Meryem Süresi Meal Ve Tefsiri 41-60

#1 von Kurban , 29.10.2023 03:54

Meryem Süresi Meal Ve Tefsiri 41-

وَاذْكُرْ فِي الْكِتَابِ اِبْرٰهٖيمَؕ اِنَّهُ كَانَ صِدّٖيقاً نَبِياًّ ﴿٤١﴾
﴾41﴿ Bu kitapta İbrâhim’i de okuyup an! Kuşkusuz o, özü sözü doğru bir insan, bir peygamberdi.
Meryem sûresinin ikinci kıssasında Hz. Îsâ’nın tanrı değil, Allah’ın kulu ve resulü olduğu vurgulandıktan sonra, bu üçüncü kıssada da kendilerini, tevhid inancının temsilcisi ve Kâbe’nin bânisi olan Hz. İbrâhim’in soyundan saydıkları halde onun dinini terkederek putlara tapan Araplar’ın dikkati çekilmektedir. Kureyşliler Hz. İbrâhim’i dinî önderleri olarak kabul ediyor ve onun soyundan gelmekle iftihar ediyorlardı. Bununla beraber babası ve yakınlarının Hz. İbrâhim’e karşı uyguladıkları eziyet, işkence, yurdundan hicrete zorlanma gibi olumsuzlukları, Kureyşliler de İbrâhim’in yolunda olan Hz. Muhammed’e revâ görmüşlerdir. Hz. İbrâhim’e burada sadece nebî denilmiş olmakla birlikte, başka âyetlerde ona sahifeler gönderildiği ifade buyurulmuştur (bk. A‘lâ 88/18-19; Necm 53/36-37). Bu da onun hem nebî hem de resul olduğunu gösterir.Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 601-602

اِذْ قَالَ لِاَبٖيهِ يَٓا اَبَتِ لِمَ تَعْبُدُ مَا لَا يَسْمَعُ وَلَا يُبْصِرُ وَلَا يُغْنٖي عَنْكَ شَيْـٔاً ﴿٤٢﴾
﴾42﴿ Bir gün babasına şöyle demişti: Babacığım! Duymayan, görmeyen ve sana hiçbir fayda sağlamayan bir şeye niçin taparsın?

يَٓا اَبَتِ اِنّٖي قَدْ جَٓاءَنٖي مِنَ الْعِلْمِ مَا لَمْ يَأْتِكَ فَاتَّبِعْنٖٓي اَهْدِكَ صِرَاطاً سَوِياًّ ﴿٤٣﴾
﴾43﴿ Babacığım! Sana gelmeyen bir bilgi hakikaten bana geldi, bu sebeple bana uy ki seni düz yola çıkarayım.

يَٓا اَبَتِ لَا تَعْبُدِ الشَّيْطَانَؕ اِنَّ الشَّيْطَانَ كَانَ لِلرَّحْمٰنِ عَصِياًّ ﴿٤٤﴾
﴾44﴿ Babacığım! Şeytana kulluk etme! Çünkü şeytan, rahmânın buyruğuna uymamıştır.

يَٓا اَبَتِ اِنّٖٓي اَخَافُ اَنْ يَمَسَّكَ عَذَابٌ مِنَ الرَّحْمٰنِ فَتَكُونَ لِلشَّيْطَانِ وَلِياًّ ﴿٤٥﴾
﴾45﴿ Babacığım! Allah’ın azabına uğramandan ve böylece şeytanın yandaşı olmandan korkuyorum.

قَالَ اَرَاغِبٌ اَنْتَ عَنْ اٰلِهَتٖي يَٓا اِبْرٰهٖيمُۚ لَئِنْ لَمْ تَنْتَهِ۬ لَاَرْجُمَنَّكَ وَاهْجُرْنٖي مَلِياًّ ﴿٤٦﴾
﴾46﴿ (Babası:) “Ey İbrâhim! Sen benim tanrılarımdan yüz mü çeviriyorsun? Eğer vazgeçmezsen, andolsun seni taşlatırım; şimdi uzun bir süre gözüme görünme!” dedi.

قَالَ سَلَامٌ عَلَيْكَۚ سَاَسْتَغْفِرُ لَكَ رَبّٖيؕ اِنَّهُ كَانَ بٖي حَفِياًّ ﴿٤٧﴾
﴾47﴿ İbrâhim şöyle dedi: “Esen kal! Rabbimden senin için mağfiret dileyeceğim. Çünkü O, bana karşı çok lutufkârdır.

وَاَعْتَزِلُكُمْ وَمَا تَدْعُونَ مِنْ دُونِ اللّٰهِ وَاَدْعُوا رَبّٖيؗ عَسٰٓى اَلَّٓا اَكُونَ بِدُعَٓاءِ رَبّٖي شَقِياًّ ﴿٤٨﴾
﴾48﴿ Sizden de Allah’ın dışında taptığınız şeylerden de uzaklaşıyor ve rabbime niyaz ediyorum. Umudum odur ki rabbime niyazımdan eli boş dönmeyeceğim.”
Tefsir
Bu âyetler, evlâdın ana babaya karşı tavrının nasıl olması gerektiğini göstermesi bakımından ilgi çekicidir. Hz. İbrâhim, babası Âzer’e her sözünün başında “babacığım” diye hitap etmekte, –ilerideki âyetlerden anlaşılacağı üzere– babası müşrik olmasına, kendisine karşı son derece kaba ve tehditkâr ifadeler kullanmasına rağmen ona karşı saygıda kusur etmediği görülmektedir. Âyetlerden aynı zamanda küçüğün de büyüğe öğüt verebileceği ve din konusunda insanları doğru yola iletecek gerçek bilginin ilâhî vahiy olduğu anlaşılmaktadır. 44. âyette, Allah’ın emrine aykırı olmasına rağmen şeytanın emrine itaat etmek, “ona tapma” olarak değerlendirilmiştir. Kur’an akla, hakikate ve ahlâka aykırı olan her türlü hareketi şeytanî olarak; ve şeytanî sâiklere teslimiyet yönünde ortaya konan her bilinçli eylemi de “şeytana tapma” olarak tanımlamaktadır (Esed, II, 615; krş. Nisâ 4/117).
İbrâhim’in babası için dua edeceği yönündeki vaadi, babasının inkârcı olarak öleceğini ve Allah düşmanı olduğunu öğrenmeden önce idi. Bu durumu öğrenince babasının affı için dua etmekten vazgeçti (bk. Tevbe 9/114).Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 602

فَلَمَّا اعْتَزَلَهُمْ وَمَا يَعْبُدُونَ مِنْ دُونِ اللّٰهِۙ وَهَبْنَا لَـهُٓ اِسْحٰقَ وَيَعْقُوبَؕ وَكُلاًّ جَعَلْنَا نَبِياًّ ﴿٤٩﴾
﴾49﴿ Nihayet İbrâhim onlardan ve Allah’ın dışında taptıklarından uzaklaşınca, biz ona İshak ve Ya‘kūb’u bahşettik, her birini peygamber yaptık.

وَوَهَبْنَا لَهُمْ مِنْ رَحْمَتِنَا وَجَعَلْنَا لَهُمْ لِسَانَ صِدْقٍ عَلِياًّࣖ ﴿٥٠﴾
﴾50﴿ Onlara da rahmetimizden bağışlarda bulunduk ve onlara hak ettikleri yüksek bir övgü ile anılmayı nasip ettik.
Tefsir
Tefsirci ve tarihçilerin açıklamalarına göre İbrâhim aleyhis­se­lâm Allah yolunda hicret ederek önce Harran’a, sonra Filistin’e, buradan da Mısır’a gitmiştir. Mısır’dan tekrar Filistin’e dönmüş ve burada yerleşmiştir. Bu yolculukta eşi Sâre ile kardeşinin oğlu Hz. Lût ve Lût’un eşi de ona refakat etmişlerdir. Filistin’e döndükten sonra Lût ayrılarak daha güneyde Ürdün yöresindeki Sodom ve Gomore’ye yerleşmiş, Hz. İbrâhim ise Filistin’de kalmıştır. Burada kendisi ve eşi Sâre yaşlanmış oldukları halde Allah onlara oğulları İshak’ı lutfetti; daha sonra da torunları, yani İshak’ın oğlu Ya‘kub dünyaya geldi. Yüce Allah, bunlarla Hz. İbrâhim’in yalnızlığını giderdi ve bunları peygamberler kıldı. İsrâiloğulları’nın daha sonraki peygamberleri bunların soyundandır. Yüce bir peygamber olan ve Hicaz bölgesi Araplar’ının atası sayılan Hz. İsmâil Hz. İbrâhim’in ilk oğlu olup onun annesi Hacer’dir.
“Onlara hak ettikleri yüksek bir övgü ile anılmayı nasip ettik” diye tercüme ettiğimiz 50. âyetteki “lisân-i sıdk” (doğruluğun dili) tamlaması iki türlü yorumlanmıştır: a) Bu tamlamadaki “lisân” terimi dille aktarılabilecek, dille ulaştırılabilecek şeyleri ifade için mecaz olarak kullanılmıştır. Buna göre âyet bu peygamberlerin söylediklerinin doğru olduğunu ve sözlerinin yüce anlamlar taşıdığını ifade eder. b) Bu tamlama onların, “doğruluktan yana üstün bilinmeleri yani iyi anılmaları” anlamına gelir. Nitekim Hz. İbrâhim kendisinin sonraki nesiller içerisinde iyilikle anılması için dua etmiş (bk. eş-Şuarâ 26/84) Allah da duasını kabul ederek ona bu nimeti vermiş hatta onun dinine uymasını Hz. Peygamber’e emretmiştir (bk. Nahl 16/123; krş. Âl-i İmrân 3/95; Nisâ 4/125); bundan dolayıdır ki müslümanlar onu önder kabul eder, kendisini ve soyundan gelenleri hayırla anarlar. Yahudi ve hıristiyanlar gibi Ehl-i kitap da aynı şekilde ona ve soyundan gelenlere saygı gösterirler (Zemahşerî, II, 512).Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 602-603
وَاذْكُرْ فِي الْكِتَابِ مُوسٰىؗ اِنَّهُ كَانَ مُخْلَصاً وَكَانَ رَسُولاً نَبِياًّ ﴿٥١﴾
﴾51﴿ Bu kitapta Mûsâ’yı da okuyarak an. Gerçekten o ihlâslı biriydi, elçi-peygamberdi.

وَنَادَيْنَاهُ مِنْ جَانِبِ الطُّورِ الْاَيْمَنِ وَقَرَّبْنَاهُ نَجِياًّ ﴿٥٢﴾
﴾52﴿ Ona Tûr’un sağ tarafından seslendik ve onu fısıldaşırcasına (kendimize) yaklaştırdık.

وَوَهَبْنَا لَهُ مِنْ رَحْمَتِنَٓا اَخَاهُ هٰرُونَ نَبِياًّ ﴿٥٣﴾
﴾53﴿ Rahmetimizin bir sonucu olmak üzere kardeşi Hârûn’u da bir peygamber olarak onun yanına verdik.
Tefsir
Meryem sûresinin dördüncü kıssası Ya‘kub aleyhisselâmın soyundan gelen Hz. Mûsâ’nın kıssasıdır. Hz. Mûsâ İsrâiloğulları’na gönderilmiş olup, “ülü’l-azim” tabirini büyük peygamberler (daha çok beş büyük peygamber) anlamında kabul edenlere göre o da bu gruptaki peygamberlerden biridir (ayrıca bk. Ahkaf 46/35). Hz. Mûsâ’nın özelliği olarak gerçek ve “ihlâslı” diye tercüme ettiğimiz muhlas kelimesi, “seçilmiş, özel bir yakınlıkla tanınmış kişi” anlamlarına da gelmektedir (İbn Âşûr, XVI, 127). Yüce Allah, kendisiyle konuşmak için insanlar arasından Hz. Mûsâ’yı seçtiği ve peygamber olarak görevlendirdiği için onu bu sıfatla nitelendirdiği düşünülebilir. A‘râf sûresinin 144. âyeti de bu anlamı desteklemektedir. Muhlis şeklindeki kıraate göre bu kelime, “ibadeti yalnız Allah için yapan, O’na tahsis eden” mânasına gelir. Bu da Hz. Mûsâ’nın Allah’a kulluktaki samimiyet ve ihlâsını ifade eder. Hz. Mûsâ’ya Tevrat indirilmiş olduğu için burada ona hem resul hem de nebî denilmiştir (“resul” ve nebî” hakkında bilgi için bk. GİRİŞ, I.Kur’ân-ı Kerim, A) Tanımı ve Özellikleri, 1. Peygamber; Bakara 2/61).
Hz. Mûsâ’ya Tevrat’ın indirildiği yer, Filistin ile Mısır arasındaki Sînâ yarımadasında bulunan ve aynı adı taşıyan dağdır. Kur’ân’da Sînâ dağı, ilkinde “Tûri Seynâe” (Mü’minûn 23/20), ikincisinde “Tûri Sînîn” (Tîn 95/2) şeklinde olmak üzere iki defa geçer. Burada görüldüğü gibi”tûr” kelimesi 8 âyette yalnız kullanılmakta ve Sîna dağını temsil etmektedir. “Tûr’un sağ tarafı”ndan maksat Hz. Mûsâ’nın yüzünü Tûr’a dağına döndürdüğünde bulunduğu yerin sağ tarafıdır. Zira dağın sağı veya solu olmaz. Yüce Allah Tûr’da Hz. Mûsâ ile vasıtasız olarak konuştuğunda Mûsâ’ya göre dağın sağ tarafından seslenerek konuşmuştur (bk. Taberî, XVI, 94). Başka bir görüşe göre ise “sağ taraf” diye tercüme ettiğimiz eymen kelimesi “bereketli” (mübarek) anlamına gelmektedir (Şevkânî, III, 380). Buna göre Allah Teâlâ Hz. Mûsâ’ya Tûr’un bereketli tarafından seslenerek onunla konuşmuştur. Hz. Mûsâ’nın yaklaştırılmasını, “Mûsâ maddî olarak Tevrat’ın levhalara yazıldığı yere o derece yaklaştırıldı ki kalemin cızırtısını işitti” şeklinde tefsir edenler varsa da “Allah onu mânevî makam bakımından kendisine yaklaştırdı” diye tefsir edenler de vardır ve bu mâna daha uygun görünmektedir (Râzî, XXI, 231; Şevkânî, III, 380). İbn Âşûr da bu yaklaştırmanın “vahyetmek” anlamında mecaz olduğunu ifade etmiştir (XVI, 128).
Bir kutsî hadiste kulun Allah’a farz ve nâfile ibadetlerle nasıl yaklaştığı ve sonunda bu yaklaşmanın ruh ve ahlâk yüceliği olarak nasıl sonuçlar verdiği açıklanmıştır. 52. âyetteki ifadeyi bu anlamda bir yakınlaştırma olarak anlamak gerekir.
Yüce Allah Hz. Mûsâ’ya, Firavun’a gidip İsrâiloğulları’nı serbest bırak­masını ondan istemelerini emrettiğinde Hz. Mûsâ kardeşi Hârûn’u da peygamber ve kendisine yardımcı olarak görevlendirmesi için Allah’a dua etti (Tâhâ 20/29-32). Allah Teâlâ onun duasını kabul ederek kardeşini de peygamber olarak görevlendirdi ve onun yanına yardımcı olarak verdi. Mûsâ aleyhisselâmın dilindeki tutukluğa mukabil Hârûn açık ve güzel konuşurdu (krş. Tâhâ 20/25-32; Kasas 28/34). Hz. Mûsâ’nın insanlara tebliğ etmek istediklerini o tebliğ eder ve bulunmadığında ona vekâlet ederdi (Mûsâ ve Hârûn hakkında bilgi için bk. Bakara 2/49-59; Tâhâ 20/30 vd.; Kasas 28/3 vd.).

وَاذْكُرْ فِي الْكِتَابِ اِسْمٰعٖيلَؗ اِنَّهُ كَانَ صَادِقَ الْوَعْدِ وَكَانَ رَسُولاً نَبِياًّۚ ﴿٥٤﴾
﴾54﴿ Bu kitapta İsmâil’i de okuyup an. O gerçekten sözüne sadıktı; elçi-peygamberdi.

وَكَانَ يَأْمُرُ اَهْلَهُ بِالصَّلٰوةِ وَالزَّكٰوةِࣕ وَكَانَ عِنْدَ رَبِّهٖ مَرْضِياًّ ﴿٥٥﴾
﴾55﴿ Halkına namazı ve zekâtı emrederdi ve rabbinin rızâsına ermişti.
Tefsir
Burada sözünde durmanın önemine işaret edilmektedir. Hz. İsmâil ahde vefa erdemiyle temayüz etmiş bir kimseydi, sözünde durmaya özen gösterirdi. Öte yandan halkını dinin direği olan namazı kılmaya ve toplumsal dayanışmayı sağlayan zekâtı vermeye teşvik ederdi. Yüce Allah Hz. Peygamber’e de ailesine namaz kılmayı emretmesini, kendisinin de sabırla namaza devam etmesini emretmiştir (bk. Tâhâ 20/132). Hz. İsmâil, Allah’ın verdiği nimetlerin kadrini bilerek ruhunu güzelliklerle bezemeye ve rabbinin buyruklarına mutlak bir teslimiyet içinde görevini yerine getirmeye çalışması sebebiyle Allah’ın rızâsını kazanmıştı. Kuşkusuz bu, kazanılabilecek derecelerin en üstünüdür (Hz. İsmâil hakkında bilgi için bk. Bakara 2/124-129).Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 606

وَاذْكُرْ فِي الْكِتَابِ اِدْر۪يسَۘ اِنَّهُ كَانَ صِدّ۪يقًا نَبِيًّاۗ ﴿٥٦﴾
56: Rasûlüm! Kitapta İdrîs’in kıssasını da anlat. Şüphesiz o özü sözü doğru bir peygamberdi.

وَرَفَعْنَاهُ مَكَانًا عَلِيًّا ﴿٥٧﴾
57: Biz, onu çok yüce bir mekâna yücelttik.
Tefsir
Bu âyetlerde Hz. İdris’in yüce bir mekâna yükseltildiği haber verilmektedir. Bu yüce mekândan maksat, Allah Teâlâ’ya yakın bir mertebeye veya cen­nete yahut da dördüncü kat semâya kaldırılmasıdır. Nitekim bu konuyla alâkalı şöyle bir hadîs-i şerîf vardır:
“Ben Mîrâc’da dördüncü kat semâya çıktığımda, İdrîs peygamber ile karşı­laştım. Cibrîl bana:
«–Bu gördüğün İdrîs’tir. Ona selâm ver!» dedi.
Ben de ona selâm verdim. O da benim selâmıma cevap verdi. Sonra:
Merhabâ sâlih kardeş, sâlih peygamber!» dedi.” (Buhârî, Bed’ü’l-Halk, 6; Müslim, İmân 259-264)
Bâzı âlimler, İdrîs (a.s.)’ın hâlen gökte ve hayatta olduğunu söyle­mektedirler. Mevlânâ (k.s.), her ikisi de semâya kaldırılan Hz. İdrîs ile Hz. İsa’nın hâllerini şöyle anlatır:
“Hz. İdrîs ve Hz. İsa, fevkalâde riyâzât ve mücâhede ile melekler gibi oldular. Neredeyse, yemez, içmez hâle geldiler. Âdeta meleklerle hemcins olduklarından göğe kaldırıldılar…”
Onların sabır, şükür ve riyâzâtla rûhlarının büyük bir olgunluk kazanıp kemâle ermesi neticesinde, letâfete bürünüp melekler gibi göğe kaldırılması, kulun da nefs tezkiyesi ve kalb tasfiyesi ile birçok ulvî makam­lara ulaşabileceğini göstermektedir.
Hz. İdrîs, Hz. Âdem’in altıncı kuşaktan torunudur. İdrîs (a.s.) kendisine peygamberlik verilmeden önce de ibâdetle meşgûl olurdu. Sâlih kimselerle beraber bulunur, geçimini el emeğiyle bizzât te’mîn ederdi. İnsanlık târihinde ilk defa dikiş dikme, yâni terzilik mesleği İdrîs (a.s.) ile başlamıştır. İçinde yaşadığı toplum, Kâbil soyundan gelen bir cemâat idi. Maddeten ve mânen çok bozulmuş, kulluk vazîfelerini terk etmişlerdi. Her türlü haram ve kötülüğü, helâl sayarak işliyorlardı. Cenâb-ı Hak onlara Hz. İdris’i peygamber gönderdi. Kendisine otuz sahife indirdi. Buradaki ilâhî emir ve yasakları kavmine teblîğ etti. O çok doğru sözlü, özü sözü dürüst bir peygamberdi. Aynı zamanda sabırlı ve sâlih bir insandı. (bk. Enbiyâ 21/85-86)Kaynak: Ömer Çelik Tefsiri
اُو۬لٰٓئِكَ الَّذ۪ينَ اَنْعَمَ اللّٰهُ عَلَيْهِمْ مِنَ النَّبِيّ۪نَ مِنْ ذُرِّيَّةِ اٰدَمَ وَمِمَّنْ حَمَلْنَا مَعَ نُوحٍۘ وَمِنْ ذُرِّيَّةِ اِبْرٰه۪يمَ وَاِسْرَٓاء۪يلَ وَمِمَّنْ هَدَيْنَا وَاجْتَبَيْنَاۜ اِذَا تُتْلٰى عَلَيْهِمْ اٰيَاتُ الرَّحْمٰنِ خَرُّوا سُجَّدًا وَبُكِيًّا ۩ ﴿٥٨﴾
58: İşte bunlar, Allah’ın kendilerine nimet verdiği peygamberlerden olup, Âdem’in zürriyetinden, Nûh ile birlikte gemide taşıdıklarımızın neslinden, İbrâhim ve İsrâil’in zürriyetinden, kendilerine hidâyet yolunu gösterip seçkin kıldığımız kimselerdendir. Onlara Rahmân’ın âyetleri okunduğu zaman ağlayarak secdeye kapanırlardı.
Tefsir
Âyet-i kerîmeden, Kur’an okunduğu zaman o peygamberlere ittibâen Allah’ı tâzim için secde etmenin uygun olacağı anlaşılır. Bu örnek şahsiyetler, Allah’ın âyetlerini işitince secde ettiklerine göre, bunun güzel bir davranış olduğunu kabul edip biz de secde etmeliyiz. Bu secdeden maksat namaz olabileceği gibi, tilâvet secdesi veya Allah’ı tâzim için yapılan secde de olabilir. Bu sebeple, Kur’ân-ı Kerîm’de bu âyet “secde âyetlerinden biri” kabul edilmiş ve okunduğu veya işitildiğinde secde edilmesi vâcip görülmüştür.
Secde âyetini okuyan kimsenin orada o secde âye­tine uygun bir duada bulunması gerekir. Meselâ, bu âyeti okuduğunda şu duayı yapar:
“Allahım! Beni kendilerine nimet ihsan ettiğin, hidâyete erdirdiğin, senin için secde eden, âyetlerinin okunması esnasında ağlayan kullarından eyle!”
Buraya kadar isimleri zikredilen şahıslar, Hz. Meryem dışında, Allah’ın kendilerine nimet verdiği, hidâyete erdirdiği ve seçkin kıldığı peygamberlerdir. Umumi olarak hepsi Hz. Âdem’in neslinden olmakla beraber hususi olarak:
Hz. Âdem’in zürriyetinden olan İdrîs (a.s.)’dır.Hz. Nûh ile taşıdıklarının neslinden olan Nûh’un oğlu Sâm’ın oğlu İbrâhim (a.s.)’dır.
Hz. İbrâhim’in zürriyetinden olanlar, İsmâil, İshâk ve Yâkub (a.s.)’dır.Hz. İsrâil yani Yâkub’un zürriyetinden olanlar da Mûsâ, Hârûn, Zekeriyâ, Yahyâ ve Îsâ (a.s.)’dır.
Bunlara Rahmân’ın âyetleri okunduğu zaman sessizce, içli içli ağlarlar, Allah’ın haşyetinden secdelere kapanırlardı. Nitekim Resûlullah (s.a.s.):
“Kur’an’ı okuyun ve ağlayın. Eğer ağlayamazsanız ağlamaya çalışın” (İbn Mâce, Zühd 19/4196) buyurmuştur
فَخَلَفَ مِنْ بَعْدِهِمْ خَلْفٌ اَضَاعُوا الصَّلٰوةَ وَاتَّبَعُوا الشَّهَوَاتِ فَسَوْفَ يَلْقَوْنَ غَيًّاۙ ﴿٥٩﴾
59: Ama onlardan sonra öyle kötü bir nesil geldi ki, namazı terk ettiler ve şehvetlerinin ardına düştüler. Bunlar, helâk çukuruna düşerek yaptıkları bu azgınlıkların cezasını göreceklerdir.
Tefsir
خَلْفٌ (half), arka demektir. Kişinin ardından gelen kimselere “half” denir. Kelime lâmın fethasıyla خَلَفٌ (halef) diye okunduğunda, kişinin ardından gelen kimselerin hayırlı insanlar olduğunu; burada olduğu gibi lâmın sukûnuyla خَلْفٌ “half” diye okunduğunda ardından gelenlerin kötü insanlar olduğunu belirtir. İşte yüksek bir ahlâkî kemâle ve şerefe sahip peygamberlerin ardından böyle hayırsız nesiller gelmiş, bunlar namazı terk etmişlerdir. Bundan maksat onların dinin emirlerine uymayı ve yasaklarından kaçınmayı terk etmiş olmalarıdır. Kulluğun en önemli alameti ve şiarı olması itibariyle burada özellikle namaz söz konusu edilmiştir. Dolayısıyla onlar namaz başta olmak üzere dinî buyrukları hiçe sayınca bütünüyle şehvetlerinin, nefsânî arzularının peşine düşmüşlerdir. Zaten hakkın ve doğrunun dışındaki her şeyin bâtıl olduğunda şüphe yoktur.
Âyette geçen اَلْغَيُّ(gayy), kelime olarak “hüsran ve şer” mânasına gelir. İşte bu kişiler, dünyadaki kötülük ve azgınlıklarına mukâbil büyük bir cezaya çarptırılacaklardır. Abdullah b. Mesûd (r.a.) “gayy”ın, cehennemde yiyecekleri son derece pis çok derin bir vâdi olduğunu söyler. Bir başka rivayette de orada kan ve irin aktığı haber verilir. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XVI, 126-127)
Bu âyeti ve izahını okuyan her insan, elbetteki böyle kötü bir sonuca uğramamak için Rabbinden bir kurtuluş yolu isteme ihtiyacı duyacaktır. Sonsuz merhamet sahibi olan Rabbimiz, istenilen bu kurtuluş yolunu göstermek üzere buyuruyor ki:
اِلَّا مَنْ تَابَ وَاٰمَنَ وَعَمِلَ صَالِحًا فَاُو۬لٰٓئِكَ يَدْخُلُونَ الْجَنَّةَ وَلَا يُظْلَمُونَ شَيْـًٔاۙ ﴿٦٠﴾
60: Ancak günahlarından vazgeçip Allah’a yönelen, iman eden ve sâlih amel işleyenler, işte bunlar, cennete girecek ve hiçbir haksızlığa uğramayacaklardır.
Tefsir
Küfür, şirk, azgınlık ve her türlü günahı bırakıp Allah’a yönelerek imanını kemâle erdirenler ve kâmil bir imanın alameti olarak sâlih ameller, hayırlı ve güzel işler yapanlar Adn cennetleriyle mükâfatlandırılacaklardır. Akla hayale gelmeyen nimetlerle dolu o cennetlerin burada şu özelliklerine dikkat çekilir:
› Allah o cennetleri mü’minlere görmedikleri halde va’detmektedir. Yani dünyada iken onların görülmesi imkânsızdır. Ancak insanlar, bunların varlığına iman etmekle mesuldür. Fakat, madem ki Allah va’dediyor, o şüphesiz gerçekleşecektir.
› Cennete girenler orada asla boş, faydasız, mânasız sözler işitmeyeceklerdir. Cennette sadece “Selâm” sözünü işiteceklerdir. Orada Allah’ın ve meleklerin cennetliklere selâmı olacak; mü’minler de birbirlerine hep selâmla mukâbele edeceklerdir. Cennet tam bir huzur, barış, selâmet ve emniyet diyârı olacaktır. Zaten cennetin bir ismi de دَارُ السَّلَامِ (Dâru’s-Selâm)dır. (bk. Yûnus 10/25)
› Cennetliklere yiyecekleri bir sabah bir de akşam olmak üzere iki öğün ikram edilecektir. Orada dünyada olduğu gibi sabah ve akşam olmayacağına göre, yani bu iki zaman arasındaki süre kadar fasılalarla yiyecekleri verilecektir. Bu ifade cennetliklerin hallerinin oldukça mûtedil olduğunu haber vermektedir. Ancak, “sabah akşam” ifadesiyle “devamlılık” kastedilmiş olması da mümkündür. Buna göre onların orada devamlı olarak rızıklandırılacakları anlaşılır. Nitekim bir âyet-i kerîmede cennet nimetleri: “Eksilip tükenmeyen ve onlardan aslâ esirgenmeyen” (Vâkıa 56/33) olarak tavsif edilir.
- Cennete ancak takvâ sahibi olanlar; Allah’tan korkan, günahlardan sakınan, temiz ve günahsız insanlar girecektir. Bu sebeple, cennet taliplerinin dünyada günahlardan uzak bir hayat yaşamaları, günahları varsa onların affı için Yüce Allah’a istiğfar etmeleri lazımdır.Kaynak Ömer Çelik

 
Kurban
Beiträge: 1.052
Punkte: 651
Registriert am: 19.08.2010

zuletzt bearbeitet 09.11.2023 | Top

   

Meryem Süresi Meal Ve Tefsiri 61-80
Meryem Süresi Meal Ve Tefsiri 28--40

  • Ähnliche Themen
    Antworten
    Zugriffe
    Letzter Beitrag
Anfragen und Anregungen bitte direkt an tiav@hotmail.de adressieren. Vielen Dank!
Xobor Einfach ein eigenes Xobor Forum erstellen
Datenschutz