sıkıntıyı ve yakıcı ateşi, “diriler” müminleri, “ölüler” kâfirleri anlatmak için kullanılmıştır. Zira mümin önündeki açık yolu (dünya hayatından sonra yeni bir hayatın başlayacağını) görmekte, inkârcı ise bunu görmemektedir. Ama unutulmamalıdır ki kişinin görme duyusu ne kadar keskin olursa olsun, ışık olmazsa bir şey göremez. İşte iman ışık demektir ki gören kişinin önünü aydınlatır, küfür ise karanlığı temsil ettiğinden kâfirin hakikati görmesine engeldir. Sonra her ikisinin âkıbetine, müminin rahata ve huzura kavuşacağına, kâfirin ise sıkıntı ve yakıcı ateş ile karşılaşacağına işaret edilmiştir. Yüce Allah mümin ve kâfir hakkında bir başka örneğe daha yer vermekte, âdeta şöyle buyurmaktadır: Mümin ve kâfirin durumunu anlatmaya, gören ile körün mukayesesi bile az gelir. Çünkü âmâ bazı şeyleri idrak etmede gören ile ortak özelliğe sahiptir, kâfir ise hiçbir yararlı idrak gücüne haiz değildir, ölü gibidir. 19. âyette geçen “bir olmaz” fiilinin dirilerle ölülerden söz eden 22. âyette tekrar edilmesi de bu yorumu desteklemektedir. Öte yandan Râzî, gören ile kör mukayesesinde olumsuzluk edatının tekrar edilmeyip diğerlerinde tekrar edilmesinde şöyle bir mâna inceliği bulunduğunu belirtir: Bu tekrar tekit anlamı taşır. Birinci örnekte birbirine eşit olmama zıtlık düzeyinde değildir, diğerleri ise aynı zamanda birbirine zıttır. Şöyle ki, bir şahıs görür olabildiği gibi aynı şahıs âmâ da olabilir. Oysa karanlık ve aydınlık, gölge ve sıcak, diriler ve ölüler mahiyetleri bakımından da farklıdır; kör olma ve görür olma da böyledir, fakat âyette âmâ ile gören karşılaştırılmıştır. Aynı vücudun hem hayata hem ölüme konu olabileceği dikkate alındığında bu örneği birinciye paralel görmek mümkünse de gerçekte diri ile ölü arasındaki farklılık kör ile gören arasındaki farklılıktan çok fazladır. Daha önce belirttiğimiz üzere âmâ bazı şeyleri idrak etmede gören ile ortak özelliğe sahiptir, diri ile ölü arasında ise böyle bir ortaklık da yoktur, yani ölü sadece vasıf açısından değil işin gerçeği ve mahiyeti bakımından da diriden farklıdır (XXVI, 16; bu konuda başka görüşler için bk. Taberî, XXII, 129). Bazı müfessirlere göre ise diriler ve ölüler örneği, âlimlerle câhilleri, bazılarına göre de aklını kullananlarla aklını kullanmayanları anlatmaktadır (Şevkânî, IV, 396).
22. âyetin son cümlesinde, getirilen bütün kanıtları görmezden gelen ve inatla inkârcılığını sürdürenler kabirlerdekilere yani ölülere benzetilmiştir (İbn Atıyye, IV, 436). Bu benzetmedeki maksat, inkârcıların Resûlullah’ın bildirdiklerine kulaklarını tamamen tıkamış olduklarını belirtmek olabileceği gibi, o ne yaparsa yapsın onların iz‘anını harekete geçiremeyeceğini bildirmek olabilir (Râzî, XXVI, 18).Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 460-462

اِنْ اَنْتَ اِلَّا نَذٖيرٌ ﴿٢٣﴾
﴾23﴿ Sen ancak bir uyarıcısın.

اِنَّٓا اَرْسَلْنَاكَ بِالْحَقِّ بَشٖيراً وَنَذٖيراًؕ وَاِنْ مِنْ اُمَّةٍ اِلَّا خَلَا فٖيهَا نَذٖيرٌ ﴿٢٤﴾
﴾24﴿ Doğrusu biz seni hak ile desteklenmiş bir müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik. Hiçbir ümmet yoktur ki içlerinden bir uyarıcı gelip geçmemiş olsun.

وَاِنْ يُكَذِّبُوكَ فَقَدْ كَذَّبَ الَّذٖينَ مِنْ قَبْلِهِمْۚ جَٓاءَتْهُمْ رُسُلُهُمْ بِالْبَيِّنَاتِ وَبِالزُّبُرِ وَبِالْكِتَابِ الْمُنٖيرِ ﴿٢٥﴾
﴾25﴿ Seni yalancılıkla itham ediyorlarsa, bil ki daha öncekiler de (peygamberlerini) yalancılıkla itham etmişlerdi. Peygamberleri onlara açık kanıtlar, sahifeler ve aydınlatıcı kitap getirmişlerdi.

ثُمَّ اَخَذْتُ الَّذٖينَ كَفَرُوا فَكَيْفَ كَانَ نَكٖيرِࣖ ﴿٢٦﴾
﴾26﴿ Sonra ben o inkârcıları yakalayıverdim; bilsen nasıl bir cezalandırıştı o!
Tefsir
Bu âyetlerde kendisine, ilâhî mesajı bütün insanlığa ulaştırma gibi ağır bir görev yüklenmiş olan ve yakın çevresindeki birçok insanın şirk batağından çıkmamak için direndiklerini gördüğünden ruhen daralmış bulunan Resûl-i Ekrem teselli edilmekte, onun, insanları uyarmakla görevli olduğu ve herkesi imana getirmek gibi bir vazifesinin bulunmadığı bildirilmekte, önceki peygamberlerin durumları hatırlatılarak mâneviyatını yüksek tutması istenmektedir.
24. âyetin son cümlesi, ilâhî mesajın ve tevhid çağrısının bütün insanlığı kapsayacak biçimde peygamberler vasıtasıyla ulaştırıldığını ifade etmektedir. Her topluluğa Allah tarafından bir uyarıcı gönderilmiş, uzun veya kısa bir süre uyarıcının mesajı korunmuş, sonra unutulmuş (araya fetret yani mesajın unutulduğu, bozulduğu bir süre girmiş), arkadan yeni bir uyarıcı gönderilmiştir. Burada bu ifadeye yer verilmesindeki maksat iki şekilde açıklanabilir: a) Kendi toplumunda şiddetli baskı ve eziyetlere mâruz kalan Resûl-i Ekrem’e önceki peygamberlerin de benzeri durumlarla karşılaştığını hatırlatıp ona direnme gücü aşılamak (ki 25. âyet bu yorumu destekler niteliktedir), b) Hz. Muhammed’in daha önce hiç karşılaşılmamış bir görev iddiasıyla ortaya çıkmış olmadığına dikkat çekmek ve böylece Kur’an’ın muhataplarını kendilerini bağlayan bir argüman üzerinde düşünmeye çağırmak. Bu durumda onlara düşen, peşinen reddetmek yerine onun gerçek bir peygamber olup olmadığını araştırmak olacaktır (Râzî, XXVI, 18).Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 462

اَلَمْ تَرَ اَنَّ اللّٰهَ اَنْزَلَ مِنَ السَّمَٓاءِ مَٓاءًۚ فَاَخْرَجْنَا بِهٖ ثَمَرَاتٍ مُخْتَلِفاً اَلْوَانُهَاؕ وَمِنَ الْجِبَالِ جُدَدٌ بٖيضٌ وَحُمْرٌ مُخْتَلِفٌ اَلْوَانُهَا وَغَرَابٖيبُ سُودٌ ﴿٢٧﴾
﴾27﴿ Allah’ın gökten su indirdiğini görmez misin? Sonra onunla renkleri ve çeşitleri farklı ürünler çıkardık. Dağların da farklı renklerde; beyaz, kırmızı, simsiyah yolları, kısımları vardır.
وَمِنَ النَّاسِ وَالدَّوَٓابِّ وَالْاَنْعَامِ مُخْتَلِفٌ اَلْوَانُهُ كَذٰلِكَؕ اِنَّمَا يَخْشَى اللّٰهَ مِنْ عِبَادِهِ الْعُلَمٰٓؤُ۬اؕ اِنَّ اللّٰهَ عَزٖيزٌ غَفُورٌ ﴿٢٨﴾
﴾28﴿ Aynı şekilde, insanlardan, binek hayvanlarından ve eti yenen hayvanlardan da farklı tür ve renklerde olanlar var. Kulları içinden ancak bilenler, Allah’ın büyüklüğü karşısında heyecan duyarlar. Şüphesiz Allah üstündür, çokça bağışlayıcıdır.
Tefsir
Dikkatlerimizi bir yandan tabiatın ihtişamına diğer yandan da bu muhteşem görünümü meydana getiren farklılıkların tek kaynaktan neşet ettiğine ve bunu sağlayan yüce kudrete çeken bu âyetlerde renk ve tür faktörüne ağırlık verildiği görülmektedir. 27. âyetin (dağlar hakkındaki) “farklı renklerde” şeklinde çevrilen kısmıyla her bir rengin farklı tonlarına işaret edildiği ve siyahın en koyu tonunu belirtmek üzere “simsiyah” anlamına gelen nitelemenin cümlenin sonuna bırakıldığı da düşünülebilir (Râzî, XXVI, 21). Çıplak gözle gözlemleyebildiğimiz âlemde ilk bakışta farklılıkları ayırt etme hususunda renklerin etkisi son derece açık olduğundan bu özellik ön plana çıkarılmıştır. Fakat bunlar üzerinde inceleme yapmaya ve düşünmeye başlayanlar hemen göreceklerdir ki, bu türleri ayırt ettiren yegâne ayıraç renkler değildir. İnsanlar, dağlar, bitkiler, hayvanlar renk renk olduğu gibi daha pek çok özellik ve yetenek farklarıyla da birbirlerinden ayırt edilirler. İster ilk nazarda göze çarpan ister daha dikkatli bir incelemeyle tesbit edilen bu farklılıkların hepsi son tahlilde biçimseldir; özü itibariyle bunların tamamı tek bir şeye işaret etmektedir ki o da böylesine bir âhenk içerisinde bu çeşitliliği sağlayan irade ve güçtür. Bunu anlamamızı kolaylaştırmak üzere türlü renkler taşıyan bitkisel ürünlerin varlığını bir kaynağa yani suya borçlu bulunduğu, onu da indirenin yüce Allah olduğu belirtilmiştir.
28. âyette haşyet kökünden gelen ve “büyüklüğü karşısında heyecan duyarlar” diye çevirdiğimiz kelime burada, “büyüklük karşısında duyulan heyecan ve korku, zarar görmekten değil, hakkını verememekten kaynaklanan endişe” mânasına gelmektedir. Muhataplarını doğadaki muhteşem görünümlerden hareketle akıllara durgunluk verecek incelikleri keşfetmeye yönlendiren Kur’an’ın, bu bağlamda bilmenin değerine vurgu yapması oldukça ilginçtir. Fakat burada kullanılan ve “bilenler” şeklinde çevrilen ulemâ kelimesinin kök anlamları arasında, bir şeyi derinlemesine tanıyıp mahiyetini idrak etme, bir konuda kesin bilgiye ulaşma, bir işin hakikatine nüfuz etme mânalarının bulunduğu göz önüne alınırsa, kendilerine gönderme yapılan ve Allah’a saygı duyma hususunda ön plana çıkarılan kişilerin, meslek olarak bilimsel faaliyet icra edenler veya birtakım bilgileri öğrenip belleklerine yerleştirmiş olanlar değil, zihnî çabalarını Allah’ın evrendeki kudret delillerinden sonuçlar çıkarabilme düzeyine yükseltebilmiş kişiler olduğu anlaşılır. Zaten sahâbe ve tâbiîn büyüklerinin birçoğundan yapılan rivayetlerde ne kadar bilgili olurlarsa olsunlar Allah’a saygı yolunda mesafe alamamış kimselerin âlim olarak nitelenemeyecekleri belirtilmiştir (meselâ bk. Zemahşerî, III, 274; Şevkânî, IV, 398).
Gerek insanı ve toplumları gerekse evrendeki diğer varlıkları inceleyen değişik bilim dallarına mensup bilim adamlarından pek çoğunun –başlangıçta ateist veya Allah inancı konusunda mütereddit olsalar bile– bu araştırmalar sonucunda kâinattaki şaşmaz dengeyi, akılları zorlayan ince hesapları ve hayranlık uyandıran âhengi müşahede ederek ya doğrudan ilâhî kudret ve azamete atıf yapan veya bu güç karşısındaki aczin itirafı anlamına gelen ifadeler kullanmaları, bu âyetlerde ilme yapılan göndermenin anlaşılmasını daha kolaylaştırmaktadır. Yine, sosyal çevrenin etkisiyle dine karşı kayıtsız kalmış ve metafizik konularıyla ilgilenme fırsatı bulamamış birçok insanın az önce sözü edilen araştırmaların sonuçlarını izleyince düşünce dünyalarında önemli değişikliklerin hatta sarsılmaların meydana gelmesi, varlıklar âlemindeki bu düzenin bir tesadüfün eseri olamayacağı üzerinde düşünmeye başlamaları, bu sayede kendilerini sorgulama ve hayatı anlamlandırma çabası içine girmeleri de, Kur’an’a gönül vermiş kişilere önemli bir görevi yani ilim yolunda öncülük etmenin de Müslümanlığın gereklerinden olduğunu hatırlatmış olmaktadır.
Râzî’nin açıklaması esas alınarak, 28. âyette geçen ve “hayvanlar” anlamına gelen devvâb ve en‘âm kelimelerinden birincisine meâlde “binek hayvanları” ikincisine “eti yenen hayvanlar” mânası verilmiştir (bk. XXVI, 21).Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 465-466

اِنَّ الَّذٖينَ يَتْلُونَ كِتَابَ اللّٰهِ وَاَقَامُوا الصَّلٰوةَ وَاَنْفَقُوا مِمَّا رَزَقْنَاهُمْ سِراًّ وَعَلَانِيَةً يَرْجُونَ تِجَارَةً لَنْ تَبُورَۙ ﴿٢٩﴾
﴾29﴿ Allah’ın kitabını okuyanlar, namazı özenle kılanlar ve kendilerine verdiğimiz rızıktan başkaları için gizli açık harcayanlar, asla zararla sonuçlanmayacak bir ticaret umabilirler.
لِيُوَفِّيَهُمْ اُجُورَهُمْ وَيَزٖيدَهُمْ مِنْ فَضْلِهٖؕ اِنَّهُ غَفُورٌ شَكُورٌ ﴿٣٠﴾
﴾30﴿ Zira Allah karşılıklarını tam olarak ödediği gibi lutfundan onlara fazlasını da verir. O çok bağışlayıcıdır, şükrün karşılığını bol bol verir.
Tefsir
Önceki âyette kalple ilgili bir durum olan Allah korkusu yani Allah’a saygı duygusundan söz edilmiş; burada da dil ve beden ile ortaya konan ve bu duyguyu pekiştiren davranışların önemine değinilmiştir (Râzî, XXVI, 22; bu bağlamda “başkaları için harcama” anlamını verdiğimiz infak hakkında bilgi için bk. Bakara 2/245, 254, 261).Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Yolu Cilt: 4 Sayfa: 467
وَالَّـذٖٓي اَوْحَيْنَٓا اِلَيْكَ مِنَ الْكِتَابِ هُوَ الْحَقُّ مُصَدِّقاً لِمَا بَيْنَ يَدَيْهِؕ اِنَّ اللّٰهَ بِعِبَادِهٖ لَخَبٖيرٌ بَصٖيرٌ ﴿٣١﴾
﴾31﴿ Sana vahyettiğimiz kitap kendinden öncekileri doğrulayıcı bir hakikattir. Kuşkusuz Allah kullarından haberdardır, her şeyi görmektedir.

ثُمَّ اَوْرَثْنَا الْكِتَابَ الَّذٖينَ اصْطَفَيْنَا مِنْ عِبَادِنَاۚ فَمِنْهُمْ ظَالِمٌ لِنَفْسِهٖۚ وَمِنْهُمْ مُقْتَصِدٌۚ وَمِنْهُمْ سَابِقٌ بِالْخَيْرَاتِ بِاِذْنِ اللّٰهِؕ ذٰلِكَ هُوَ الْفَضْلُ الْكَبٖيرُؕ ﴿٣٢﴾
﴾32﴿ Sonra biz kullarımızdan seçtiklerimizi o kitaba mirasçı kıldık. Onlardan kimi kendine kötülük eder, kimi orta bir durumdadır, kimi de Allah’ın izniyle hayır işlerinde yarışır; işte büyük lütuf budur.
Tefsir
İlk âyette Kur’an’ın kendinden önceki ilâhî kitapların aslî durumlarını onaylayan ve Allah katından geldiğinde kuşku bulunmayan bir kitap olduğu belirtilmektedir (bu konuda bilgi için bk. Âl-i İmrân 3/3-4).
Müfessirlerin çoğunluğu 32. âyette geçen “kitap”tan maksadın Kur’an-ı Kerîm ve “mirasçı kılınanlar”dan maksadın da müminler olduğu kanaatindedirler. Buna göre âyette zikri geçen üç grup insan da hep müminler olmaktadır. Allah’ın, kendilerine peygamberler aracılığı ile kitabını göndermek için seçtiği kulların tamamı ondan eşit derecede yararlanmış değillerdir. Râzî, bu yoruma göre âyette belirtilen üç mertebe için yapılmış izahları aktardıktan sonra kendi tercihini şöyle açıklar: Birinci gruptakiler, Allah’ın buyruklarını terkedip yasaklarını işleyenlerdir. Bunlar “bir işi yerli yerince yapmayan” kimseler oldukları için (meâlde “kendine kötülük eder” diye çevrilen) zalim kelimesiyle ifade edilmiştir. “Orta bir durumdadır” (muktesıd) diye söz edilenler, –sonuç almada tam başarılı olmasalar da– ilâhî buyruklara karşı gelmemek için çaba harcayanlardır. “Allah’ın izniyle hayır işlerinde yarışır” (sâbık bi’l-hayrât) diye anılanlar ise hem belirtilen çabayı harcayan hem de Allah’ın izniyle bunu başaranlardır. Taberî de mirasçı kılınanlar ile müminlerin kastedildiği kanaatini taşımaktadır, fakat kitap ile ilgili yorumlar arasından tercih ettiği şudur: Burada Kur’an’dan önceki ilâhî kitaplar kastedilmektedir; nitekim müslümanlar onlara inanmayı da iman esaslarından sayarlar. Âyetin sonundaki “büyük lutuf” da, “kitaba mirasçı kılma, hayır işlerinde yarışma veya Allah’ın buna muvaffak kılması” mânalarıyla açıklanmıştır (diğer yorumlarla birlikte bk. XXVI, 24-26; Taberî, XXII, 133-137; Zemahşerî, III, 275-276; Şevkânî, IV, 400).Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Yolu Cilt: 4 Sayfa: 467

 
Kurban
Beiträge: 1.052
Punkte: 651
Registriert am: 19.08.2010

zuletzt bearbeitet 05.11.2022 | Top

   

Fatır Süresi Meal Ve Tefsiri 33-44
Fatır Süresi Meal Ve Tefsiri 1-13

  • Ähnliche Themen
    Antworten
    Zugriffe
    Letzter Beitrag
Anfragen und Anregungen bitte direkt an tiav@hotmail.de adressieren. Vielen Dank!
Xobor Einfach ein eigenes Xobor Forum erstellen
Datenschutz