CAMİ İMAMLARININ ARKASINDA NAMAZ KILMAK

#1 von Müderrisim Hoca ( Gast ) , 02.07.2011 12:28

muderrisim@muderrisim.com

Size gönderilen e-posta:
~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~

CAMİ İMAMLARININ ARKASINDA NAMAZ KILMAK
Bazı kimseler için oldukça tuhaf ve gereksiz olan bu mesele, camilerde
görev yapan imamlarla birlikte, diyanet teşkilatıyla ve bu teşkilatın
misyonuyla da ilgili bir mesele olduğu için, bu meseleyi öncelikle diyanet
eksenli açıkla¬maya çalışacağız.
Diyanet teşkilatı, yaşadığımız ülkedeki insanlara İslam dinini apaçık
anlatmayı amaçlayan bir teşkilat olsaydı, elbetteki diyanet teşkilatını ve
bu teşkilata bağlı imamların arkasında namaz kılınıp-kılınmayacağını
tartışmamıza hiç gerek kalmayacaktı Fakat ne var ki diyanet teşkilatının
kuruluş amacı, İslam dinini apaçık bir şekilde anlatmak de¬ğil, bu İlahi
dini resmi ideolojinin çarpık kalıplarına göre ifade etmektir. Nitekim
diyanet çizgisinde faaliyet gösteren günümüzdeki birçok cami, resmi
ideolojinin kontrolünde olup, İslam'ın değil, bu ideolojinin maslahatını
gözeten yerlerdir.
Resmi ideol'inin maslahatı ile, İslam'ın maslahatı birbiriyle çelişkili
olmasa, elbetteki herhangi bir sorunla karşılaşılmayacaktı. Ancak vakıanın
tabiatı böyle değildir. Kur'an-ı Kerim'de beyan ettiği hükümler ile her
türlü zul¬me ve sömürüye karşı olan İslam dini, İlahi hükümleri red¬deden
beşeri ideolojiler ile birçok konuda açık bir çatışma içindedir. Kişisel
çıkarları ve azgın arzulan söz konusu ol¬duğu zaman Allah'ın haram dediğine
helal, helal dediğine haram diyebilen resmi ideoloji yetkilileri, siyasi
manevra icabı İslam ile barışık olduklannı ileri sürseler de, İslam böylesi
müstekbirlerle barışık değildir.
İslam'a seçici bir mantıkla yaklaşan, işlerine gelen ta¬rafı alıp, işlerine
gelmeyen tarafı bırakmayı, tevil ve tahrif etmeyi tercih eden bu
müstekbirler. toplumun dini asabi¬yetini istedikleri bir çerçevede
tutabilmek için diyanet teşki¬latını kurmuşlardır. İslam adına resmi
ideolojinin maslahatı¬nı gözeten, İslam ile değil, resmi ideoloji ile
çelişmekten sakınan bu misyon, hiç kuşkusuz ki bu çizgisiyle İslam'a ihanet
eden bir misyondur.
Laikliği temel ilke olarak benimsedikten sonra, iftarın üzümle mi, yoksa
hurmayla mı açılmasının daha eftal olduğunu tartışabilen, ancak İslam'ın
toplum ve yönetimle ilgili birçok hükmünü kesinlikle gündeme getirmeyen bu
teşkilat, resmi ideolojinin maslahatı söz konusu olduğu za¬man, bazı
toplumsal hükümleri resmi İdeolojinin çıkarları¬na uygun bir yorumla
gündeme getirmektedir. Mesela et¬nik farklılıkların resmi ideoloji için
birer sorun olmaya başladığı günümüzde, diyanet teşkilatının en önemli
gün¬demi kavmiyetçilik meselesi olmuş ve bu yetkililer İslam'da ırk ayrımı
yapılamayacağının hareretli birer savunucusu durumuna gelmişlerdir!.
Peki ama neden şimdi söylüyorlar? Bu konudaki ayet-i kerimeler yeni mi
nazil oldu? İnsanlara etnik kökenlerinden dolayı baskı ve zulüm yapıldığı
geçmiş dönemlerde neden söylemediler? O dönemlerde neden sustular?
Efendim o dönemlerde böylesi konuşmalar yasaktı!
Söylenemezdi!.
Mazeretlerini tartışmaya gerek duymadan onlar açı¬sından kabul etsek bile,
hakkı söyleyemedikleri o makamlardan, o görevlerden hak adına ayrılmaları
gerekmez miy¬di?
Bu sorulara “Bizler rejimin baskısı karşısında azimetle değil, ruhsatla
amel ettik” diyerek cevap verenler olabilcektir. Yüce İslam dini elbetteki
zor ve baskıyla karşılaşan müslümanların susmasına ruhsat veren bir dindir.
Ancak bu ruhsat, hakkı söylemek adına minbere çıkan hocalara veya alimlere
verilen bir ruhsat değildir. Herhangi bir alim söy¬lenmesi gereken bir
hakkı söyleyemeyecekse, bu alime(!) İslam'ın verdiği ruhsat, hakkı söylemek
adına minbere çı¬kıp susması değil, minbere hiç çıkmamasıdır. Hele hele bu
minberlerde hakkı gizleyip, batılı meşru göstermek, ruhsat¬la ilgisi
olmayan küfri birer icraattır.
Bu teşkilatta bulunmalanna rağmen batılı meşru gös¬termekten ve resmi
ideoloji adına İslam'a iftira atmaktan sakınan bazı samimi kimseler ise
“Efendim, biz bu teşkilat¬ta her doğruyu söyleyemedik, ancak her
söylediğimiz doğ¬ruydu ve biz hiç olmazsa bu doğruları söylemeyi tercih
et¬tik” diyeceklerdir. Akıla uygun ve makul gibi gözüken bu mazeret, nakile
yani İlahi vahye uygun değildir.
Diyeceksiniz ki “Neden?
Genel tanımlamaya göre İslam'ın şartlarının kelime-i şahadet, namaz, oruç,
hac ve zekat olmak üzere beş oldu¬ğu ifade edilir. Tabi ki İslam'ın ve
imanın en genel şartı bir olup, bu şart Kur'an-ı Kerime göre inanmak ve
Kur'an-ı Kerim'e göre amel etmektir. Nitekim beş olarak zikredilen İslam'ın
şartlan da, Kur'an-ı Kerim'in genel mahiyetinde bulunan şartlardır.
Ancak sormak istiyoruz. beş olarak zikredilen bu şartlardan hangisi olmazsa
olmaz olan en önemli şarttır?
Kelime-i şahadet getirmek mi?
Namaz kılmak mı
?
Oruç tutmak mı?
Hacca gitmek mi?
Zekat vermek mi?
Bunlardan hangisi olmazsa olmaz olan, en önemli şarttır?
Tabi ki kelime-i şahadet.
Çünkü herhangi bir insanın İslam dinine girmesi için kelime-i şahadet esas
alınmıştır. Bir insanın müslüman olması için “La ilahe İlla Allah
Muhammedun Resulullah” buyruğunu anlamıyla beraber tasdik ve ikrar etmesi
gerek¬mektedir.
Fakat ne var ki, kelime-i şahadetin ifade ettiği gerçeğe iman ve teslim
olmak manasını içeren bu şart, halk arasında sadece keli¬me-i şahadet
getirmek olarak anlaşılıyor.
Yani bu ifadeyi telaffuz etmek!.
Nitekim bu ifade bir papağan gibi telaffuz edildiği za¬man, İslam'ın en
önemli bu şartı hemencecik yerine gel¬miş oluyor!. Tabi ki kelime-i
şahadetin manasını bilmeden, bunun gerektirdiği tabii idrak etmeden, bu
kelimeyi telaf¬fuz eden insanları veya papağanları birer müslüman kabul
edebilmemiz mümkün değildir. Çünkü günümüzde yaşayan birçok firavun bile
kelime-i şahadeti telaffuz etmekte ve müslüman olduklarını ileri
sürmektedirler!.
Kelime-i şahadeti telaffuz etmelerine rağmen firavunlaşan ve firavunlara
kulluk yapan kimseler namaz da kılsalar, oruç da tutsalar, harca da
gitseler ne yazık ki müslüman değildirler. Çünkü kelime-i şahadet sihirli
bir söz veya büyülü bir kelime değildir ki, bu sözü söyleyen kim¬seyi
kendiliğinden mü'min yapabilsin!. Oysa büyüden ve sihirden münezzeh olan
kelime-i şahadetin; insanların inançlarına, yaşantılarına, fiillerine
müdahale eden yüce bir anlamı vardır ve kelime-i şahadeti bu yüce anlamıyla
kabul ve tasdik eden bir insan, kurtuluş yolcusu bir müslüman
olabilmektedir.
Bu ifadelerimiz karşısında bazı kimseler “Efendim, bu insanlar kelime-i
şahadeti söylüyorlar!. Bunu inanarak mı yoksa inanmadan mı söylediklerini
araştırmak bizim göre¬vimiz değildir. Çünkü kalplerde olanı ancak Allah
bilir. Bizler kalplerde olanı araştırmakla görevli değiliz.”
diye¬ceklerdir.
Doğrudur kalplerde olanı araştırmak sizin göreviniz değildir. Si¬zin
göreviniz inanarak mı, yoksa inanmadan mı söylediklerini dikkate almak
değil, bu kutsal ifadenin gerçek manasını bilerek mi, yoksa bilmeden mi
söylediklerini dikkate almaktır.
Ne diyorsunuz, biliyorlar mı?
Bu soruya açıklık kazandırabilmek için, çağın imkan¬larından faydalanarak
bir kamuoyu yoklaması yapabilir ve insanların bu ifadeden ne anladıklarını
sorabilirsiniz.
Halkının yüzde doksandokuzunun müslüman olduğu¬nu iddia ettiğiniz bu
ülkede, kelime-i şahadet gerçeğinin binde doksandokuz tarafından
bilinip-bilinmediğini öğrenebilirsiniz.
İsterseniz kamuoyunu bir tarafa bırakabilir, bu yokla¬mayı öncelikle kendi
görevlileriniz arasında da yapabilirsiniz.
“La ilahe İlla Allah Muhammedun Resulullah” ifadesi ne demektir?
Bu ifadeyi tasdik eden kimseler, bu ifade ile neleri tasdik etmekte ve
neleri reddetmektedirler?
Birçok din görevlisi ve toplumun bilinçli(!) bir kesimi, bu ifadeyi genel
olarak şu manada söylemektedirler.
Allah birdir, bir tanedir, eşi ve ortağı yoktur. Gökler¬de Allah'tan başka
ilah yoktur, ancak Allah vardır.
Peki bu yeterli mi?
Göklerde eş ve ortaklıktan münezzeh olan Allah'ın, göklerde münezzeh olduğu
gibi yerlerde ve her yerde de münezzeh olması gerekmez mi?
Alemlerin yegane Rabbi olan Allah (c.c), yeryüzünde ne olduğuna, kimlerin
ne yaptığına hiç karışmıyor mu?
Mesela yaşadığımız coğrafyada Allah'ın hükümlerine rağmen hüküm koyan,
Allah'ın haram dediğine helal, helal dediğine haram diyebilen müstekbirler
vardır.
Kusura bakmayın, sormak istiyoruz, Allah'ın hükümlerine rağmen yaşam
şeklini belirleyen yeni hükümler koymak, yeni kanunlar çıkarmak ne
demektir?
Allah (c.c.) böyle bir yetkiyi kime vermiştir?
Okuduğu Kur'an-ı Kerim'i anlamaya çalışan herkesin bildiği gibi, Allah
(c.c.) böyle bir yetkiyi peygamberlerine dahi vermemiştir. Çünkü insanların
nasıl ve ne şekilde yaşayacaklarına dair mutlak hükümler vazetme yetkisi
sade¬ce ve sadece Allah (c.c.)'a aittir.
Hiçbir insana verilmeyen bu yetki, hiçbir insana tanınmayan bu hak, sadece
ve sadece Allah'ın hakkıdır. Daha açık bir ifadeyle böyle bir yetki veya
böyle bir hak, İlah olmakla ilgili bir hak olup, yegane İlah olan Allah
(c.c.)'ın hakkıdır.
İnsanların nasıl ve ne şekilde yaşayacaklarına dair mutlak hükümler
meselesi, İlah olmakla ilgili bir mesele ise, sizlere yine sormak
istiyoruz.,
İnsanlann nasıl ve ne şekilde yaşamaları gerektiğini beyan eden Allah'ın
hükümlerine rağmen, kendi çıkar ve menfaatlerine uygun şeytani hükümler
va'zeden, Allah'ın helal dediğine haram, haram dediğine helal diyebilen bu
firavunlar, bu politikacılar kimdir?Oy verdiğiniz ve seçtiğiniz bu kişiler
şimdi ne yapacaklar? Tabiiki, Kur’an ve sünnete muhalif kanunlar
çıkaracaklar! Bunlara bu yetkiyi kim veriyor?
İnsanların nasıl ve ne şekil yaşayacaklarına dair mut¬lak hükümler va'zetme
meselesi, İlahlıkla ilgili bir mesele olduğuna göre bunlar İlah mıdır?
Bağırsaklarında pislik taşıyan ve tuvaletlerde iki bük¬lüm oturan bu
mahluklar, elbetteki İlah değildir. Ne var ki İlah olmayan bu firavunlar,
İlah'lıkla ilgili meselelerde hü¬kümler vazederek ilahlaşmaya çalışmaktalar
ve tahakküm ettikleri insanlara ilahlık taslamaktadırlar.
Peki, ilahlaşmaya çalışmak veya insanlara İlahlık taslamak bu olduğuna
göre, herhangi bir insanın İslam dairesine gi¬rebilmesi için kendisine
ilahlık taslayan bütün firavunları, bütün müstekbirleri kelime-i şahadette
yer alan “La ilahe” buyruğu ile reddetmesi, inkar etmesi gerekmez mi?
Samimi kalplerden yükselen, samimi bir itirafı duyu¬yoruz., Gerekir,
eibetteki gerekir!.
Bu samimi itirafa katılmayan bazı kimseler ise “Beye¬fendi, bizler İslam
devletinde ve İslam'ın belirlediği hüküm¬lere göre değil, laik ve liberal
bir rejimde ve bu rejimin be¬lirlediği kanunlar çerçevesinde din görevi
yapıyoruz. Dolayısıyla rejimin belirlediği kanunları görmemezlikten gelerek
kelime-i şahadetin gerçek manasını belirttiğiniz açıklıkta verebilmemiz
mümkün değildir. Tabi ki İslam'ın bu şartını anlatamıyoruz diye, diğer dört
şartını anlatmak¬tan da kaçacak değiliz. Nitekim dilimiz döndüğünce
İs¬lam'ın diğer dört şartını anlatmaya çalışıyoruz. İnsanlara bir şey
anlatmamaktansa, hiç olmazsa bu dört şartın anla¬tılması iyi değil mi?”
diyeceklerdir.
Tabi ki iyi değil!.
Çünkü İslam'ın olmazsa olmaz olan öncelikli şartı, ke¬lime-i şahadettir.
Sadece kelime-i şahadeti anlatıp, diğer dört şartı hiç anlatmasanız, bu
durumunuz yine de makul karşılanabilir. Ancak kelime-i şahadetin gözardı
edildiği bir tebliğde, diğer dört şart ciltler dolusu açıklamalarla
anlatıl¬sa dahi, bu anlatım İslam'ın kabul edebileceği meşru bir tebliğ
değildir. “Efendim, ben İslam'ı bilmeyen insanlara kelime-i şahadeti
anlatamıyorum, ama diğer dört şartı anla¬tıyorum” diyen kimselerin durumu,
kelime-i şahadet inancı¬nı terkedip namaz kılan, oruç tutan, hacca giden
kimsele¬rin durumu gibidir!.
Oysa İslam, bilerek veya bilmeyerek şirk içine giren kimselerin namaz
kılmasını veya oruç tutmasını istemez. Bu insanlara götürülmesi gereken
öncelikli tebliğ, bu insanların şirkten kurtarılmasını amaçlayan tevhidi
tebliğdir. Resullüllah (s.a.v.) ve tüm peygamberler, insanları öncelikle ve
önce¬likle tevhide davet etmişlerdir. Çünkü herhangi bir insanın İslam
dinine girebilmesi için, kendisine iiahlik taslayan bü¬tün firavunları,
ilahlaştınlmaya çalışan bütün putları “La ilahe” buyruğu ile inkar etmesi,
bu inkardan sonra “İllell Al¬lah” diyerek alemlerin yegane yaratıcısı olan
Allah (c.c.)'a yönelmesi ve “Muhammedun Resulullah” buyruğu ile Hz.
Munammed Mustafa (s.a.v.)'i Resulullah olarak, bir önder ve bir örnek
olarak kabul ettiğini ikrar etmesi gerekmekte¬dir.
Bu tevhidi hakikatlerin hiç olmazsa genel prensipler halinde bütün cemaate
verilmesi ve bu prensiplerin sosyal yaşantıda ne anlama geldiği ise
cemaatte ilgi gösteren ve ilgi gösterilmesi gereken kimselere bire bir özel
konuşma¬larda müşahhas olarak açıklanması gerekir.
Bu asgari tebliği bile yerine getiremeyecekseniz, kelime-i şahadeti ve
tevhidi anlat amayacaksanız, di¬ğerlerini de anlatmayın.
Susun, yapmayın bu görevi!.
İslam'ı sadece namaz, oruç ve güzel ahlak olarak al¬gılayan insanların
aldatılmasına ve firavunlara kulluğa de¬vam ederek sömürülmesine vesile
olmayın. İslam adına konuşma yetkisini, İslam'ı ve İslam'ın bu gerçeklerini
apa¬çık anlatabilecek muvahhid müslümanlara bırakın. Evet. diyanet
teşkilatının resmi misyonu ve camilerdeki imamların nasıl olması gerektiği
hususunda bu kısa tanım¬lamada bulunduktan sonra, cami imamlarının
arkasında namaz kılma meselesine geçebiliriz. Mahiyet açısından tek boyutlu
olmayan bu meseleye, elbetteki tek bir cevap ve¬remeyiz. Dolayısıyla
meseleyi üç ayrı statüde değerlendire¬cek ve bu üç ayn statüye ilişkin
yaklaşımlarımızı ifade ede¬ceğiz.
Camilerde imamlık yapma meselesi, hiç kuşkusuz ki sadece diyanet bağlantılı
değerlendireceğimiz bir mesele değildir. Çünkü yaşadığımız ülkenin birçok
bölgesindeki camilerde, diyanet teşkilatına bağlı olmadan bu görevi ya¬pan
kimseler vardır. Meseleyi bu kimselere göre değerlen¬dirdiğimiz zaman bu
kimselerin arasında tevhidi düşünen ve insanlan apaçık bir İslam'a davet
eden müslümanlar bu¬lunmaktadır. Elbetteki bu müslümanların arkasında namaz
kılabiliriz.
Diyanet teşkilatına bağlı olarak bu görevi yürüten kimseleri ise iki ayrı
statüde ele almamız gerekecektir. Bunlardan birincisi hem diyanet
teşkilatına bağlı olan ve hem de diyanetin resmi misyonunu benimseyen
kimseler¬dir. Yüce İslam dinini resmi ideolojiye göre algılayan ve bu
şekilde anlatan kimselerin arkasında namaz kumamız tabi ki söz konusu
değildir. Çünkü Allah'a kullukla ilgili olarak en önemli amelimiz olan
namaz, İslami bilinçten yoksun böylesi kimselere emanet edebileceğimiz bir
amel değildir.
Diyanet teşkilatına bağlı birer görevli olmalarına rağ¬men karşılaştıkları,
tevhidi gerçekleri kabul ederek diyaneti ve diyanet misyonunu meşru
görmeyen, İslam'ı Kuran-ı Kerime göre algılayan ve geçim kaygısından ziyade
insan¬lara Allah'ın dinini tevhid esaslı tebliğ edebilme amacıyla bu görevi
sürdüren müslümanların arkasında namaz kılıp-kılmama meselesi ise, bu
müslümanların yakından tanın¬masıyla, samimıyetleriyle ve bölge şartlarıyla
ilgili bir mesele olduğu için, bu durumu da o kimselerin yakınında bu¬lunan
ve İslam'ı yeterince tanıyan kardeşlerimizin sağlıklı değerlendirmelerine
bırakıyoruz.
Çünkü, genele şamil görüş ve tavırlarla sağlıklı bir sonuca bağlanması
mümkün olmayan bu husus, mahalli ve özel değerlendirmelerle çok daha olumlu
bir neticeye vardırılabilecektir.
Selam, Selamın Sahibinden, selama susayanlara olsun..


--

Müderrisim Hoca

   

[b]ÇOCUKLARIN ANNE BABA ÜZERİNDEKİ HAKLARI[/b
PECE Takmak Farzmidir?Bu görüsü savunan Bir Yazi

Anfragen und Anregungen bitte direkt an tiav@hotmail.de adressieren. Vielen Dank!
Xobor Einfach ein eigenes Xobor Forum erstellen
Datenschutz