Taha Süresi Meal Ve Tefsiri
اِذْ تَمْش۪ٓي اُخْتُكَ فَتَقُولُ هَلْ اَدُلُّكُمْ عَلٰى مَنْ يَكْفُلُهُۜ فَرَجَعْنَاكَ اِلٰٓى اُمِّكَ كَيْ تَقَرَّ عَيْنُهَا وَلَا تَحْزَنَۜ وَقَتَلْتَ نَفْسًا فَنَجَّيْنَاكَ مِنَ الْغَمِّ وَفَتَنَّاكَ فُتُونًا۠ فَلَبِثْتَ سِن۪ينَ ف۪ٓي اَهْلِ مَدْيَنَ ثُمَّ جِئْتَ عَلٰى قَدَرٍ يَا مُوسٰى ﴿٤٠﴾
40. “Hani, kız kardeşin seni takip ederek gitmiş ve saray halkına: «Ona iyi bakacak birini size buluvereyim mi?» demişti. Böylece seni tekrar annene kavuşturduk ki, gözü gönlü aydınlık olsun ve üzülmesin! Yine sen, birini yanlışlıkla öldürmüştün de seni o gamdan kurtarmıştık. Ardından seni her bakımdan kemâle ermen için türlü türlü ibtilâlardan geçirdik. Bu yüzden senelerce Medyen halkı arasında kaldın. Sonra da takdir ettiğimiz şekilde Medyen’den Tûr’a döndün ey Mûsâ!”
Tefsir
Cenâb-ı Hakk’ın Hz. Mûsâ’ya olan ikinci büyük ihsanı burada devreye girmektedir: Mûsâ, Allah’ın hususi yasaklamasıyla başka hiçbir anneden süt emmiyordu. (bk. Kasas 28/12) Saraydaki bakıcılar onu beslemek için ne yapacaklarını şaşırmışlar, bir çare arıyorlardı. Tam bu sırada oraya gelmiş bulunan Mûsâ’nın ablası, kendini tanıtmadan ona bir sütanne bulma hususunda onlara yardımcı olabileceğini söyledi. Onlar da mecburen bu teklifi kabul ettiler. O da yine kimsenin ruhu duymadan Mûsâ’nın öz annesini tavsiye etti. Böylece Mûsâ annesine kavuşmuş; hem kendi hem de annesi sıkıntılardan kurtularak huzura ermiş, gözleri ve gönülleri aydınlık olmuş, mutluluk dolmuştu.
Dikkat çeken bir husus şudur ki, belânın şiddeti, kişinin kuvvet veya zayıflığına göre vuku bulmaktadır. Kişi ne kadar kuvvetli ise belâsı o kadar büyük, ne kadar zayıf ise belâsı o kadar hafif olur. Nitekim Mûsâ’nın annesi zayıf olduğundan Allah Teâlâ çocuğunu ona birkaç gün içinde geri döndürmüştür. Ona göre Hz. Yâkub daha kuvvetli olduğundan oğlu Yûsuf’u ona ancak uzun seneler geçtikten sonra iâde etmiştir. (Kuşeyrî, Letâifü’l-İşârât, II, 261)
Üçüncü büyük ihsanı, bir kıptîyi hatayla öldürmesi sonrasında tecelli etmiştir. Kasas sûresinin 15-22. âyetlerinde daha tafsilatlı anlatıldığı üzere Hz. Mûsâ, İsrâiloğulları’ndan birisiyle kavga eden bir adamı istemeden öldürmüş; buna mukâbil kendisini öldürmek isteyenlerin elinden Allah’ın yardımıyla Medyen’e kaçıp kurtulmuştur. Cenâb-ı Hak hem onu affederek gamdan, sıkıntıdan kurtarmış, hem de öldürülmekten korumuştur. Onu peygamberliğe salâhiyetli hale gelinceye kadar çeşitli sıkıntı, zorluk ve ibtilâlarla imtihan edip denemiştir. Bu imtihanlardan bazıları şunlardır:
Firavun’un erkek çocukları öldürdüğü bir senede dünyaya gelmesi,
Annesi tarafından suya atılması,Annesinden başkasını emmemesi,
Firavun’un sakalını koparması, sonra mücevher yerine ateşi eline alıp dilini yakarak tekrar Firavun’un öldürmesinden kurtulması,
Kıptîyi öldürmesi ve etrafını gözetleyerek öldürülme korkusu içinde Mısır’dan çıkıp gitmesi,
Daha sonra insanları idâre etmeye alışmak üzere koyun çobanlığı yapması.
Rivayete göre koyun çobanlığı yaptığı sırada bir gün koyunlardan biri sürüden ayrılıp kaçmaya başladı. Hz. Mûsâ epey bir müddet onun peşinden koştu ve yoruldu. Sonunda onu yakaladı ama ona kızmadı, herhangi bir ceza vermedi. Aksine onu öptü, bağrına bastı ve: “Hem beni yordun, hem kendini yordun” dedi. (Kurtubî, el-Câmi‘, XI, 198)
İşte Cenâb-ı Hak böylece onu arındırıp tertemiz hale getirmiş ve peygamber yapmıştır. Nitekim âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“Rasûlüm! Kitapta Mûsâ’nın kıssasını da zikret. Şüphesiz o, Allah tarafından seçilip ihlâsa erdirilmiş bir kuldu; büyük bir resûl, bir nebî idi.” (Meryem 19/51)
Mûsâ (a.s.), işte böyle uzun, zor ve çileli bir ilâhî terbiyenin ardından peygamberlik rütbesine yükseltilip halkı irşat etmeye liyakat kazandı:Ö.Çelik
وَاصْطَنَعْتُكَ لِنَفْس۪يۚ ﴿٤١﴾
41. “Seni kendime peygamber seçip lutuflarımla yetiştirdim.
اِذْهَبْ اَنْتَ وَاَخُوكَ بِاٰيَات۪ي وَلَا تَنِيَا ف۪ي ذِكْر۪يۚ ﴿٤٢﴾
42.“Şimdi, sen ve kardeşin size verdiğim mûcizelerimle gidin; beni anmakta ve imana dâvet vazîfenizde sakın gevşeklik ve üşengeçlik göstermeyin.”
اِذْهَبَٓا اِلٰى فِرْعَوْنَ اِنَّهُ طَغٰىۚ ﴿٤٣﴾
43.“Firavun’a gidin; çünkü o, gerçekten çok azgınlaştı.”
فَقُولَا لَهُ قَوْلًا لَيِّنًا لَعَلَّهُ يَتَذَكَّرُ اَوْ يَخْشٰى ﴿٤٤﴾
44.“Ona yumuşak ve gönül alıcı sözler söyleyin. Belki o, böylece aklını başına alır veya hiç değilse biraz korkar.”
Tefsir
Allah Teâlâ Mûsâ (a.s.)’ı ilâhî irade ve muhabbete tâbi olarak yüklendiği elçilik vazifesini yerine getirmesi, her türlü tutum ve davranışında Rabbinin rızâsına uygun bir hal üzere bulunması için seçmiştir. Bu mertebeye gelinceye kadar da onu bir kısım sıkıntılara maruz kılarak çile çemberinden geçirmiştir. Zira seçkin kul olmanın bir bedeli vardır. Bu yolda sabrı gerektiren, râzı olmayı gerektiren durumlar olur. Sabır, kişinin, başa gelen musibetlerin acısını yutması; rızâ ise takdirin acılığı karşısında kalbin sevinmesidir. Allah bir kulunu kendine has kılmak isterse onu belâların ortasına atar, sonra da onun cevherini kendine muhabbetten başka her şeyden temizler. Dolayısıyla bu yolun pek çok zorluklarla dolu olduğu anlaşılmaktadır.
Bahsedilen seçme neticesinde Cenâb-ı Hak Mûsâ (a.s.)’ı risâletle vazifelendirdi. Ona asâ ve yed-i beyzâ gibi mûcizeler verdi. Bunlardan hareketle dinini tebliğ etmesini istedi. Kardeşi Hârûn’u da peygamberlikle şereflendirip ona yardımcı kıldı. Tebliğ yaparken dikkat etmeleri lâzım gelen şu hususları hatırlattı:
› Allah’ı zikirde gevşeklik ve üşengeçlik göstermeyin. Dille, kalple Allah’ı devamlı zikredin. Çünkü Allah’ı zikretmek başarıya ulaşmanın en mühim vasıtasıdır. Bunun hikmeti şudur:
Allah’ı zikreden kişi O’nun celâlini ve cemâlini hatırından çıkarmaz. O’nun celâlini ve büyüklüğünü hatırlayan, başkasını küçük görür ve kimseden korkmaz. Bu hatırlamadan dolayı ruhu kuvvetlenir ve gayesini gerçekleştirmede acziyete düşmez. Allah’ın cemâlini ve lutfunu hatırlayan ise O’nun emirlerini yapma hususunda gevşeklik göstermez. Buna dikkat çekmek üzere âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“Ey iman edenler! Düşman ordusuyla karşılaştığınız zaman sebat edin, dayanın ve Allah’ı çok çok zikredin ki başarıya erebilesiniz.” (Enfâl 8/45)
Aziz Mahmud Hüdâyî (k.s.) Hazretleri: “Vaazdan önce kelime-i tevhidi söyletmek cemaatin vaazı iyi dinlemesine ve Allah’ın izniyle irşâdın tesirli olmasına vesile olur” derken de zikrin bu hususiyetine işarette bulunur.
› Firavun’a gidin. Onu tatlı, yumuşak ve gönül okşayıcı sözlerle hakka davet edin.
Burada tebliğde kullanılacak üslubun, hitap şeklinin ve söylenecek sözlerin nasıl olması gerektiği açıklanır. Hitap, tebliğ yapılan şahsın makam ve şahsiyetine uygun olacak; söz tatlı, yumuşak ve kalpleri tesir altına alacak bir keyfiyet ve güzellikte olacaktır. Zira bir işte yumuşaklık o işi güzelleştirip gerçekleşmesini kolaylaştırır. Sertlik ise o işi çirkinleştirir ve olmasını zorlaştırır.
Tebliğde yumuşak ve tatlı bir üslup kullanmaktan gâye muhatabın aklını başına alıp tefekkür ederek faydalı bir sonuca ulaşmasını sağlamaktır. Bunu tam anlamıyla başarmak mümkün olmasa bile, onu içinde bulunduğu katı kalplilikten uzaklaştırıp kısa bir müddette olsa korkmasına ve ürpermesine vesile olabilmektir. Yine onun bâtılda ısrarı bırakıp hakka doğru meyletmesine yardımcı olmaktır.
Bu ilâhî tâlimat istikâmetinde Hz. Mûsâ Firavun’a gittiği zaman yumuşak bir üslup kullanmış ve:
“Arınmaya gönlün var mı? İster misin, seni Rabbine giden yola ileteyim de O’nu tanıyıp saygıyla O’na teslim olasın!” (Naziât 79/18-19) demiştir.
Bu hususla alâkalı olarak Cenâb-ı Hak, Peygamber Efendimiz (s.a.s.)’in müşfik, yumuşak, merhametli ve müsâmahakâr tebliğ metodunu, âyet-i kerîmede şöyle medh ü senâ buyurmuştur:
“Allah tarafından lutfedilen bir rahmet sâyesinde sen onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı kalpli olsaydın, insanlar etrafından dağılıp giderlerdi…” (Âl-i İmrân 3/159)
قَالَا رَبَّنَٓا اِنَّنَا نَخَافُ اَنْ يَفْرُطَ عَلَيْنَٓا اَوْ اَنْ يَطْغٰى ﴿٤٥﴾
45.Mûsâ ve Hârûn: “Rabbimiz! Doğrusu onun bize fırsat vermeden saldırmasından veya büsbütün azgınlaşmasından endişe ediyoruz” dediler.
قَالَ لَا تَخَافَٓا اِنَّن۪ي مَعَكُمَٓا اَسْمَعُ وَاَرٰى ﴿٤٦﴾
46. Allah buyurdu ki: “Korkmayın! Çünkü ben sizinle beraberim; her şeyi işitiyor ve görüyorum!”
فَأْتِيَاهُ فَقُولَٓا اِنَّا رَسُولَا رَبِّكَ فَاَرْسِلْ مَعَنَا بَن۪ٓي اِسْرَٓاء۪يلَ وَلَا تُعَذِّبْهُمْۜ قَدْ جِئْنَاكَ بِاٰيَةٍ مِنْ رَبِّكَۜ وَالسَّلَامُ عَلٰى مَنِ اتَّبَعَ الْهُدٰى ﴿٤٧﴾
47. “Haydi, ona gidin ve şöyle deyin: «Biz, senin Rabbinin elçileriyiz. İsrâiloğulları’nı artık bizimle gönder de onlara daha fazla işkence etme! Biz, sana Rabbinden bir mûcize getirdik. Selâm ve selâmet, doğru yolu tutanlara olsun!»”
اِنَّا قَدْ اُوحِيَ اِلَيْنَٓا اَنَّ الْعَذَابَ عَلٰى مَنْ كَذَّبَ وَتَوَلّٰى ﴿٤٨﴾
48. “«Şüphesiz bize, azabın, peygamberleri yalanlayıp doğru yoldan yüz çevirenlerin tepesine ineceği vahyolundu.»”
Tefsir
Mûsâ (a.s.) korkusuna gerekçe olarak:
› Firavun’un kendilerini cezalandırmakta acele edeceğini, düşmanca muamelesinde ileri gideceğini, daveti tamamlayıp mûcize gösterinceye kadar sabredemeyeceğini, dolayısıyla da ona gitmenin hayırlı bir netice hâsıl etmeyeceğini;
› Veya bu sebeple onun azgınlığının büsbütün artacağını, zulüm ve inkârında daha da ileri gideceğini belirtmiştir.
Demek ki Firavun, yaptığı zulümler ve zorbalıklar sebebiyle herkesin gözünü korkutmuştu ve gerçekten korkulacak bir mevkide bulunuyordu. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, yardım ve desteğinin onlarla beraber olduğunu, her şeyi işitip gördüğünü, dolayısıyla onları koruyup kollayacağını müjdeleyerek kalplerini teskin buyurdu. Korkuyu bir kenara bırakarak Firavun’a gitmelerini, kendilerinin Allah’ın peygamberi olduğunu söylemelerini ve artık İsrâiloğullarına zulümden vazgeçip onları serbest bırakmasını istemelerini emretti.Hz. Mûsâ ile Hârûn’un tebliğinin esası şuydu:
› Allah’ın gösterdiği doğru yolda yürüyenler, hem dünyada hem de âhirette selâmet, saadet ve emniyete kavuşacaklardır.
› Peygamberi yalanlayan ve onun çağırdığı doğru yoldan yüz çevirenler ise dünyada helâk edici musibetlere, âhirette de ebedi azaba müstahak olacaklardır.
Hâsılı Hz. Mûsâ ve Hz. Hârûn, büyük bir acziyet içinde ve tam bir teslimiyetle Allah’a sığınmışlar, Allah da yardım ve korumasıyla onların imdâdına yetişmiştir.
Anlatıldığına göre bir zamanlar Bağdat’ta bir kıtlık oldu. Halk toplandı ve şikâyetlerini bir dilekçeyle vezir Ali b. İsa’ya arzettiler. Vezir dilekçeyi okudu ve arkasına şöyle yazdı: “Ben gökyüzü değilim ki size su vereyim, yeryüzü değilim ki sizi doyurayım. Siz iyisi mi Rabbinize müracaat edin!”
Hz. Mûsâ ve Hz. Hârûn, Cenab-ı Hakk’ın istediği şekilde Firavun’a gidip onu İslâm’a davet ettiler:
قَالَ فَمَنْ رَبُّكُمَا يَا مُوسٰى ﴿٤٩﴾
Firavun Hz. Mûsâ’ya iki sual sorar:
İlk olarak, dillerinden düşürmedikleri Rablerinin kim olduğu hakkında bilgi ister, Mûsâ (a.s.) da O’nu sıfatlarıyla tanıtır. Çünkü Cenâb-ı Hakk’ın zâtını tanımak imkânsızdır. O, ancak sıfatları ve fiilleriyle tanınır. Buna göre hepimizin Rabbi, her türlü varlığı yaratan, her birine yaratılış gayelerini, ihtiyaçlarını ve onlardan sağlanacak faydaları dikkate alarak hususi şekil ve özellikler veren, aynı zamanda her birine yürüyecekleri yolu gösteren, yapacakları işi öğreten Allah’tır. Rahatlıkla görüleceği üzere Yüce Rabbimiz, her bir varlığa kendisine münâsip ve ondan beklenen faydaya elverişli bir tabiat vermiştir. Meselâ; eli tutmak, ayağı yürümek, dili konuşmak, gözü görmek, kulağı işitmek için yaratmıştır. Her bir varlığın böyle özel yaratılış sebep ve hikmeti vardır. Cenâb-ı Hak onları, bu hikmetlerin tgerçekleşmesi için hareket ettirmektedir.
Resûl-i Ekrem (s.a.s.) bu mânaya işaret ederek şöyle buyurur:
“Amellere sarılın; zira herkese niçin yaratıldıysa o şey kolaylaştırılmıştır.” (Buhârî, Kader 4; Müslim, Kader 6) Hadis-i şerife göre Allah mü’mini iman feyzini kabule hazır olarak yaratmış, sonra da onu peygamberlerin davetini kabule ve onlara uymaya yönlendirmiştir. Kâfir ise kahrı, rüsvaylığı ve peygamberlere isyânı kabule müsait halde bulunmaktadır.
İkinci olarak Firavun, önceden gelip geçmiş olup Allah’ın birliğini inkâr eden ve putlara tapan nesillerin hallerinin nice olduğunu sorar. Mûsâ (a.s.), büyük ihtimalle konuyu değiştirmek için sorulan bu sorunun cevâbına fazla girmeden yine fırsatı değerlendirerek, Firavun’u inanmaya çağırdığı Cenâb-ı Hakk’ın sıfatlarını anlatmaya devam eder. Geçmiş ümmetlerin hali de dâhil her şeyin ilminin Allah katında Levh-i Mahfûz’da kayıtlı olduğunu, yani Allah’ın her şeyi çok iyi bildiğini, O’nun şaşırmasının, yanılmasının ve unutmasının söz konusu olmadığını bildirir. Sonra da tabiattan Allah’ın birliğini, kudret ve azametini gösteren canlı deliller ileri sürerek Firavun’un taştan katı kalbini yumuşatmaya çalışır: Allah, yeryüzünü bizim için bir döşek, yani hayatımızın idâmesi için lâzım gelen bütün imkânların hazırlandığı müsait bir mekan kılmış[1], orada yürümemizi sağlayacak yollar var etmiş, canlılığın olmazsa olmaz şartı olan suyu gökten indirmiştir. O su vasıtasıyla hem bizim hem de hayvanlarımızın istifade edeceği bitkiler, mer’alar, meyve ve sebzeler bitirmektedir. Aklı olan herkes[2] bunlardan hareketle o Yüce Yaratan’ın varlığını, birliğini, ulûhiyet ve rubûbiyetini tanır, O’na teslim olur. Hem o toprağa öyle kuru bir toprak gözüyle bakmamak gerekir. Onda nice sırlar gizlidir. Burada sadece şunu belirtmek yeterli olacaktır:
Allah bütün insanları ondan yaratmıştır ve yaratmaktadır. Eceli gelip ölenleri oraya döndürmekte, ruhsuz bedenleri çürümüş toprak haline getirmektedir. İşin en dikkat çekici tarafı ise, vakti gelince bütün insanları ondan tekrar ruhlarıyla ve bedenleriyle beraber çıkaracaktır! O halde kim olduğumuzun, nasıl bir dünyada bulunduğumuzun, niçin yaratılıp niçin yaşatıldığımızın, nereden gelip nereye gittiğimizin farkına varma vakti henüz gelmedi mi? Bu hususta Ömer b. Abdülaziz’le alakalı şu hâdise çok ibretli ve fevkalade tesirlidir:
Muhammed b. Kâ‘b el-Kurazî şöyle anlatır:
Ömer b. Abdülaziz’le Medine-i Münevvere’de karşılaşmıştım. O zaman genç, yakışıklı, ter ü tâze ve bolluk içindeydi. Daha sonra halîfe olunca yanına gittim, izin istedim, izin verilince içeri girdim. Ömer b. Abdülaziz’i görünce şaşırdım ve ona şaşkın şaşkın bakmaya başladım. Bana:
“–Ey İbn Kâ‘b! Neden öyle şaşkın bir vaziyette bakıyorsun?” dedi.
“–Ey Mü’minlerin Emîri! Renginiz uçmuş, bedeniniz yıpranmış, saçlarınız ağarmış ve dökülmüş! Sizi bu hâlde görünce hayretimi gizleyemedim” dedim.
Bunun üzerine bana şunları söyledi:
“–Ey İbn Kâ‘b! Beni kabre konduktan üç gün sonra görsen kim bilir ne kadar şaşıracaksın? O zaman karıncalar gözlerimi çıkarmış, gözlerim yanaklarımın üzerine akmış, ağzım burnum da kan ve irinle dolmuş olur. İşte o zaman beni hiç tanıyamaz ve daha çok şaşırırsın. Şimdi bunları bırak da sen bana İbn Abbas’ın Resûlullah (s.a.s.)’den rivayet ettiği hadîsi tekrar et…” (Hâkim, el-Müstedrek, IV, 300/7706)
Bütün bunlara rağmen şu da bir gerçek ki, kalp gözleri iyice körleşmiş öyle kâfirler var ki bu apaçık delillerin hiçbirini göremez, inkârları içinde tükenip giderler. İşte Firavun bunlardan biridir:
[1] Allah yeryüzünü bedenler için bir karargâh, bedenleri kendine kulluk için bir karargâh, kalpleri mârifeti için bir karargâh, ruhları muhabbeti için bir karargâh ve sırları da müşâhedesi için bir karargâh kılmıştır. (Kuşeyrî, Letâifü’l-İşârât, II, 265)
[2] Âyette “akıl” mânasında اَلنُّهٰى (nühâ) kelimesi kullanılmıştır. Bu, اَلنُّهٰى (nühye) kelimesinin çoğuludur ve “yasaklamak, alıkoymak” mânasına gelmektedir. Akıl insanı bâtıla uymaktan, kötülük işlemekten alıkoyduğu için ona bu isim verilmiştir. “Akıl” mânasına gelen diğer bir kelime de “hicr”dir. Bu kelimede de yine yasaklama, engelleme ve alıkoyma mânaları vardır. Demek ki aklın en mühim vazifesi, öncelikle kişiyi yanlış düşünce, söz, fiil ve davranışlardan uzaklaştırmak, sonra da faydalı olan şeylere yönlendirmektir. Bu açıdan bakıldığında “akıl” ile “takvâ” arasında ne derin bir irtibat olduğu rahatlıkla anlaşılacaktır. O halde en akıllı kişiler, Allah’a karşı takvâsı yani O’na olan korku ve muhabbeti en çok olan kimselerdir. Zaten Allah katında en değerli insanların da takvâ bakımından en üstün kimseler olacağı beyân edilmektedir. (bk. Hucurât 49/13)Ö.Çelik
قَالَ رَبُّنَا الَّذ۪ٓي اَعْطٰى كُلَّ شَيْءٍ خَلْقَهُ ثُمَّ هَدٰى ﴿٥٠﴾
50. Mûsâ: “Rabbimiz, her şeye yaratılışındaki temel özellikleri veren, sonra onu yaratılış gâyesine uygun biçimde yola koyan Allah’tır” diye cevap verdi.
قَالَ فَمَا بَالُ الْقُرُونِ الْاُولٰى ﴿٥١﴾
51. Firavun: “Öyle ise geçmiş nesillerin hâli ne olacak?” diye sordu.
قَالَ عِلْمُهَا عِنْدَ رَبّ۪ي ف۪ي كِتَابٍۚ لَا يَضِلُّ رَبّ۪ي وَلَا يَنْسٰىۘ ﴿٥٢﴾
52. Mûsâ şöyle cevap verdi: “Onlara dair bilgi Rabbimin katında bir kitaptadır. Rabbim asla şaşırmaz, yanlış yapmaz ve unutmaz.”
اَلَّذ۪ي جَعَلَ لَكُمُ الْاَرْضَ مَهْدًا وَسَلَكَ لَكُمْ ف۪يهَا سُبُلًا وَاَنْزَلَ مِنَ السَّمَٓاءِ مَٓاءًۜ فَاَخْرَجْنَا بِه۪ٓ اَزْوَاجًا مِنْ نَبَاتٍ شَتّٰى ﴿٥٣﴾
53. “Yeryüzünü size döşek yapan, orada sizin için yollar ve geçitler açan, gökten yağmur yağdırıp su indiren yine O’dur.” İşte biz o suyla türlü türlü bitkilerden çift çift bitiriyoruz.
كُلُوا وَارْعَوْا اَنْعَامَكُمْۜ اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَاٰيَاتٍ لِاُو۬لِي النُّهٰى۟ ﴿٥٤﴾
54. O bitkilerden hem siz yiyin, hem de hayvanlarınızı otlatın. Şüphesiz bunda akıl sahipleri için nice dersler, nice deliller vardır.
مِنْهَا خَلَقْنَاكُمْ وَف۪يهَا نُع۪يدُكُمْ وَمِنْهَا نُخْرِجُكُمْ تَارَةً اُخْرٰى ﴿٥٥﴾
55. Sizi topraktan yarattık, yine sizi oraya döndüreceğiz ve bir kez daha sizi diriltip oradan çıkaracağız.
Tefsir
Firavun Hz. Mûsâ’ya iki sual sorar:
İlk olarak, dillerinden düşürmedikleri Rablerinin kim olduğu hakkında bilgi ister, Mûsâ (a.s.) da O’nu sıfatlarıyla tanıtır. Çünkü Cenâb-ı Hakk’ın zâtını tanımak imkânsızdır. O, ancak sıfatları ve fiilleriyle tanınır. Buna göre hepimizin Rabbi, her türlü varlığı yaratan, her birine yaratılış gayelerini, ihtiyaçlarını ve onlardan sağlanacak faydaları dikkate alarak hususi şekil ve özellikler veren, aynı zamanda her birine yürüyecekleri yolu gösteren, yapacakları işi öğreten Allah’tır. Rahatlıkla görüleceği üzere Yüce Rabbimiz, her bir varlığa kendisine münâsip ve ondan beklenen faydaya elverişli bir tabiat vermiştir. Meselâ; eli tutmak, ayağı yürümek, dili konuşmak, gözü görmek, kulağı işitmek için yaratmıştır. Her bir varlığın böyle özel yaratılış sebep ve hikmeti vardır. Cenâb-ı Hak onları, bu hikmetlerin tgerçekleşmesi için hareket ettirmektedir.
Resûl-i Ekrem (s.a.s.) bu mânaya işaret ederek şöyle buyurur:
“Amellere sarılın; zira herkese niçin yaratıldıysa o şey kolaylaştırılmıştır.” (Buhârî, Kader 4; Müslim, Kader 6) Hadis-i şerife göre Allah mü’mini iman feyzini kabule hazır olarak yaratmış, sonra da onu peygamberlerin davetini kabule ve onlara uymaya yönlendirmiştir. Kâfir ise kahrı, rüsvaylığı ve peygamberlere isyânı kabule müsait halde bulunmaktadır.
İkinci olarak Firavun, önceden gelip geçmiş olup Allah’ın birliğini inkâr eden ve putlara tapan nesillerin hallerinin nice olduğunu sorar. Mûsâ (a.s.), büyük ihtimalle konuyu değiştirmek için sorulan bu sorunun cevâbına fazla girmeden yine fırsatı değerlendirerek, Firavun’u inanmaya çağırdığı Cenâb-ı Hakk’ın sıfatlarını anlatmaya devam eder. Geçmiş ümmetlerin hali de dâhil her şeyin ilminin Allah katında Levh-i Mahfûz’da kayıtlı olduğunu, yani Allah’ın her şeyi çok iyi bildiğini, O’nun şaşırmasının, yanılmasının ve unutmasının söz konusu olmadığını bildirir. Sonra da tabiattan Allah’ın birliğini, kudret ve azametini gösteren canlı deliller ileri sürerek Firavun’un taştan katı kalbini yumuşatmaya çalışır: Allah, yeryüzünü bizim için bir döşek, yani hayatımızın idâmesi için lâzım gelen bütün imkânların hazırlandığı müsait bir mekan kılmış[1], orada yürümemizi sağlayacak yollar var etmiş, canlılığın olmazsa olmaz şartı olan suyu gökten indirmiştir. O su vasıtasıyla hem bizim hem de hayvanlarımızın istifade edeceği bitkiler, mer’alar, meyve ve sebzeler bitirmektedir. Aklı olan herkes[2] bunlardan hareketle o Yüce Yaratan’ın varlığını, birliğini, ulûhiyet ve rubûbiyetini tanır, O’na teslim olur. Hem o toprağa öyle kuru bir toprak gözüyle bakmamak gerekir. Onda nice sırlar gizlidir. Burada sadece şunu belirtmek yeterli olacaktır:
وَلَقَدْ اَرَيْنَاهُ اٰيَاتِنَا كُلَّهَا فَكَذَّبَ وَاَبٰى ﴿٥٦﴾
56. Yemin olsun ki, Firavun’a bütün mûcize ve delillerimizi gösterdik; fakat o yine de yalanladı ve gerçeği kabul etmemekte diretti.
قَالَ اَجِئْتَنَا لِتُخْرِجَنَا مِنْ اَرْضِنَا بِسِحْرِكَ يَا مُوسٰى ﴿٥٧﴾
57. Dedi ki: “Mûsâ! Yaptığın büyü ile bizi yurdumuzdan çıkarmak için mi geldin?”
فَلَنَأْتِيَنَّكَ بِسِحْرٍ مِثْلِه۪ فَاجْعَلْ بَيْنَنَا وَبَيْنَكَ مَوْعِدًا لَا نُخْلِفُهُ نَحْنُ وَلَٓا اَنْتَ مَكَانًا سُوًى ﴿٥٨﴾
58. “Madem öyle, biz de sana onun benzeri bir büyü ile karşı koyacağız. Öyleyse sen aramızda, sonradan katılmaktan caymayacağımız bir buluşma vakti ayarla da, düz ve geniş bir alanda karşılaşıp kozlarımızı paylaşalım!”
قَالَ مَوْعِدُكُمْ يَوْمُ الزّ۪ينَةِ وَاَنْ يُحْشَرَ النَّاسُ ضُحًى ﴿٥٩﴾
59. Mûsâ: “Buluşma zamanımız, bayram günü ve insanların toplandığı kuşluk vaktinde olsun” dedi.
Tefsir
Mûsâ (a.s.), peygamberliğini ispat sadedinde Firavun’a asâ ve yed-i beyzâ mûcizelerini gösterdi. Ona önceki âyetlerde beyân edildiği üzere tevhidin delillerini haber verdi. Fakat basîret mahrumu Firavun bunların hiçbirini kabul etmedi, hidâyete karşı inatçı eşekler gibi ayaklarını diretti. Hatta Hz. Mûsâ’nın gösterdiği mûcizelerin “sihir” olduğunu iddia etti. Bunları, halkın gözünü boyayıp kendisini ve kavmini Mısır’dan sürüp çıkarmak, İsrâiloğulları’yla birlikte oraya yerleşerek Mısır’ın kralı olmak maksadıyla yaptığını söyledi. Bununla kavminin Hz. Mûsâ’ya olan buğzunu, kin ve öfkesini galeyâna getirmek istedi. Çünkü mal ve mülklerinin tamamen elden çıkması korkusuyla kimse Hz. Mûsâ’ya tâbi olmayacak, aksine ona şiddetle karşı koyacaklardı.
Firavun, Mûsâ (a.s.) karşısında başarılı olabilmek için tek çıkar yol olarak onun mûcizelerini sihir sayıp, benzeri bir sihirle ona karşı çıkmayı, onu mağlup etmeyi, böylece insanlara bunların Allah’tan gelmediğini kabul ettirmeyi gördü. Bu yüzden müsâbaka için Mûsâ (a.s.)’dan randevu talep etti. Ondan, aralarında kimsenin yan çizemeyeceği uygun bir zaman ve her iki taraftan insanların kolay toplanabilecekleri, olacak bitecekleri rahatlıkla izleyebilecekleri geniş, düz bir mekân belirlemesini istedi. Arkasında te’yîd-i ilâhî bulunan ve bu sebeple kendinden emin olan Hz. Mûsâ, Firavun’nun randevu talebine derhal müspet cevap verdi. Bayram günü, insanların güzel elbiselerini giyip zînetlerini takınarak toplandıkları kuşluk vakti “hodri meydan” yapabileceklerini bildirdi. Çünkü bu şekilde daha kalabalık bir insan topluluğu olayı seyredebilecek ve kuşluk vaktinin aydınlığında olan biteni daha net görebilme imkânına sahip olacaklardı.
Mûsâ (a.s.)’ın o günde onlarla karşılaşmak üzere sözleşmesindeki hedefi; Allah’ın kelimesinin yücelmesi, dininin gâlibiyeti, kâfirin susturulması ve bâtılın can çekişerek yok olmasının hıncahınç kalabalıkların gözü önünde gerçekleşmesini istemesidir. Böylelikle, gerçeğin ortaya çıkmasını isteyenlerin bu talepleri daha bir güçlenecek, bâtıl taraftarlarının ise keskin kılıçları körelecekti. Göçebeler ve şehirliler arasında bu mühim hâdiseden çokça söz edilecek, bu haber her tarafa yayılacaktı. Aslında bu Mûsâ (a.s.)’ın da çok istediği, belki de arayıp bulamayacağı önemli bir fırsattı. Ahmak Firavun, farkında olmadan Hz. Mûsâ’nın kalabalık kitlelere dâvasını tebliğ edebilmesi için böyle müsait bir zemin hazırlamaktaydı:Kaynak: Ömer Çelik Tefsiri