YENİ YILIMIZ KUTLU OLSUN!
İslam dünyası Hz. Peygamber'in Mekke'den Medine'ye hicretinin 1433. yılını
anıyor. Bugün yeni yılın ilk günü! Tüm insanlığa hayırlar getirsin.
26 Kasım 2011 Cumartesi
İslam dünyası Hicri yılbaşını kutluyor .
İslam dünyası Hz. Peygamber'in Mekke'den Medine'ye hicretinin 1433. yılını
anıyor. Müslüman düşünürler, herkesi İslam'ı yeniden anlamaya davet etti.
Müslümanlar bugün yeni bir yıla girdi.
Miladi 26 Kasım 2011, Hicri 01 Muharrem 1433 yeni yılın birinci günü.
Bu vesileyle tüm ziyaretçilerimizin Hicri Yılbaşını tebrik ediyoruz.
Hicri 1433 yılının tüm insanlığa huzur, mutluluk ve bereket getirmesini
diliyoruz.
Bindörtyüzotuzüç küsur yıldan beri, yılları `Hicret`le sayan Müslümanlar,
zamanı `hicretten önce` ve `hicretten sonra` diye ikiye ayırırlar. Bugün
idrak ettiğimiz 1433. Hicri Yılbaşı, Miladi takvime göre, 622 senesinde Hz.
Muhammed(sav) ve ashabının, putperestlerin Mekke`de hayat hakkı tanımaması
üzerine Medine`ye hicret etmelerinin başlangıcıdır.
Resulüllah (s.av)’ın Mekke’den Medine’ye hicretini başlangıç alarak, kameri
aylara göre ilk defa başlatan Halife Ömer b. Hattab (r.a)’dır. Ömer b.
Hattab (r.a), Hz. Ali (r.a)’nin öneri üzerine miladi 622’ye denk gelen
hicret hadisesini İslâmi tarihin başlangıcı olarak kabul etmiştir.
İslam dünyasındaki birçok düşünür bugün yayımladıkları makalelerde,
Müslümanları tarihlerini yeniden düşünmeye davet ettiler. `Hicri Takvim`
diye bir takvimin varlığı, Hz. Peygamberin (sav)`in Mekke`den Medine`ye
hicretinin arzettiği önemi anlatmaya tek başına yetmektedir diyen Müslüman
düşünürler, İslam aleminin bugün içinde bulunduğu kaos ve keşmekeşten
kurtulmak için hicreti yeniden düşünmeleri gerektiğini açıkladı.
Bu arada, Pakistan, Hindistan, Endonezya ve birçok İslam ülkesinde bu gece
camilerde Hicreti anlatan anma programları düzenlenecek.
`HİCRİ YILBAŞI GECESİ`
Peygamber efendimiz Muhammed aleyhisselam, miladi 571`de 20 Nisana
rastlayan, Rebiul-evvel ayının on ikinci Pazartesi sabahı, Mekke`de doğdu.
622`de Mekke`den Medine`ye hicret etti. 20 Eylül Pazartesi günü, Medine`nin
Kuba köyüne geldi. Bu tarih Müslümanların Şemsi yılbaşı oldu. O yılın
Muharrem ayının birinci günü de, Kameri yıl başı oldu. Muharrem ayının
birinci gecesi Müslümanların kameri yılbaşı gecesidir.
MUHARREM AYININ ÖNEMİ
Laleli Camii imam-Hatibi Dr. Behlül Düzenli, bir hutbesinde Muharrem ayının
önemini şöyle anlatıyor: “İslâm tarihinde birçok önemli olayın cereyan
ettiğine inanılan Muharrem ayına girmiş bulunuyoruz. Muharrem ayı
müslümanların takvim başlangıcı, hicri yılbaşıdır. Rasul-i Ekrem (sav)
Efendimiz Mekke’de on üç yıl insanları Allah’a davet etti. Bu daveti kabul
etmeyen müşrikler Hz. Peygamber ve müslümanlara büyük acılar çektirdiler.
Bunun üzerine Hz. Peygamber Müslümanların Medine’ye hicret etmelerini
emretti. Kendisi de miladi 622 yılında, Hz. Ebubekir ile birlikte Medine’ye
doğru yola çıktı. İslâm tarihinde bir dönüm noktası olan bu mukaddes
yolculuk daha sonra Hz. Ömer zamanında takvim başlangıcı kabul edilmiş, 1
Muharrem hicri yılbaşı olarak ilan edilmiştir.
Muharrem ayının onuncu gününe “Âşüre günü” denilmektedir. Kimi rivayetlerde
yer aldığına göre Hz. Adem cennetten yeryüzüne bu günde indirilmiş, Hz.
Nuh’un gemisi Cûdi dağına bu günde oturmuş, Hz. Mûsâ ve kavmi Firavun’un
zulmünden bugünde kurtulmuştur. Rasulullah (sav) Ramazan orucu farz
kılınıncaya kadar bu günde oruç tutmuş, bunu müslümanlara da öğütlemiştir.
Peygamber Efendimiz, Ramazan orucu farz kılındıktan sonra da, “Ramazan
orucundan sonra en faziletli oruç, Allah’ın ayı olan Muharrem ayında
tutulan âşüre orucudur” (Müslim, Savm, 38) buyurmuş ve bu orucun, Muharrem
ayının dokuz-on veya on-onbirinci günlerinde tutulmasını tavsiye etmiştir.
(Buhari, Savm, 69)
Muharrem ayı, tarihte bazı büyük acılardan kurtuluş ayı olduğu gibi, bu
ayda unutulmaz acılar da yaşanmıştır. Rasulullah (sav)’ın “Cennet
gençlerinin efendileri” (Tirmizi, Menakıb, 31) diye nitelediği
torunlarından Hz. Hüseyin’in Kerbelâ’da şehit edilmesi Muharrem ayının
onuncu gününe rastlamaktadır. Her müslümanı derinden yaralayan bu acı
hadiseyi tasvip etmek elbette ki mümkün değildir.
Ancak bu acıyı Müslümanlar arasında husûmet sebebi yapmak, elbetteki
öncelikle Hz. Hüseyin’in aziz ruhunu incitir. Her şeyden evvel
Rasulullah’ı, onun Ehl-i beytini ve sahabîlerini severiz; onları ancak
rahmetle yâd eder ve yüce Rabbimizin Kur’an-ı Kerim’de öğrettiği şu duayı
yaparız: “Rabbimiz, bizi ve bizden önce iman eden kardeşlerimizi bağışla,
kalplerimizde müminlere karşı kin bırakma. Rabbimiz! Sen çok şefkatli, çok
merhametlisin.” (Haşr/ 10) Rasulullah (sav) da şöyle buyurur: “Sizi
nimetleriyle donattığı için Allah’ı seviniz. Beni Allah’ı sevdiğiniz için
seviniz. Ehl-i beytimi de beni sevdiğiniz için seviniz.” (Tirmizi, Menakıb,
32) Bizlere düşen görev bu sevgi ile tarihten ders alarak benzer olayların
bir daha tekerrür etmemesini ve müslümanların birbirleriyle kardeş
olmalarını temin etmektir.
AYET VE HADİSLERDE HİCRET
Sözlükte “Terketmek, ayrılmak, ilgisini çekmek” anlamına gelen Hicret
kelimesi kişinin herhangi bir şeyden bedenen ve şuursal olarak ayrılıp
uzaklaşması demektir. Daha çok Hz. Resûlullah’ın Mekke’den Medine’ye göç
etmesi olayı ile bu kavramın simgelendiği görülmüştür.
Medineye göç eden Allaha iman etmiş müslümanlara muhacir, Hz. Resûllulah'a
ve muhacirlere yardım eden, Medineli müslümanlara da Ensar adı verilmiştir.
Kur’anı Kerim de Hicret kelimesi yer almamakla birlikte, 31 yerde “hecr”
kökünden gelen çeşitli, türevlerin geçtiğini görmekteyiz. Örneğin;
“Kur’an’ı terketmek (el-furkan/25-30)” / “Bir kişiden veya gruptan ayrılmak
(el-nisa 4/34; Meryem 19/46, El Müzelmin 73/10)/ “Kötü şeyleri terketmek
(el müddesir 74-5)” / “Allah uğrunda başka bir yere göç etmek, (el bakara
2/18)” anlamlarına gelmektedir.
Diğer taraftan hicretin farklı boyutlarda kullanıldığı da görülmektedir.
Mesela bir Hadiste “Muhacir Allahın yasakladığı günahları terkeden
kimsedir” denilmekte. (Buhari İman/4) Başka bir hadiste “Hicretin kötü
şeyleri terketmek” manasına geldiği belirtilmektedir.
Yani “Haramları terkedip kötülüklerden uzaklaşmak”/ “tabiatın dürtüleri
istikametinde yaşamayı terketmek şeklinde kullanılmıştır.
HER UYGARLIĞIN ARDINDA BİR HİCRET VARDIR
Ünlü Müslüman düşünür Ali Şeriati, “Her Hicret Bir İnkılabtır” adlı
kitabında hicretin önemini şöyle anlatır: Hicret, ilk önce nefislerimizdeki
her türlü gayri islami anlayış ve duygulardan arınmak, amellerimize
yerleşen gayri islami davranış ve alışkanlıkları terketmektir. Hicret
insanın en çok sevdiği, fakat Allah'ın dininin yaşanmasına engel olduğu
zaman vatanın, milletin, ailenin, sosyal sınıfın, makam ve mevkinin
Allah'ın dinine hizmet etmek için terk edilmesidir. Hicret bir kaçış
değildir. Aksine kafirlere ve zalimlere terkedilen haklarımızı geri almak,
mücadelenin şartlarını yaşanır hale getirmek için hazırlanmaktır. Yani geri
dönüş ve hesap sorma eylemidir hicret."
“İnsan dünyayı hiçbir zaman Coğrafya ilminin söz ettiği biçimde ve ölçüde
göremez. Kişinin dünya görüşü üyesi bulunduğu toplumun maddi ve manevi
ölçülerine bağlıdır. Yeryüzü bir ferdin gözünde, içinde yaşadığı kentin
(Medine'nin) değişmesi ölçüsünde değişebilir ancak. Hatta denebilir ki
ferdin sahip olduğu zihinsel bi çim, onun sahip olduğu dört sınıfsal
dalıyla da aynı tip, aynı ölçü ve benzerliktedir. (Toplum, doğa, tarih ve
nefsin sosyolojik konumu, ferdin dört sınıfsal dalını belirler.) Yani bir
bakıma dış dünya ferdin gözünde, kendi toplumundan ve kendi sınıfından
yansıyan olaylar ve görüntülerden oluşmuş bir biçimdir. Dış dünya, toplum
bilim dilinde zihniyet ve bireyin süjesinin (görünmeyenin), gerçeklik ve
bireyin objesini (görünenini) kendi üzerinde yontup renklendiren bir ressam
ve bir heykeltıraştır.
Bergson'un deyimiyle, dış dünya, 'kapalı toplum'da yaşamakta olan bir
ferdin gözünde sınırlı, küçük, durgun bir dünyadır. Bunun aksine, 'açık
toplum'a bağlı olan bir fert ise aynı dünyayı sınırsız ve sürekli değişim
içinde görür. Birincisi için yeryüzü, memleketinden biraz daha büyük bir
toprak parçasıdır. Gökyüzü ise, ona her taraftan kapalı olan, çok yakın
ufuklarında yerle bağlantılı, kümbetleri andıran durgun ve donuk bir
çatıdır. Kaf Dağı, varlık âleminin sınırı, Cabulsa ve Cabulka ise varlık
âleminin uzanabildiği en son noktalardır. Meselâ yeryüzüne Arap
yarımadasından ba kacak olsa görecektir ki, o mâmur yerden (Arap
yarımadasından) başka mâmur yer yoktur. Evet, kapalı bir toplum Kapalı
Toplum/Din ve Açık toplum/Din kavramları Fransız Filozof Henry Bergson'a
aittir.
Kapalı toplum veya din şudur: İnanç, amel, gelenek ve görenek kalesinde
kişinin düşünceleri tutsak durumundadır. Bundan dolayı da devamlı durgun
haldedir. Asırlar geçse de gene durgun ve hareketsiz kalır. Bir değişim
göstermez. Bunun tersi olan Açık toplum ve ya din ise şudur: İnanç, amel,
gelenek ve görenekler kalesinin kapıları kırılmıştır. Bunlar diğer toplum
ve dinlere açıktır. Bu durum onun değiştiğini, genişleyip zenginleştiğini
gösterir. Böylece sürekli bir olgunluğa gider. Yahudi kavmi ve dini kapalı
toplum veya dine örnektir. İslam dini ve hicretin ikinci, üçüncü ve
dördüncü asırlarındaki İslam toplumu da açık toplum veya dine örnektir.
Habeşistan Hıristiyanlığı kapalı toplum ve dine, Batı Avrupa Hıristiyanlığı
ise açık toplum ve dine örnektir. Cabulsa ve Cabulka, biri doğuda, diğeri
batıda olduğu düşünülen efsanevi şehirler.
Toplumda âlem kişisel, basit, çok küçük ve hareketsiz bir 'çatı'dır. Ve
onun çok yakın olan sınırlarının ötesinde -ki bu sınırlar vatan
sınırlarından birazcık daha uzaktır-yokluk, mutlak gizlilik ve karanlıktan
başka birşey yoktur.
Toplum biçimlerden oluşur. Ferdin hak, âdet, gelenek ve görenekleri toplumu
oluşturur. Din ise 'gökten inmiş olan' değişiklik kabul etmez, 'niçin' ve
'nasıl'ı ol mayan, cebrî, katı kurallı, akıl ve mantıktan uzak, sebep-sonuç
ilişkisine önem vermeyen, kendisine bağlı kişilerin ruhsal yapılarına göre
biçimlenen ve tek bir 'biçim'i ve 'seviyesi' olan inanç ve âmeller
bütünüdür. Körükörüne bir bağlılıktır. (Bir ölçüde doğru olan) Durkheim'ın
deyimiyle 'Din, toplumun genel ruhunun dış görünüşü ve büyütülmüşüdür'.
Toplumbilim araştırmalarında, özellikle medeniyetlerin, toplumların ve
dinlerin başlangıçlarından günü müze uzanan tarih hikâyelerinde görülen
odur ki insanın -gerek birey gerek toplum olarak- 'yer'e bağlılığının temel
esası din ve dünya görüşüdür. Toplumbilim bu esasın doğruluğunu toplumsal
sınıflar üzerinde de göstermiştir. Çiftçi sınıfı, toplumsal sınıfların en
donuk, en hareketsiz olanıdır. Bergson'un deyimiyle toplumsal sınıfların en
'bağlı' olanıdır. İnsan-yer ilişkisini, bu ilişkinin ruhbilim ve
toplumbilimdeki yerini dikkatlice inceleyen ve ruhbilim konusunda söz
sahibi olan araştırmacı Holbach bunun sebebini sağlam ve sabit bir ilişkiye
bağlamaktadır. Ona göre bu sınıf yer ile (zemin ile, toprak ile) vardır ve
yer onun varlığının gereği olmuştur.
Hattâ yer çiftçinin tek dostu, ezelî ebedî mekânı ve manevî mirasının
sahibi olarak görünür. Çiftçi, toprağa bağlılığını ilâhî ve dini bir
bağlılık olarak algılar. Yer onun için refah ve huzurdur. O yaptığı tarımı,
manevi ve beşeri kişiliğiyle, ailesiyle, inançlarıyla, ahlâkî ve toplum sal
temelleriyle bir olarak görür. Bu durumun dilbilime ansımalarından biri
şudur: Çiftçileri adlandırmak için genel olarak yer'in değişik biçimleri
kullanılır. Göçebe isimleri yer ile değil, daha çok hareket ile
ilintilidir. (Anadolu'da göçebelere neredeyse tamamen Yörük denmesi ve bu
kelimenin 'yürü' fiiliyle aynı kökten olması müellifi haklı gösteriyor.
Bütün bunlardan sonra denilebilir ki şu veya bu biçimde hareket imkânı
tanımayan mekân, toplumu veya ferdi bağlar, donuklaştırır, hareketten
alıkoyar. Böylece o toplum veya fert ilerlemekten, yükselmekten, değişip
gelişmekten ve genişlemekten yoksun kalır. Bunun doğal sonucu olarak da
düşünce, duygu, akıl, ilim, sanat, kül tür, din ve dünya görüşü donar,
canlılığını yitirir ve ölüme hüküm giyer. Veya kendisiyle ilişkiye giren
hareketli, dışa açık bir din, kültür ve toplumun içinde eriyip yok olur.3
Batı toplumu ortaçağın kapalı kafesi içinde Avrupa Bana göre Yunanlıların
gerilemesi ve onların hasta Rum toplumundaki çöküşü 'site'lerin kapalı
kalelerinde mahsur kalmaları ve dış âlemle bağlarının kopuk oluşudur. Her
yabancıyı Berberî olarak nitelemeleridir.
(Barbar kelimesi buradan kaynaklanıyor. Nihayet Batı dillerinde yabancı ve
vahşi anlamını kazanıyor. Cahili Arapların kendilerinden ol mayan bütün
kavimlere 'Acem' demeleri gibi. Bunun delillerinden biri de onların kıt
düşünceleridir. Dinî ve felsefî potansiyellerinin kendilerine haspa'yı
âlemin merkezi olarak görüyor. Katolik mezhebini de âlemin dini sayıyordu.
Ona göre yeryüzü insanlığı 'dik vücutlu, geniş tırnaklı, çamur derili,
çıplak, pazara gidip eve dönen iki ayaklı bir hayvan'dı. Belirli olan, be
yaz derili, mavi gözlü, sarı saçlı... ötesi kâfiristan... biraz gizemli,
şaşırtıcı bir şey... Ona göre âlemin doğusu Cenova... Ve Venezüella'dan
ötesi tam bir efsane. Âlemin batısı Lizbon.. Ötesi yokluğun sımsıkı
kucağında ve meçhul... Avrupalının kapalı kapılar ardındaki yüzlerce yıllık
uykusu bu düşüncelerinden kaynaklanıyordu. Haçlı savaşları bu kendi içine
mahkûm kalenin kapılarını doğuya açıncaya kadar bu böyle devam etti.
Kendinden başka bir din görmemiş olan Hıristiyanlık gözü nü İslam’a açınca
Batı kafesinden milyonlarca insan dökülüverdi. Ve bu insanlar âlemlerin
ötesinde başka bir dünyanın, başka toplumların var olduğunu gördüler.
Binlerce perde kalktı gözlerinin önünden ve yepyeni ufuklar belirdi. Dünya,
gerçek boyutlarına yaklaştı. 'Biz'den başka 'başkaları'nı, 'yalnızca
burası'ndan başka 'başka yerler'i gördüler, tanıdılar. Öteleri bilinmez
kale ler çıktı önlerine. Ve dünya görülmesi gereken bir alan olarak
açılıverdi önlerinde birden bire. Sarsılmaz iman olmasıyla varoluşun
anlamsal ve evrensel yönünü kaçırdılar. Sonuçta kendilerini hâlihazırda var
olan geniş, açık ve büyük bir dinin kolları arasına bıraktılar.
Susuzluklarını Kızıldeniz sahillerindeki Hıristiyanlıktan giderdi ler.
Hans Portoz Avrupa'nın uyanışını, keşifler, ıslahatlar dönemini, Rönesans
ve bütün bir Batı uygarlığını Haçlı seferlerine bağlıyor. Dini inançlar
sarsıldı, kopmaz sanılan bağlar koptu. Sayısız kalıplar kırıldı ve hareket
başladı. Toplumbilim diliyle söylemek gerekirse, 'toplumsal zaman'ı
gösteren, bin yıl önce 395 rakamı üzerinde donup kalmış olan saatin akrebi
harekete geçti ve günden güne hız kazandı.
Beyaz adam, yeryüzünü tanıma isteğini Haçlı seferleriyle kazandı. Bu geniş
ve hareketli dünya Batının cesur ve araştırmacı insanlarını yeni yerleşim
bölgeleri tanımaya, yeni yollar aramaya sevketti. 15. ve 16. yüzyıllarda
büyük dünya seferlerinin, coğrafi keşiflerin, yeni deniz ve kara yollarının
sebebi buydu. Artık efsanevi Asya'nın gizemli Afrika'nın ve zengin
Amerika'nın keşfi, dünya görüşünün genişletilip uygarlığının bu temellere
oturtulması kaçınılmazdır. Gerek tarihçiler gerek toplumbilimciler her
zaman şunu iddia etmişlerdi: Haçlı se ferleri (yani bir grup Batılının
doğuya hicreti), coğrafi keşifler ve dünya turları (yani Asya, Afrika ve
Amerika'ya hicret) Avrupa'nın uyanmasının, harekete geçmesinin ve bugünkü
Batı medeniyetinin ilk ve temel esasıdır.
Bu tarih Ortaçağın başlangıcını ve 1453 İstanbul'un Müslümanlar tarafından
fethi de Ortaçağın sonu kabul ediliyor.
Doğu ve Batı'nın en büyük medeniyetini oluşturan yarı vahşi, Arya
kavimlerinin güneye ve batıya doğru hicret etmeleri, Sümer, Babil, Akad ve
Aram sülalerinin büyük uygarlıkların kurulmasına sebep olmaları, Sami kav
minin Beynelnehreyn (iki ırmak arası-Mezopotamya), Mısır ve Kuzey Afri
ka'ya hicret edişleri, israiloğullarının Mısır'dan Filistin'e hicretleri,
Berberi lerin batıya ve doğuya hicretleri; Frenklerin, Hunların, Slavların,
İngiliz ve Saksonların... Avrupa'ya hicretleri şu gerçeği gösterir: Bedevî
kabile toplumlarının merkezi ve büyük toplumlar haline geçişinin temeli
hicret eylemidir.
Amerika'nın uygarlığında daha açık bir biçimde görülmektedir. Avrupa'nın
maceracı insanları kendi ülkelerini terkedip yeni kıtalara hicret etmekle
bugünkü büyük ve ileri toplumun temelini atmışlardır. Üstelik bu insanlar
ülkelerinde kalacak olsalardı, ya katil, ya da soyguncu olacaklardı.
İnsanlık tarihindeki kapalı ve açık dinlerin, kapalı ve açık toplum ve
uygarlıkların incelenmesi şu gerçeği ortaya çıkarmaktadır ki, hicret fert
veya toplumun yer'e bağımlılığını koparır, onu (fert veya toplumu)
bağımlılık tan kurtarır. Hicret, insan ve toplumun dünya görüşünü
değiştirir ve sonuçta da dinsel, fikirsel, duygusal donukluğu ve gerilemeyi
iptal eder, toplumsal çürümeyi önler. Topyekün bir hareket ve toplumsal bir
diriliş sebebi olan hicret, insanı, içinde bulunduğu dört donuk unsurdan
(Tarih, toplum, tabiat ve ten) kurtararak yüce ve kâmil makamlara
ulaştırır.
Her uygarlığın ardında bir hicret vardır. Araştırıp incelediğimizde görürüz
ki her büyük toplumun ardında mutlaka bir hicret vardır. Hicret, Kur'an'da
ve Peygamber (sav)'in hayatında tarihi bir olaydan çok farklı bir olaydır.
İslam’da Hicret'in konumuna bakacak olursak göreceğiz ki, o büyük ve
toplumsal bir esastır.”
TAKVİM VE MÜSLÜMANLAR
Yazar Mustafa İslamoğlu, bir yazısında takvimin Müslümanların nazarındaki
önemini anlatırken şunlara yer veriyor: “Takvim, insanların zamanı ölçmek
için kullandıkları masum bir ölçü. Kur’an, güneş ve ayın yaratılışından
bahsederken, zamanı ölçmeye yaradığını dile getirir. Ay takvimi, vahyin
içine indiği toplumun uyguladığı takvim. 12 ay esasına dayanıyor. 355 güne
tekabül ediyor. İslâm’ın teklif ettiği ibadetler, hep bu takvime göre eda
ediliyor. Mesela Ramazan orucu, kameri takvime göre tutuluyor. Bayramlar,
kurban kesme, hac ibadeti, zekâtın yılını tesbit hep bu takvimi esas
alıyor. Vahyin içine giriyor. Mesela Kehf Sûresi’nde 300 üzerine 9
eklediklerini söylerken, güneş takvimini ay takvimine dönüştürmeye işaret
etmektedir. Çünkü 300 yıllık güneş takvimi, ay takvimine dönüştürüldüğünde
309 yıl eder. Allah Rasûlü’nün hayatındaki olaylar, kameri takvimle
kayıtlara geçmiş. Vahyin iniş zamanını tesbitte kameri takvim kullanılmış.
Bu takvim, Müslümanın ibadetinin ve inancının içine bir biçimde girmiş.
Hz. Ali’nin teklifiyle Hz. Ömer’in hilafetinde, Hz. Peygamber’in hicreti
Müslüman takviminin başlangıcı sayıldı. Bu, hicretin 17. yılına tesadüf
ediyordu. Müslümanlar, sonraki yüzyıllarda Müslüman zamanı olarak intişar
bulan kameri takvimi uyguladılar. Güneş de ay gibi Allah’ın belgelerinden
(âyetlerinden) biridir, hem de büyüklerindendir. O da zaman ölçülerinden
biridir. Mekkeli müşrikler de Medineli Yahudiler de ay takvimiyle güneş
takvimi arasındaki farkı kapatmak için “zamanla oynuyorlar” idi. Buna
“nesî” adı veriliyordu. Hatta bu oynayışı Kur’an “küfürde-nankörlükte ileri
gitmek” olarak adlandırıyordu. Bu bir tür sahte zaman peydahlamaktı. Güneş
takvimi, ay takviminden farklı olarak 365 günlük bir zamana tekabül eder.
Bu da Allah’ın koyduğu bir zaman ölçüsüdür, âyetlerdendir.
Osmanlı, Batılılaşmanın hızlandığı Tanzimat yüzyılında dahi, güneş
takvimine geçme ihtiyacı duyduğunda, Batı karşısında kendi kimliğini koruma
refleksiyle hareket etti. Güneş takvimini Mart’ta başlattı ve adına da
“Takvim-i Rûmî” dedi. Adını doğru koydu, isim hırsızlığı yapmaya tevessül
etmedi. İran’la da eşitlemedi takvimini. İran’ın “nevruz: yenigün”ünden bir
hafta öncesine, yani 14 Mart’a denk getirdi. Peki, Osmanlı sonrasındaki
fetrette boy verenler ne yaptılar? Bu ikisini de iptal ettiler. Gerekçe
“çağdaşlaşmak” idi. Onun da altında dinden kopma, sekülerleşme yatıyordu.
Peki, hicri takvimi “dini” bulanlar onun yerine neyi koydular? İsmini Papa
Gregorius’tan alan “Gregoryen Takvimi’ni” Yani, Müslüman zamanından kopup
koparanlar, bu milleti Hıristiyan zamanına eklemeye kalktılar. Tabii ki,
ayıp ettiler. Fakat bu, o kadar da önemli değil. Zaman geçiyor, ömür
akıyor. Takvim, hangisi kullanılırsa kullanılsın, insana zamanı hatırlatan
bir ölçü. Ama bir yılı diğerine devrederken “yılbaşı kutlamaları” adı
altında icra edilen melanetin hiçbir iler tutar yanı yok.”
YENİ İSLAMİ VE HİCRİ YILINIZI VE YILBAŞINIZI TEBRİK EDERİM!
Einfach ein eigenes Xobor Forum erstellen |