Taha Süresi Meal Ve Tefsiri
قَالَ رَبِّ اشْرَحْ ل۪ي صَدْر۪يۙ ﴿٢٥﴾
25. Mûsâ şöyle yalvardı: “Rabbim! Göğsüme genişlik ver.”
وَيَسِّرْ ل۪ٓي اَمْر۪يۙ ﴿٢٦﴾
26. “İşimi kolaylaştır.”
وَاحْلُلْ عُقْدَةً مِنْ لِسَان۪يۙ ﴿٢٧﴾
27. “Dilimin düğümünü çöz.”
يَفْقَهُوا قَوْل۪يۖ ﴿٢٨﴾
28. “Ta ki, sözümü iyi anlasınlar.”
Tefsir
Mûsâ (a.s.) Rabbinden öncelikle risâlet yükünü taşıyabilmek, onun zorluklarına ve insanların eziyetlerine sabredebilmek için göğsünü genişletmesini, yüreğini cesâret ve emniyet hissiyâtıyla doldurmasını ve işini kolaylaştırmasını ister. Çünkü hangi iş olursa olsun, onda başarılı olmanın birinci şartı göğüs genişliğidir. Kişi, Allah’ın izniyle kendinde o işi yapacak bir cesâret ve güvenin olduğuna inanmalıdır. Bu inanç, Yüce Allah’ın peygamberlere ve velî kullarına en büyük ihsanlarından biridir. Dikkat çeken bir durum şudur ki, burada Hz. Mûsâ, Cenâb-ı Hak’tan göğsünü genişletmesini isterken, Rabbimiz, Peygamber Efendimiz (s.a.s.)’e katından bir lutuf olarak, onun yalvarmasına ihtiyaç bırakmaksızın: “Rasûlüm! Biz senin göğsünü açıp genişletmedik mi?” buyurur. (İnşirah 94/1)
İkinci olarak Mûsâ (a.s.) rahat, selis, tesirli ve iknâ edici konuşabilmesi ve söylediklerini insanların kolaylıkla anlayabilmesi için dilindeki düğümü çözmesini ister. Çünkü tebliğde başarılı olabilmek için hem hitâbetin etkileyici, hem de konuşmanın beliğ ve fasîh olmasının çok büyük önemi vardır.
Mûsâ (a.s.)’ın dilindeki düğüm hakkında iki farklı izah yapılır:
› Bu, Cenâb-ı Hakk’ın onun dilinde yaratmış olduğu ve rahat konuşmasına engelleyen bir düğümdü.
› Rivayet göre Hz. Mûsâ, sarayında ihtimamla büyütülen bir çocukken Firavun’un kendisini kucağına aldığı sırada ona bir tokat vurdu, arkasından sakalını tutup yolmaya başladı. Firavun, hanımı Âsiye’ye: “Bu benim düşmanımdır” deyip onun öldürülmesini emretti. Asiye ise: “Sakin ol, o daha küçük bir çocuktur. Eşyayı birbirinden ayırt edemiyor” dedi. Sonra bunu ispat için iki leğen getirtti. Bunlardan birisine kor ateş, diğerine mücevher koydurdu. Cibrîl, Mûsâ’nın elini tutarak ateşe uzattırdı. O da ateşi kaldırıp dilinin üzerine koydu. İşte dilindeki düğüm bundan oluşmuştu. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XVI, 199-200)
Hz. Mûsâ duasına şöyle devam ediyor:
وَاجْعَلْ ل۪ي وَز۪يرًا مِنْ اَهْل۪يۙ ﴿٢٩﴾
29. “Ailemden birini bana yardımcı kıl.”
Tefsir
29. âyette yardımcı mânasında “vezir” kelimesi kullanılmıştır. اَلْوَز۪يرُ (vezir), padişahın işlerinin yapılmasına yardımcı olan, yükünü taşıyan, görüşleriyle ona yardım eden yakın arkadaşıdır. İşte Mûsâ (a.s.) yüklendiği ağır vazifenin taşınmasında kendine yardımcı olacak bir vezir istemiştir. Bu, dinî hususlarda ve Allah’ın dinini tebliğde yardımlaşmanın önemine dikkat çeker. Nitekim Hz. İsa: “«Allah’a davet yolunda benim yardımcılarım kim olacak?” diye sorar. Havârîler de: «Allah yolunda yardımcıların biziz. Allah’a inandık. Şahid ol ki, bizler müslümanız!»” derler. (Âl-i İmran 3/52)
Cenâb-ı Hak, Peygamberimiz (s.a.s.) için de: “Ey Peygamber! Allah sana da, sana tabi olan mü’minlere de yeter!” müjdesini verir. (Enfâl 8/64)
Rasûlulâh (s.a.s.) şöyle buyurur:
“Sizden herhangi bir kimse bir işin idâresine getirildiğinde, eğer Allah o kimse hakkında hayır murad ederse, ona sâlih bir vezir nasip eder. Zira o, unutunca kendisine hatırlatır, hatırladığında kendisine yardımcı olur.” (Nesâî, Bey‘at 33; Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 70)
“Allah'ın gönderdiği her bir peygamber ve işbaşına getirdiği her bir halifenin mutlaka iki türlü sırdaşı vardır. Bir tür sırdaşlar ona iyiliği emreder ve onu iyiliğe teşvik eder. Öbür tür sırdaşlar ise, ona kötülüğü emreder ve onu işlemeye teşvik ederler. Günahtan korunan ise Allah’ın koruduğu kimselerdir.” (Buhârî, Ahkâm 42; Nesâî, Bey‘at 32)
Enûşirvân şöyle derdi: “En iyi kılıç bile cilâdan, en iyi hayvan bile kamçıdan müstağni[1] olmadığı gibi, en bilgin padişah ve idâreci de, kendine yardım edecek bir vezirden müstağni olamaz.”
Burada şu latîf ve dakîk mânaya işaret etmekte fayda vardır: Hz. Mûsâ, Firavun’a giderken kardeşi Hârûn’un kendisine arkadaşlık etmesini istedi. Fakat Tûr dağına Rabbiyle buluşmaya ve O’nu kelâmını dinlemeye giderken böyle bir şeye ihtiyaç duymadı. Çünkü muhabbet yalnızlığı ve tekliği gerektirir. Sevgiliyle baş başa iken araya başkasının girmesi uygun düşmez. Halkla beraber olmakta ise meşakkat ve sıkıntı vardır. İnsan orada sıkıntısını paylaşacak ve meşakkatlerine ortak olacak birini arar. (Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, II, 259)
Mûsâ (a.s.), Cenab-ı Hak’tan bu yardımları isterken esas gayesinin Allah’a kulluk ve O’nun rızası olduğunu şöyle ifade ediyor:
[1] Müstağni: Zengin, ihtiyaçsız, yapacağı işlerde başkalrına muhtaç olmayan.
هٰرُونَ اَخ۪يۚ ﴿٣٠﴾
30. “Kardeşim Hârûn’u.”
اُشْدُدْ بِه۪ٓ اَزْر۪يۙ ﴿٣١﴾
31. “Onunla beni kuvvetlendir.”
وَاَشْرِكْهُ ف۪ٓي اَمْر۪يۙ ﴿٣٢﴾
32. “Onu bu mühim işime ortak kıl.”
Tefsir
29. âyette yardımcı mânasında “vezir” kelimesi kullanılmıştır. اَلْوَز۪يرُ (vezir), padişahın işlerinin yapılmasına yardımcı olan, yükünü taşıyan, görüşleriyle ona yardım eden yakın arkadaşıdır. İşte Mûsâ (a.s.) yüklendiği ağır vazifenin taşınmasında kendine yardımcı olacak bir vezir istemiştir. Bu, dinî hususlarda ve Allah’ın dinini tebliğde yardımlaşmanın önemine dikkat çeker. Nitekim Hz. İsa: “«Allah’a davet yolunda benim yardımcılarım kim olacak?” diye sorar. Havârîler de: «Allah yolunda yardımcıların biziz. Allah’a inandık. Şahid ol ki, bizler müslümanız!»” derler. (Âl-i İmran 3/52)
Cenâb-ı Hak, Peygamberimiz (s.a.s.) için de: “Ey Peygamber! Allah sana da, sana tabi olan mü’minlere de yeter!” müjdesini verir. (Enfâl 8/64)
Rasûlulâh (s.a.s.) şöyle buyurur:
“Sizden herhangi bir kimse bir işin idâresine getirildiğinde, eğer Allah o kimse hakkında hayır murad ederse, ona sâlih bir vezir nasip eder. Zira o, unutunca kendisine hatırlatır, hatırladığında kendisine yardımcı olur.” (Nesâî, Bey‘at 33; Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 70)
“Allah'ın gönderdiği her bir peygamber ve işbaşına getirdiği her bir halifenin mutlaka iki türlü sırdaşı vardır. Bir tür sırdaşlar ona iyiliği emreder ve onu iyiliğe teşvik eder. Öbür tür sırdaşlar ise, ona kötülüğü emreder ve onu işlemeye teşvik ederler. Günahtan korunan ise Allah’ın koruduğu kimselerdir.” (Buhârî, Ahkâm 42; Nesâî, Bey‘at 32)
Enûşirvân şöyle derdi: “En iyi kılıç bile cilâdan, en iyi hayvan bile kamçıdan müstağni[1] olmadığı gibi, en bilgin padişah ve idâreci de, kendine yardım edecek bir vezirden müstağni olamaz.”
Burada şu latîf ve dakîk mânaya işaret etmekte fayda vardır: Hz. Mûsâ, Firavun’a giderken kardeşi Hârûn’un kendisine arkadaşlık etmesini istedi. Fakat Tûr dağına Rabbiyle buluşmaya ve O’nu kelâmını dinlemeye giderken böyle bir şeye ihtiyaç duymadı. Çünkü muhabbet yalnızlığı ve tekliği gerektirir. Sevgiliyle baş başa iken araya başkasının girmesi uygun düşmez. Halkla beraber olmakta ise meşakkat ve sıkıntı vardır. İnsan orada sıkıntısını paylaşacak ve meşakkatlerine ortak olacak birini arar. (Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, II, 259)
Mûsâ (a.s.), Cenab-ı Hak’tan bu yardımları isterken esas gayesinin Allah’a kulluk ve O’nun rızası olduğunu şöyle ifade ediyor:
[1] Müstağni: Zengin, ihtiyaçsız, yapacağı işlerde başkalrına muhtaç olmayan.Ö.Çelik
كَيْ نُسَبِّحَكَ كَث۪يرًاۙ ﴿٣٣﴾
33:. “Tâ ki seni bol bol tesbih edelim.”
وَنَذْكُرَكَ كَث۪يرًاۜ ﴿٣٤﴾
34. “Seni çok çok zikredelim.”
اِنَّكَ كُنْتَ بِنَا بَص۪يرًا ﴿٣٥﴾
35. “Sen, zâten bizi her halimizle çok iyi görmekte ve bilmektesin.”
Tefsir
Mûsâ (a.s.)’ın bahsi geçen talepleri, Allah’a daha iyi kulluk yapabilmeleri, O’nu noksan sıfatlardan tenzih edip daha çok zikredebilmeleri içindir. Çünkü “tesbih”, Allah Teâlâ’yı zât, sıfat ve fiilleri hususunda şânına yakışmayan noksanlıklardan tenzih edip aklamaktır. “Zikir” ise Cenâb-ı Hakk’ı en güzel ve en üstün celâl ve kibriyâ sıfatlarıyla vasfetmektir. Bu sebeple önce “tesbih”, sonra “zikr” gelmiştir. Âyetlerde şu mânaya işaret edildiği görülür: “İyilik ve salih amelerin artırılması konusunda yardımlaşmada, Allah’a giden manevî yolun engellerinin aşılıp mesafe alınmasında gönül gönüle verip birlikte yürüyecek sâdık arkadaşın ve sâlih dostun ehemmiyeti büyüktür.” Nitekim Cenâb-ı Hak:
“İyilik ve takvâda birbirinizle yardımlaşın; günah ve düşmanlıkta ise yardımlaşmayın” buyurur. (Mâide 5/2)
Mûsâ (a.s.)’ın bu içli ve samimi niyazları yüce dergâhta kabule şâyan oluyor:
قَالَ قَدْ اُو۫ت۪يتَ سُؤْلَكَ يَا مُوسٰى ﴿٣٦﴾
36. Allah şöyle buyurdu: “İstediklerin sana verildi, ey Mûsâ!”
Tefsir
Yüce Allah, Hz. Mûsâ’nın duasını kabul ettiğini ve istediklerini kendisine vereceğini müjdeler. Buna gönlünün mutmain olması için de daha önce ona ihsan ettiği bir kısım husûsi nimetlerini ve zor zamanlarda ona olan ilâhî nusret ve teyidini hatırlatır. Bunlardan biri, onu Firavun’un öldürmesinden kurtarmasıdır. Hâdise kısaca şöyle vuku bulur:
Mûsâ (a.s.)’ın annesi, diğer erkek çocuklar gibi Firavun’un kendi oğlunu da öldürmesinden korkuyordu. Bu yüzden burada işaret edildiği üzere gönlüne düşen ilâhî ilhama dayanarak oğlunu bir sandığa koyup Nil nehrine bıraktı. Hanımı Âsiye ile bahçesinde gezinen Firavun, suda gördüğü sandığı çıkarttırıp içindeki çocuğu görünce şaşırdı. Âyette beyân edildiği gibi, Allah’ın Mûsâ’ya bir lütfu olarak çocuğa karşı kalbinde derin bir muhabbet hissetti. Çünkü onu hem Allah sevmiş, hem de insanlara sevdirmişti. Yüzüne öyle bir güzellik vermiş, gözlerine öyle bir şirinlik ve câzibe koymuştu ki gören onu sevmeden kendini alamazdı. İşte âyetteki “Ayrıca bizzat benim gözetimimde yetişip eğitilmen için sana kendimden gönülleri cezbeden bir güzellik ve sevecenlik vermiştim” (Tâhâ 20/39) beyânı buna işaret eder. Allah onu, kendi gözetimi ve koruması altında olmak üzere düşmanının sarayında ve en güzel imkânlar içinde terbiye edip yetiştirmiştir. Buradan anlaşılmaktadır ki, kendisine ezelî yardım yetişen kimse, bütün hallerinde inâyet nazarının gözetimi altında olur. Karşılaştığı her durum, onun iyilik, güzellik ve mânevî tekâmülünün artmasına ve kendisi için takdir buyrulan yüksek makamlara ulaşmasına vesile olur.
Bu arada Hz. Mûsâ’nın ablası, kardeşinin başına neler geldiğini araştırıp soruştururken, ona bir sütanne arandığını öğrendi. Bunu fırsat bilerek Firavun’un sarayına gitti:
وَلَقَدْ مَنَنَّا عَلَيْكَ مَرَّةً اُخْرٰىۙ ﴿٣٧﴾
37. “Nitekim biz sana daha önce de lutufta bulunmuştuk.”
اِذْ اَوْحَيْنَٓا اِلٰٓى اُمِّكَ مَا يُوحٰىۙ ﴿٣٨﴾
38. “O vakit biz annene ilham edilmesi gerekenleri ilham edip kalbini şöyle yönlendirmiştik:”
اَنِ اقْذِف۪يهِ فِي التَّابُوتِ فَاقْذِف۪يهِ فِي الْيَمِّ فَلْيُلْقِهِ الْيَمُّ بِالسَّاحِلِ يَأْخُذْهُ عَدُوٌّ ل۪ي وَعَدُوٌّ لَهُۜ وَاَلْقَيْتُ عَلَيْكَ مَحَبَّةً مِنّ۪يۚ وَلِتُصْنَعَ عَلٰى عَيْن۪يۢ ﴿٣٩﴾
39. “Oğlun Mûsâ’yı sandığa koyup nehre bırak! Nehir onu kıyıya atsın da, hem benim hem de onun düşmanı olan Firavun onu yanına alsın!” Ey Mûsâ: “Ayrıca bizzat benim gözetimimde yetişip eğitilmen için sana kendimden gönülleri cezbeden bir güzellik ve sevecenlik vermiştim.”
Tefsir
Yüce Allah, Hz. Mûsâ’nın duasını kabul ettiğini ve istediklerini kendisine vereceğini müjdeler. Buna gönlünün mutmain olması için de daha önce ona ihsan ettiği bir kısım husûsi nimetlerini ve zor zamanlarda ona olan ilâhî nusret ve teyidini hatırlatır. Bunlardan biri, onu Firavun’un öldürmesinden kurtarmasıdır. Hâdise kısaca şöyle vuku bulur:
Mûsâ (a.s.)’ın annesi, diğer erkek çocuklar gibi Firavun’un kendi oğlunu da öldürmesinden korkuyordu. Bu yüzden burada işaret edildiği üzere gönlüne düşen ilâhî ilhama dayanarak oğlunu bir sandığa koyup Nil nehrine bıraktı. Hanımı Âsiye ile bahçesinde gezinen Firavun, suda gördüğü sandığı çıkarttırıp içindeki çocuğu görünce şaşırdı. Âyette beyân edildiği gibi, Allah’ın Mûsâ’ya bir lütfu olarak çocuğa karşı kalbinde derin bir muhabbet hissetti. Çünkü onu hem Allah sevmiş, hem de insanlara sevdirmişti. Yüzüne öyle bir güzellik vermiş, gözlerine öyle bir şirinlik ve câzibe koymuştu ki gören onu sevmeden kendini alamazdı. İşte âyetteki “Ayrıca bizzat benim gözetimimde yetişip eğitilmen için sana kendimden gönülleri cezbeden bir güzellik ve sevecenlik vermiştim” (Tâhâ 20/39) beyânı buna işaret eder. Allah onu, kendi gözetimi ve koruması altında olmak üzere düşmanının sarayında ve en güzel imkânlar içinde terbiye edip yetiştirmiştir. Buradan anlaşılmaktadır ki, kendisine ezelî yardım yetişen kimse, bütün hallerinde inâyet nazarının gözetimi altında olur. Karşılaştığı her durum, onun iyilik, güzellik ve mânevî tekâmülünün artmasına ve kendisi için takdir buyrulan yüksek makamlara ulaşmasına vesile olur.
Bu arada Hz. Mûsâ’nın ablası, kardeşinin başına neler geldiğini araştırıp soruştururken, ona bir sütanne arandığını öğrendi. Bunu fırsat bilerek Firavun’un sarayına gitti:
اِذْ تَمْش۪ٓي اُخْتُكَ فَتَقُولُ هَلْ اَدُلُّكُمْ عَلٰى مَنْ يَكْفُلُهُۜ فَرَجَعْنَاكَ اِلٰٓى اُمِّكَ كَيْ تَقَرَّ عَيْنُهَا وَلَا تَحْزَنَۜ وَقَتَلْتَ نَفْسًا فَنَجَّيْنَاكَ مِنَ الْغَمِّ وَفَتَنَّاكَ فُتُونًا۠ فَلَبِثْتَ سِن۪ينَ ف۪ٓي اَهْلِ مَدْيَنَ ثُمَّ جِئْتَ عَلٰى قَدَرٍ يَا مُوسٰى ﴿٤٠﴾
40. “Hani, kız kardeşin seni takip ederek gitmiş ve saray halkına: «Ona iyi bakacak birini size buluvereyim mi?» demişti. Böylece seni tekrar annene kavuşturduk ki, gözü gönlü aydınlık olsun ve üzülmesin! Yine sen, birini yanlışlıkla öldürmüştün de seni o gamdan kurtarmıştık. Ardından seni her bakımdan kemâle ermen için türlü türlü ibtilâlardan geçirdik. Bu yüzden senelerce Medyen halkı arasında kaldın. Sonra da takdir ettiğimiz şekilde Medyen’den Tûr’a döndün ey Mûsâ!”
Tefsir
Nitekim Mûsâ’nın annesi zayıf olduğundan Allah Teâlâ çocuğunu ona birkaç gün içinde geri döndürmüştür. Ona göre Hz. Yâkub daha kuvvetli olduğundan oğlu Yûsuf’u ona ancak uzun seneler geçtikten sonra iâde etmiştir. (Kuşeyrî, Letâifü’l-İşârât, II, 261)
Üçüncü büyük ihsanı, bir kıptîyi hatayla öldürmesi sonrasında tecelli etmiştir. Kasas sûresinin 15-22. âyetlerinde daha tafsilatlı anlatıldığı üzere Hz. Mûsâ, İsrâiloğulları’ndan birisiyle kavga eden bir adamı istemeden öldürmüş; buna mukâbil kendisini öldürmek isteyenlerin elinden Allah’ın yardımıyla Medyen’e kaçıp kurtulmuştur. Cenâb-ı Hak hem onu affederek gamdan, sıkıntıdan kurtarmış, hem de öldürülmekten korumuştur. Onu peygamberliğe salâhiyetli hale gelinceye kadar çeşitli sıkıntı, zorluk ve ibtilâlarla imtihan edip denemiştir. Bu imtihanlardan bazıları şunlardır:
Firavun’un erkek çocukları öldürdüğü bir senede dünyaya gelmesi,
Annesi tarafından suya atılması,
Annesinden başkasını emmemesi,
Firavun’un sakalını koparması, sonra mücevher yerine ateşi eline alıp dilini yakarak tekrar Firavun’un öldürmesinden kurtulması,
Kıptîyi öldürmesi ve etrafını gözetleyerek öldürülme korkusu içinde Mısır’dan çıkıp gitmesi,
Daha sonra insanları idâre etmeye alışmak üzere koyun çobanlığı yapması.
Rivayete göre koyun çobanlığı yaptığı sırada bir gün koyunlardan biri sürüden ayrılıp kaçmaya başladı. Hz. Mûsâ epey bir müddet onun peşinden koştu ve yoruldu. Sonunda onu yakaladı ama ona kızmadı, herhangi bir ceza vermedi. Aksine onu öptü, bağrına bastı ve: “Hem beni yordun, hem kendini yordun” dedi. (Kurtubî, el-Câmi‘, XI, 198)
İşte Cenâb-ı Hak böylece onu arındırıp tertemiz hale getirmiş ve peygamber yapmıştır. Nitekim âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“Rasûlüm! Kitapta Mûsâ’nın kıssasını da zikret. Şüphesiz o, Allah tarafından seçilip ihlâsa erdirilmiş bir kuldu; büyük bir resûl, bir nebî idi.” (Meryem 19/51)
Mûsâ (a.s.), işte böyle uzun, zor ve çileli bir ilâhî terbiyenin ardından peygamberlik rütbesine yükseltilip halkı irşat etmeye liyakat kazandı:Kaynak: Ömer Çelik Tefsiri
وَاصْطَنَعْتُكَ لِنَفْس۪يۚ ﴿٤١﴾
41. Allah devamla şöyle buyurdu: “Seni kendime peygamber seçip lutuflarımla yetiştirdim.”
اِذْهَبْ اَنْتَ وَاَخُوكَ بِاٰيَات۪ي وَلَا تَنِيَا ف۪ي ذِكْر۪يۚ ﴿٤٢﴾
42. “Şimdi, sen ve kardeşin size verdiğim mûcizelerimle gidin; beni anmakta ve imana dâvet vazîfenizde sakın gevşeklik ve üşengeçlik göstermeyin.”
اِذْهَبَٓا اِلٰى فِرْعَوْنَ اِنَّهُ طَغٰىۚ ﴿٤٣﴾
43. “Firavun’a gidin; çünkü o, gerçekten çok azgınlaştı.”
فَقُولَا لَهُ قَوْلًا لَيِّنًا لَعَلَّهُ يَتَذَكَّرُ اَوْ يَخْشٰى ﴿٤٤﴾
44. “Ona yumuşak ve gönül alıcı sözler söyleyin. Belki o, böylece aklını başına alır veya hiç değilse biraz korkar.”
Tefsir
› Allah’ı zikirde gevşeklik ve üşengeçlik göstermeyin. Dille, kalple Allah’ı devamlı zikredin. Çünkü Allah’ı zikretmek başarıya ulaşmanın en mühim vasıtasıdır. Bunun hikmeti şudur:
Allah’ı zikreden kişi O’nun celâlini ve cemâlini hatırından çıkarmaz. O’nun celâlini ve büyüklüğünü hatırlayan, başkasını küçük görür ve kimseden korkmaz. Bu hatırlamadan dolayı ruhu kuvvetlenir ve gayesini gerçekleştirmede acziyete düşmez. Allah’ın cemâlini ve lutfunu hatırlayan ise O’nun emirlerini yapma hususunda gevşeklik göstermez. Buna dikkat çekmek üzere âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“Ey iman edenler! Düşman ordusuyla karşılaştığınız zaman sebat edin, dayanın ve Allah’ı çok çok zikredin ki başarıya erebilesiniz.” (Enfâl 8/45)
Aziz Mahmud Hüdâyî (k.s.) Hazretleri: “Vaazdan önce kelime-i tevhidi söyletmek cemaatin vaazı iyi dinlemesine ve Allah’ın izniyle irşâdın tesirli olmasına vesile olur” derken de zikrin bu hususiyetine işarette bulunur.
› Firavun’a gidin. Onu tatlı, yumuşak ve gönül okşayıcı sözlerle hakka davet edin.
Burada tebliğde kullanılacak üslubun, hitap şeklinin ve söylenecek sözlerin nasıl olması gerektiği açıklanır. Hitap, tebliğ yapılan şahsın makam ve şahsiyetine uygun olacak; söz tatlı, yumuşak ve kalpleri tesir altına alacak bir keyfiyet ve güzellikte olacaktır. Zira bir işte yumuşaklık o işi güzelleştirip gerçekleşmesini kolaylaştırır. Sertlik ise o işi çirkinleştirir ve olmasını zorlaştırır.
Tebliğde yumuşak ve tatlı bir üslup kullanmaktan gâye muhatabın aklını başına alıp tefekkür ederek faydalı bir sonuca ulaşmasını sağlamaktır. Bunu tam anlamıyla başarmak mümkün olmasa bile, onu içinde bulunduğu katı kalplilikten uzaklaştırıp kısa bir müddette olsa korkmasına ve ürpermesine vesile olabilmektir. Yine onun bâtılda ısrarı bırakıp hakka doğru meyletmesine yardımcı olmaktır.
Bu ilâhî tâlimat istikâmetinde Hz. Mûsâ Firavun’a gittiği zaman yumuşak bir üslup kullanmış ve:
“Arınmaya gönlün var mı? İster misin, seni Rabbine giden yola ileteyim de O’nu tanıyıp saygıyla O’na teslim olasın!” (Naziât 79/18-19) demiştir.
Bu hususla alâkalı olarak Cenâb-ı Hak, Peygamber Efendimiz (s.a.s.)’in müşfik, yumuşak, merhametli ve müsâmahakâr tebliğ metodunu, âyet-i kerîmede şöyle medh ü senâ buyurmuştur:
“Allah tarafından lutfedilen bir rahmet sâyesinde sen onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı kalpli olsaydın, insanlar etrafından dağılıp giderlerdi…” (Âl-i İmrân 3/159)
Allah Teâlâ Mûsâ (a.s.)’ı ilâhî irade ve muhabbete tâbi olarak yüklendiği elçilik vazifesini yerine getirmesi, her türlü tutum ve davranışında Rabbinin rızâsına uygun bir hal üzere bulunması için seçmiştir. Bu mertebeye gelinceye kadar da onu bir kısım sıkıntılara maruz kılarak çile çemberinden geçirmiştir. Zira seçkin kul olmanın bir bedeli vardır. Bu yolda sabrı gerektiren, râzı olmayı gerektiren durumlar olur. Sabır, kişinin, başa gelen musibetlerin acısını yutması; rızâ ise takdirin acılığı karşısında kalbin sevinmesidir. Allah bir kulunu kendine has kılmak isterse onu belâların ortasına atar, sonra da onun cevherini kendine muhabbetten başka her şeyden temizler. Dolayısıyla bu yolun pek çok zorluklarla dolu olduğu anlaşılmaktadır.
Bahsedilen seçme neticesinde Cenâb-ı Hak Mûsâ (a.s.)’ı risâletle vazifelendirdi. Ona asâ ve yed-i beyzâ gibi mûcizeler verdi. Bunlardan hareketle dinini tebliğ etmesini istedi. Kardeşi Hârûn’u da peygamberlikle şereflendirip ona yardımcı kıldı. Tebliğ yaparken dikkat etmeleri lâzım gelen şu hususları hatırlattı:
“Tatlı söz en katı yürekleri bile mutlaka yumuşatır. Bilmez misiniz ki, gâyet sert olan elması bile, yumuşak bir maden olan kurşunla kazır ve yontarlar.”
Firavun gibi bir azılıya yumuşak söylemek emredildiğine göre, azgınlık bakımından ondan daha aşağıda olanlara yumuşak söylemek elbette daha uygundur. Zaten Rabbimiz: “İnsanlara güzel söz söyleyin” (Bakara 2/83); “Rasûlüm! Kullarıma söyle, sözün en güzelini söylesinler” (İsrâ 17/53) buyurarak, iyiliği emredip kötülüğü yasaklarken de bu inceliğe dikkat edilmesini istemektedir.
O halde her insanı kaynayan bir yağ gibi görmek lâzımdır. Zîra herkeste izzet-i nefis vardır. Sert sözlerden ve kabalıktan hoşlanmaz. Gönüllere girebilmenin tek yolu yumuşaklık ve tevâzûdur.
Mûsâ (a.s.), göğsünü genişletmesini ve işinin kolaylaştırmasını Rabbinden isteyip duası kabul edilmesine rağmen, Allah Teâlâ’nın onu kardeşiyle beraber Firavun’a gönderme emri karşısında tekrar korkusunu dile getirdi:Kaynak: Ömer Çelik Tefsiri
قَالَا رَبَّنَٓا اِنَّنَا نَخَافُ اَنْ يَفْرُطَ عَلَيْنَٓا اَوْ اَنْ يَطْغٰى ﴿٤٥﴾
45.Mûsâ ve Hârûn: “Rabbimiz! Doğrusu onun bize fırsat vermeden saldırmasından veya büsbütün azgınlaşmasından endişe ediyoruz” dediler.
قَالَ لَا تَخَافَٓا اِنَّن۪ي مَعَكُمَٓا اَسْمَعُ وَاَرٰى ﴿٤٦﴾
46.Allah buyurdu ki: “Korkmayın! Çünkü ben sizinle beraberim; her şeyi işitiyor ve görüyorum!”
فَأْتِيَاهُ فَقُولَٓا اِنَّا رَسُولَا رَبِّكَ فَاَرْسِلْ مَعَنَا بَن۪ٓي اِسْرَٓاء۪يلَ وَلَا تُعَذِّبْهُمْۜ قَدْ جِئْنَاكَ بِاٰيَةٍ مِنْ رَبِّكَۜ وَالسَّلَامُ عَلٰى مَنِ اتَّبَعَ الْهُدٰى ﴿٤٧﴾
47. “Haydi, ona gidin ve şöyle deyin: «Biz, senin Rabbinin elçileriyiz. İsrâiloğulları’nı artık bizimle gönder de onlara daha fazla işkence etme! Biz, sana Rabbinden bir mûcize getirdik. Selâm ve selâmet, doğru yolu tutanlara olsun!»”
اِنَّا قَدْ اُوحِيَ اِلَيْنَٓا اَنَّ الْعَذَابَ عَلٰى مَنْ كَذَّبَ وَتَوَلّٰى ﴿٤٨﴾
48. “«Şüphesiz bize, azabın, peygamberleri yalanlayıp doğru yoldan yüz çevirenlerin tepesine ineceği vahyolundu.»”
Tefsir
Mûsâ (a.s.) korkusuna gerekçe olarak:
› Firavun’un kendilerini cezalandırmakta acele edeceğini, düşmanca muamelesinde ileri gideceğini, daveti tamamlayıp mûcize gösterinceye kadar sabredemeyeceğini, dolayısıyla da ona gitmenin hayırlı bir netice hâsıl etmeyeceğini;
› Veya bu sebeple onun azgınlığının büsbütün artacağını, zulüm ve inkârında daha da ileri gideceğini belirtmiştir.
Demek ki Firavun, yaptığı zulümler ve zorbalıklar sebebiyle herkesin gözünü korkutmuştu ve gerçekten korkulacak bir mevkide bulunuyordu. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, yardım ve desteğinin onlarla beraber olduğunu, her şeyi işitip gördüğünü, dolayısıyla onları koruyup kollayacağını müjdeleyerek kalplerini teskin buyurdu. Korkuyu bir kenara bırakarak Firavun’a gitmelerini, kendilerinin Allah’ın peygamberi olduğunu söylemelerini ve artık İsrâiloğullarına zulümden vazgeçip onları serbest bırakmasını istemelerini emretti.
Hz. Mûsâ ile Hârûn’un tebliğinin esası şuydu:
› Allah’ın gösterdiği doğru yolda yürüyenler, hem dünyada hem de âhirette selâmet, saadet ve emniyete kavuşacaklardır.
› Peygamberi yalanlayan ve onun çağırdığı doğru yoldan yüz çevirenler ise dünyada helâk edici musibetlere, âhirette de ebedi azaba müstahak olacaklardır.
Hâsılı Hz. Mûsâ ve Hz. Hârûn, büyük bir acziyet içinde ve tam bir teslimiyetle Allah’a sığınmışlar, Allah da yardım ve korumasıyla onların imdâdına yetişmiştir.
Anlatıldığına göre bir zamanlar Bağdat’ta bir kıtlık oldu. Halk toplandı ve şikâyetlerini bir dilekçeyle vezir Ali b. İsa’ya arzettiler. Vezir dilekçeyi okudu ve arkasına şöyle yazdı: “Ben gökyüzü değilim ki size su vereyim, yeryüzü değilim ki sizi doyurayım. Siz iyisi mi Rabbinize müracaat edin!”
Hz. Mûsâ ve Hz. Hârûn, Cenab-ı Hakk’ın istediği şekilde Firavun’a gidip onu İslâm’a davet ettiler:
قَالَ فَمَنْ رَبُّكُمَا يَا مُوسٰى ﴿٤٩﴾
49.Firavun: “Söyleyin bakalım, sizin Rabbiniz de kimmiş, ey Mûsâ?” diye çıkıştı.
Tefsir
Firavun Hz. Mûsâ’ya iki sual sorar:
İlk olarak, dillerinden düşürmedikleri Rablerinin kim olduğu hakkında bilgi ister, Mûsâ (a.s.) da O’nu sıfatlarıyla tanıtır. Çünkü Cenâb-ı Hakk’ın zâtını tanımak imkânsızdır. O, ancak sıfatları ve fiilleriyle tanınır. Buna göre hepimizin Rabbi, her türlü varlığı yaratan, her birine yaratılış gayelerini, ihtiyaçlarını ve onlardan sağlanacak faydaları dikkate alarak hususi şekil ve özellikler veren, aynı zamanda her birine yürüyecekleri yolu gösteren, yapacakları işi öğreten Allah’tır. Rahatlıkla görüleceği üzere Yüce Rabbimiz, her bir varlığa kendisine münâsip ve ondan beklenen faydaya elverişli bir tabiat vermiştir. Meselâ; eli tutmak, ayağı yürümek, dili konuşmak, gözü görmek, kulağı işitmek için yaratmıştır. Her bir varlığın böyle özel yaratılış sebep ve hikmeti vardır. Cenâb-ı Hak onları, bu hikmetlerin tgerçekleşmesi için hareket ettirmektedir.
Resûl-i Ekrem (s.a.s.) bu mânaya işaret ederek şöyle buyurur:
“Amellere sarılın; zira herkese niçin yaratıldıysa o şey kolaylaştırılmıştır.” (Buhârî, Kader 4; Müslim, Kader 6) Hadis-i şerife göre Allah mü’mini iman feyzini kabule hazır olarak yaratmış, sonra da onu peygamberlerin davetini kabule ve onlara uymaya yönlendirmiştir. Kâfir ise kahrı, rüsvaylığı ve peygamberlere isyânı kabule müsait halde bulunmaktadır.
İkinci olarak Firavun, önceden gelip geçmiş olup Allah’ın birliğini inkâr eden ve putlara tapan nesillerin hallerinin nice olduğunu sorar. Mûsâ (a.s.), büyük ihtimalle konuyu değiştirmek için sorulan bu sorunun cevâbına fazla girmeden yine fırsatı değerlendirerek, Firavun’u inanmaya çağırdığı Cenâb-ı Hakk’ın sıfatlarını anlatmaya devam eder. Geçmiş ümmetlerin hali de dâhil her şeyin ilminin Allah katında Levh-i Mahfûz’da kayıtlı olduğunu, yani Allah’ın her şeyi çok iyi bildiğini, O’nun şaşırmasının, yanılmasının ve unutmasının söz konusu olmadığını bildirir. Sonra da tabiattan Allah’ın birliğini, kudret ve azametini gösteren canlı deliller ileri sürerek Firavun’un taştan katı kalbini yumuşatmaya çalışır: Allah, yeryüzünü bizim için bir döşek, yani hayatımızın idâmesi için lâzım gelen bütün imkânların hazırlandığı müsait bir mekan kılmış[1], orada yürümemizi sağlayacak yollar var etmiş, canlılığın olmazsa olmaz şartı olan suyu gökten indirmiştir. O su vasıtasıyla hem bizim hem de hayvanlarımızın istifade edeceği bitkiler, mer’alar, meyve ve sebzeler bitirmektedir. Aklı olan herkes[2] bunlardan hareketle o Yüce Yaratan’ın varlığını, birliğini, ulûhiyet ve rubûbiyetini tanır, O’na teslim olur. Hem o toprağa öyle kuru bir toprak gözüyle bakmamak gerekir. Onda nice sırlar gizlidir. Burada sadece şunu belirtmek yeterli olacaktır: