Nür Süresi Meal Ve Tefsiri
وَيَقُولُونَ اٰمَنَّا بِاللّٰهِ وَبِالرَّسُولِ وَاَطَعْنَا ثُمَّ يَتَوَلّٰى فَر۪يقٌ مِنْهُمْ مِنْ بَعْدِ ذٰلِكَۜ وَمَٓا اُو۬لٰٓئِكَ بِالْمُؤْمِن۪ينَ ﴿٤٧﴾
47. Münafıklar: “Biz Allah’a ve Rasûlü’ne inandık ve itaat ettik” derler; ama sonra da içlerinden bir grup gerisin geri dönüverirler. Böyleleri mü’min değildir.
وَاِذَا دُعُٓوا اِلَى اللّٰهِ وَرَسُولِه۪ لِيَحْكُمَ بَيْنَهُمْ اِذَا فَر۪يقٌ مِنْهُمْ مُعْرِضُونَ ٤٨﴾
48. Anlaşmazlığa düştükleri meselelerde hüküm vermek için Allah’a ve Rasûlü’ne çağrıldıkları zaman, bir de bakarsınız, içlerinden bir kısmı hoşnutsuzluk gösterip hemen yüz çevirir.
وَاِنْ يَكُنْ لَهُمُ الْحَقُّ يَأْتُٓوا اِلَيْهِ مُذْعِن۪ينَۜ ﴿٤٩﴾
49. Eğer verilecek hükmün kendi lehlerinde olacağını görürlerse, o zaman tam bir itaat ve teslimiyet içinde koşarak gelirler.
اَف۪ي قُلُوبِهِمْ مَرَضٌ اَمِ ارْتَابُٓوا اَمْ يَخَافُونَ اَنْ يَح۪يفَ اللّٰهُ عَلَيْهِمْ وَرَسُولُهُۜ بَلْ اُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الظَّالِمُونَ۟ ﴿٥٠﴾
50. Onların kalplerinde bir hastalık mı var? Yoksa onun peygamberliğinden şüpheye mi düştüler? Yahut Allah ve Rasûlü’nün kendilerine haksızlık yapacağından mı korkuyorlar? Hayır, aslında haksızlık edenler, bizzat kendileridir.
اِنَّمَا كَانَ قَوْلَ الْمُؤْمِنٖينَ اِذَا دُعُٓوا اِلَى اللّٰهِ وَرَسُولِهٖ لِيَحْكُمَ بَيْنَهُمْ اَنْ يَقُولُوا سَمِعْنَا وَاَطَعْنَاؕ وَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ ﴿٥١﴾
51. Aralarındaki anlaşmazlıkları çözüme bağlasın diye Allah’a ve resulüne çağrıldıklarında müminlerin sözü, “Dinledik ve boyun eğdik” demekten ibarettir. İşte kurtuluşa erenler de bunlardır!
Tefsir
Hz. Peygamber Medine’de duruma hâkim olunca bazı şahıslar ve gruplar, işlerini yürütmek, müslümanlara mahsus menfaatlerden yararlanmak, birtakım tehlikelerden uzak kalmak için inanmış görünmeyi tercih ettiler. Bilindiği gibi bunlara “münafık” denilmektedir. Bazı şahıslar da İslâm’a inanmışlardı, fakat imanları henüz zayıf bulunuyordu, tefekkür ve dinî tecrübe yoluyla güçlenmemiş, davranış ve kararlarına hâkim hale gelmemişti. Üçüncü bir grup açıkça inançsız, veya başka din ve inanışlara bağlıydı. Gittikçe çoğalan bir grup ise hakkıyla inanmış kimselerden oluşuyordu. Bu âyetlerde, inancın samimi ve güçlü olup olmamasına bağlı olarak grupların davranışları, Allah ve resulüne itaatleri, teslimiyetleri, ilâhî hüküm ve adalete rızâları mukayeseli bir şekilde anlatılmaktadır. Allah’ın, vahiy yoluyla bildirdiği hükümlerin bir kısmı apaçık olup yoruma ihtiyaç yoktur, diğer bir kısmı naslarla hakkında vahiy açıklaması bulunmayan konulardır; bunlar için yorum ve ictihad gerekir. Vahyin belirlediği hükme, Allah’ın buyruğuna uymak gerekir; bildiği halde buna uymayanlar ya inançsız yahut da inancı zayıf kimselerdir. Zayıf da olsa imanın fayda vereceğine dair rivayetler vardır. Ancak dünya ve âhirette asıl kazançlı çıkacak ve kurtuluşa erecek olanlar, sağlam imana, bu imandan kaynaklanan, bu inancın motive ettiği ibadetlere, güzel davranışlara, hayırlı ve faydalı işlere, eserlere sahip olanlardır.Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 90-91
وَمَنْ يُطِـعِ اللّٰهَ وَرَسُولَهُ وَيَخْشَ اللّٰهَ وَيَتَّقْهِ فَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْفَٓائِزُونَ ٥٢﴾
52. Allah’a ve resulüne itaat eden, Allah’a itaatsizlikten korkan, O’na saygısızlıktan korunanlar var ya, işte asıl kazananlar bunlardır!
وَاَقْسَمُوا بِاللّٰهِ جَهْدَ اَيْمَانِهِمْ لَئِنْ اَمَرْتَهُمْ لَيَخْرُجُنَّؕ قُلْ لَا تُقْسِمُواۚ طَاعَةٌ مَعْرُوفَةٌؕ اِنَّ اللّٰهَ خَبٖيرٌ بِمَا تَعْمَلُونَ ﴿٥٣﴾
53. Emir verirsen mutlaka çıkacaklarına dair büyük yeminler ettiler. De ki: “Boşuna yemin etmeyin, itaat belli bir şeydir; Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır.”
Yemin konusu olan “çıkma” hakkında farklı rivayetler vardır. Bunlardan anlaşıldığına göre gerektiğinde yurt ve yuvalarından çıkarak savaşa katılma ve malî fedakârlıkta bulunma kastedilmektedir.
“İtaat belli bir şeydir” şeklinde tercüme edilen kısım, –muhtemelen âyetin indiği ortamda bağlam belli olduğu için– zikredilmesine gerek görülmemiş bulunan cümle ögelerinin farklı takdirine bağlı olarak şu şekillerde anlaşılmaya müsaittir: a) “Boşuna yemin etmeyin, biz sizin itaatinizin ne olduğunu biliriz!”, b) “Yemin etmeyin, itaat objektif ölçütlerle bilinen bir şeydir”, c) “Yemin etseniz de etmeseniz de sonuç değişmez, biz itaatiniz konusunda yeterli bilgiye sahibiz.”Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 91
قُلْ اَطٖيعُوا اللّٰهَ وَاَطٖيعُوا الرَّسُولَۚ فَاِنْ تَوَلَّوْا فَاِنَّمَا عَلَيْهِ مَا حُمِّلَ وَعَلَيْكُمْ مَا حُمِّلْتُمْؕ وَاِنْ تُطٖيعُوهُ تَهْتَدُواؕ وَمَا عَلَى الرَّسُولِ اِلَّا الْبَلَاغُ الْمُبٖينُ ﴿٥٤﴾
54. De ki: “Allah’a itaat edin, resule itaat edin.” Yine de (ey müşrikler!), söz dinlemezseniz onun (peygamberin) sorumluluğu ona, sizin sorumluluğunuz da size aittir. Ona itaat ederseniz doğru yolu bulursunuz; resule düşen yalnızca apaçık bildirip anlatmaktır.
Tefsir
Hz. Peygamber’in ve müminler topluluğunun, içlerinde farklı inanç gruplarının da bulunduğu topluma karşı, dini tebliğ etme ve açık bir şekilde anlatma yanında, hukukî ve sosyal adaleti gerçekleştirme, edep ve ahlâkı hâkim kılma, kamu düzenini sağlama, ülkeyi ve temel değerleri koruma gibi sorumluluk ve yükümlülükleri vardır; bunun böyle olduğu sayısız âyet ve hadisle ortaya konmuştur. Buradaki ifadeden maksat, “Apaçık tebliğ ettiğiniz halde itaat etmezlerse bunun sorumluluğu, dünya ve âhiretteki olumsuz sonuçları kendilerine aittir, kendi kusurlarının sonucudur; bundan siz sorumlu olmazsınız, Allah, niçin onları itaatkâr kılmadınız diye size sormaz” demektir.Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 91
Sebebi Nuzül
Münafıkların Allahın emrini bize anlatsaydın biz elbette seninle cihada çıkardık.demeleri üzerine bu ayeti kerime inmiştir.Kurtubi .age.XII.195
وَعَدَ اللّٰهُ الَّذٖينَ اٰمَنُوا مِنْكُمْ وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ لَيَسْتَخْلِفَنَّهُمْ فِي الْاَرْضِ كَمَا اسْتَخْلَفَ الَّذٖينَ مِنْ قَبْلِهِمْࣕ وَلَيُمَكِّنَنَّ لَهُمْ دٖينَهُمُ الَّذِي ارْتَضٰى لَهُمْ وَلَيُبَدِّلَنَّهُمْ مِنْ بَعْدِ خَوْفِهِمْ اَمْناًؕ يَعْبُدُونَنٖي لَا يُشْرِكُونَ بٖي شَيْـٔاًؕ وَمَنْ كَفَرَ بَعْدَ ذٰلِكَ فَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْفَاسِقُونَ ﴿٥٥﴾
55. Allah, içinizden iman edip dünya ve âhiret için yararlı işler yapan kimselere vaad etti ki, kendilerinden öncekilere verdiği gibi onlara da yeryüzünde hâkimiyet verecek, onlar için hoşnutluğuna vesile kıldığı dinlerinin yerleşip yayılmasını sağlayacak, şu andaki korkularını güvenliğe çevirecektir; çünkü onlar bana hiçbir şeyi ortak koşmaksızın kulluk etmektedirler. Bütün bunlardan sonra kim inkâra saparsa yoldan çıkmış kimseler işte bunlardır.
Tefsir
Hicretten sonra bu âyetin geldiği günlerde müslümanlar geleceklerinden emin değillerdi, devamlı düşman korkusu içinde huzursuz bir hayat sürüyorlardı. Tefsir kitaplarında, bu âyetin yorumlandığı yerde, mevsuk bulunarak Ebü’l-Âliye’den nakledilen şu değerlendirme, söz konusu ruh halini tam olarak yansıtmaktadır: Hz. Peygamber ve ashabı Mekke’de, savaş için ilâhi izin çıkmadan, on yılı aşkın bir süre korku içinde ve gizli olarak halkı, Allah’ın birliğine, imana ve yalnızca O’na kul olmaya davet ettiler. Sonra Medine’ye hicret izni gelince oraya göç ettiler, arkasından savaş emri geldi, orada korku çekerek, gece gündüz silâhlı dolaşarak sabırla beklediler. Bu günlerin sonlarına doğru bir sahâbî Hz. Peygamber’e sordu: “Ey Allah’ın resulü! Devamlı korku ve tehlike içinde mi yaşayacağız, silâhı bırakıp güvenlik ve huzur içinde yaşayacağımız bir gün gelmeyecek mi?” Allah resulü şu cevabı verdi: “İçinizden bir kimsenin, silâh taşımadan, elbisesine bürünerek kalabalıklar arasında rahatça oturacağı günlere kavuşmak için çok değil, biraz daha sabredeceksiniz.” Bu sözün üzerinden çok zaman geçmeden tefsir ettiğimiz âyet vahyedildi. Allah Teâlâ resulünü Arap yarımadasına hâkim kıldı, silâhı bıraktılar. Daha sonra içine düştükleri iç savaş günlerine kadar Ebû Bekir, Ömer ve Osman’ın hilâfetlerinde aynı huzur ve güven içinde yaşadılar. Sonra tekrar korkulu günlere girdiler, korunaklar ve korumalar edindiler. Hâsılı onlar durumlarını değiştirdiler, bu yüzden içinde bulundukları huzur da değişip yok oldu (İbn Kesîr, VI, 85-86).
Allah Teâlâ’nın, daha öncekilere verdiği gibi bu ümmete de vereceğini vaad ettiği şey hilâfet olup, bunu verme fiilini ifade eden şekillerden biri de hilâfetle aynı kökten türetilmiş bulunan istihlâf kelimesidir. Hilâfetin ve insanın halife olmasının çeşitli mânaları daha önce açıklanmıştı (Bakara 2/30). Burada verilmesi vaad edilen hilâfetin, üstün meziyet ve kabiliyetleri sebebiyle insanoğluna verilmiş bulunan ilâhî hilâfet değil, mülkiyet ve egemenlik (yeryüzünde daha önce hâkim olup yaşamış topluluklara halife olmak, onların yerini almak) mânasında kullanıldığını gösteren deliller, “daha öncekilere verildiği gibi” kaydı ile Hz. Peygamber ve ashabının bilinen mânevî dereceleridir. Söz konusu ifade Kur’an’da elliden fazla yerde zikredilmiş, fakat hiçbirinde peygamberler ve Allah’ın rızâsına nâil olmuş takvâ sahibi kullar (evliya) kastedilmemiştir, peygamberler kastedildiği zaman “senden önceki peygamberler” (En‘âm 6/34, 124) şeklinde açıklama yapılmıştır, fiilen veya potansiyel olarak kâmil insanlar kastedildiği zaman da “öncekilere verildiği gibi” kaydı konmamıştır. Hz. Peygamber ve onun eğitiminde yetişerek olgunlaşmış sahâbe, ilâhî hilâfete lâyık ve mazhar olmuşlardır. Onlar bu mânada Allah’ın halifeleridir; âyetin geldiği günlerde onlarda bulunmayan hilâfet, belli bir toprak parçası üzerindeki egemenliktir. Burada egemenlik ve mülkiyet konusu olan yeryüzü de dünyanın tamamı değil, her bir ümmet, kavim ve grubun hâkim olduğu bölgedir, yeryüzü parçasıdır. Belli bir toprak parçasını göz önüne alarak âyeti yorumlamak gerekirse şöyle denilebilir: Oraya sizden önce de birçok kavim ve nesil egemen oldular, biri gitti yerine diğeri geldi, sonra gelen öncekinin halefi (ardılı) oldu. Şimdi de siz buna lâyık olduğunuz için veya imtihan vesilesi olarak aynı topraklara mâlik ve hâkim olacaksınız.
Âyette, yeryüzünde bir parçaya egemen olabilmek için iman ve ibadet mânasında sâlih amel şartının bulunduğu da açık değildir. Tarihî vâkıa göstermektedir ki, hak dine inanmayan topluluklar da, bir yere hâkim olmak için gerekli bulunan maddî şartlara uyduklarında –ki bu da âyette geçen düzgün amel kapsamına girmektedir– oraya hâkim olmuşlardır (örnekler için bk. A‘râf 7 /69, 74; En‘âm 6 /165; Fâtır 35 /39). İman ve sâlih amel âyette, sebep ve şart olmaktan ziyade, vâkıa ve amaç olarak öngörülmektedir. Bu âyet geldiğinde ona doğrudan muhatap olan müminler böyledir; din ve dünya işleri düzgündür, ilâhî kanunlara göre istedikleri sonucun sebeplerini ve şartlarını yerine getirmektedirler. Ayrıca müminlere bu nimetin bahşedilmesinin sonucu imanın ve sâlih amelin korunup yayılması olmalıdır, egemenlik bu amaç için kullanılmalıdır (Hac 22/41).
Bu ilâhî vaad çok geçmeden gerçekleşmiş, Hudeybiye Antlaşması’ndan itibaren müslümanları tehdit eden düşman ve savaş tehlikesi gittikçe azalmış, Mekke fethini yeni fetihler izlemiş, İslâm toplumu korkan değil, kötülerin kendisinden çekindiği bir güç haline gelmiş, İslâm gittikçe yayılıp kökleşmiş, bir büyük medeniyete ve evrensel değerlere kaynak olmuş, yeryüzünde müslümanların egemen olduğu topraklar günümüze kadar hep var olagelmiştir.Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 92-94
Sebebi Nuzül
Rebi İbn Enesin rivayetine göre:Ebu l Aliye şöyle demiştir:Hz.Peyğamber ve Ashabı Mekkeorlardı de yaklaşık on sene korku halinde ve gizlice insanları Tek olan Allah'a imana ve ibadete çağırdı.Tedbirler tam alınıyor..akşam ve sabah hep silahlı yatıp kalkıyorlardı.Sahabe ey allahın rasülü biz bir gün olsun korkusuz silahsız olmayacakmıyız. diyorlardı.Rasülüllah budurum çok az sürecek.nihayet demir silahı olmayan büyük bir topluluğun dizlerini büküp elleriyle dizini tutarak oturacak,buyurdular.Bunun üzerine Allahu teala bu ayeti kerimeyi indirdi.Vahidi age .231..Taberi age XVIII s.122
وَعَدَ اللّٰهُ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا مِنْكُمْ وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ لَيَسْتَخْلِفَنَّهُمْ فِي الْاَرْضِ كَمَا اسْتَخْلَفَ الَّذ۪ينَ مِنْ قَبْلِهِمْۖ وَلَيُمَكِّنَنَّ لَهُمْ د۪ينَهُمُ الَّذِي ارْتَضٰى لَهُمْ وَلَيُبَدِّلَنَّهُمْ مِنْ بَعْدِ خَوْفِهِمْ اَمْنًاۜ يَعْبُدُونَن۪ي لَا يُشْرِكُونَ ب۪ي شَيْـًٔاۜ وَمَنْ كَفَرَ بَعْدَ ذٰلِكَ فَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْفَاسِقُونَ ﴿٥٥﴾
55: Allah, sizlerden iman edip sâlih ameller işleyenlere yeminle şunları va‘detti: Kendilerinden önceki mü’minleri kâfirlerin yerine geçirip hâkim kıldığı gibi onları da yeryüzüne sahip ve hâkim kılacaktır. Kendileri için seçip râzı olduğu İslâm dinini mutlaka yerleştirecek ve onlara bu dîni hayatlarında uygulama güç ve imkânını verecektir. Ayrıca içinde bulundukları korkulu dönemin ardından onları tam bir emniyete kavuşturacaktır. Çünkü onlar yalnızca bana kulluk ederler, hiçbir şeyi bana ortak koşmazlar. Artık bundan sonra kim nankörlük edip inkâra saparsa, işte onlar doğru yoldan çıkanların tâ kendileridir.
وَاَق۪يمُوا الصَّلٰوةَ وَاٰتُوا الزَّكٰوةَ وَاَط۪يعُوا الرَّسُولَ لَعَلَّكُمْ تُرْحَمُونَ ﴿٥٦﴾
56. Öyleyse, namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin ve Peygamber’e itaat edin ki Allah’ın rahmetine erişesiniz.
لَا تَحْسَبَنَّ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا مُعْجِز۪ينَ فِي الْاَرْضِۚ وَمَأْوٰيهُمُ النَّارُۜ وَلَبِئْسَ الْمَص۪يرُ۟ ﴿٥٧﴾
57. Sakın kâfirlerin dünyada Allah’ı âciz bırakıp O’nun azabından kurtulacaklarını sanma! Onların varacakları yer ateştir. Orası ne kötü bir dönüş yeridir.
Tefsir
Âyette haber verilen vaat ve müjde sadece Resûlullah (s.a.s.) ve onun ashâbına değil, bilakis kıyâmete kadar gelecek bütün müslümanlaradır. Burada Cenâb-ı Hak iki şarta bağlı olarak üç vaatte bulunuyor:
Şartlar:
Biirncisi; kâmil bir imana sahip olmak,
İkincisi; sâlih ameller işlemek. Bundan maksat sadece namaz kılmak, oruç tutmak, hacca gitmek gibi ibâdetler değil, aynı zamanda dünyanın imarına yardımcı olacak her türlü işi Allah’ın rızâsına uygun tarzda ve en güzel şekilde yapmaktır. Kâinatın fizik, matematik, sosyolojik, psikolojik tüm kanunlarından istifade ederek bize ihsan edilen tüm dünya nimetlerini İslâm’ın yüceltilmesi ve hakkın galip gelmesi için kullanmaktır.
Va‘dedilen neticeler:
› Kendilerinden önceki mü’minleri kâfirlerin yerine geçirip hâkim kıldığı gibi onları da yeryüzüne hâkim ve iktidar sahibi kılacaktır. Meselâ daha önce Firavun ve hanedanını helak ederek İsrâiloğulları’nı onların yerine geçirmişti. Tarih boyu bu durum tekrar edip durmuştur.
› Onlar için seçip râzı olduğu İslâm dinini onların iyiliğine yerleştirip koruyacak, onlara İslâmı hayatlarına uygulama güç, kudret ve imkânını bahşedecektir. Böylece İslâm Arap Yarımadası başta olmak üzere dünyanın pek çok yerine yayılıp yerleşecektir.
› İçinde bulundukları korku, şiddet ve endişe döneminin arkasından, bunun yerine onları tam bir emniyet ve selâmete ulaştıracaktır.
Konuyla ilgili olarak Resûl-i Ekrem (s.a.s.) şöyle buyurur: “Allah’a gerçekten iman eden ve salih amellerde bulunan bu ümmeti; Allah katında yüce mertebe kazanmak, dinini yaşamak, düşmanlarına karşı Allah’tan yardım görmek ve yeryüzünde güç sahibi olmakla müjdele. Kim âhiret amelini dünya için yaparsa, onun âhirette hiçbir nasibi yoktur.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 134)
Demek ki, başarıların sebebi, mü’minlerin yalnızca Allah’a kulluk ediyor ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmuyor olmalarıdır. Başarı ve zafere ulaştıktan sonra da yapacakları iş, yine Allah’a kulluk
etmek ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmamaktır. Bu durumlarında bir değişiklik olduğunda, kendilerine lütfedilen başarılar da değişecek, Allah’ın nimetlerine nankörlük edenler gâlibiyetlerini kaybedeceklerdir. Allah Teâlâ buyurur:
“…Bir toplum, içinde bulundukları iyi hâli değiştirmedikçe, Allah, onlara olan nimetini değiştirmez. Fakat Allah, bir topluma kendi günahları yüzünden bir kötülük dilediği zaman, artık onun geri çevrilmesi mümkün değildir. Onları, Allah’tan başka koruyacak kimse de bulunmaz.” (Ra‘d 13/11)
Bu sebeple Cenâb-ı Hak mü’minlere sürekli ilâhî rahmete nâil olmaları ve o rahmet içinde kalmaları için namazı kılmalarını, zekâtı vermelerini ve Resûlullah (s.a.s.)’e itaat etmelerini bir daha hatırlatmaktadır. Zaten yeryüzünde hâkimiyet elde eden mü’minlerin gerçek hedefi, Allah’ın dinini hâkim kılmak ve onun olabildiğince kalabalık kitleler tarafından yaşanmasını sağlamaktır. Bu hususa ışık tutan bir âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“Allah’ın dinine yardım eden o mü’minler, kendilerine yeryüzünde bir hâkimiyet verdiğimizde, namazlarını dosdoğru kılar, zekâtlarını verir, her türlü iyiliği emredip yayar, kötülük ve yanlışlıkları yasaklayıp önünü almaya çalışırlar. Bütün işlerin neticede varıp değerlendirileceği yer Allah’ın huzurudur.” (Hac 22/41)
Bu âyetlerde va‘dedilen müjdenin gerçekleşmesi ve örneklendirilmesi bakımından Resûl-i Ekrem (s.a.s.) ve ashâbının durumu pek güzel bir numûnedir. Şöyle ki: Resûlullah (s.a.s.) ve ashâbı Mekke’de on yıl kadar korku içinde ve gizli bir şekilde insanları Allah’ın birliğine imana ve yalnızca O’na kul olmaya davet ettiler. Sonra izin verildi, Medine’ye hicret ettiler. Arkasından savaş emri geldi. Orada korku çekerek, gece gündüz silahlı dolaşarak sabırla beklemek mecburiyetinde kaldılar. Bu ağır şartlar altında bunalan bir sahâbî Peygamberimiz (s.a.s.)’e gelerek:
“Ey Allah’ın Rasûlü! Devamlı korku ve tehlike içinde mi yaşayacağız? Silahları bırakıp güvenlik ve huzur içinde yaşayacağımız bir gün gelmeyecek mi?” diye sordu. Bunun üzerine Allah Resûlü (s.a.s.) şu cevabı verdi:
“İçinizden bir kimsenin, silah taşımadan, elbisesine bürünerek kalabalıklar arasında rahatça oturacağı günlere kavuşmak için çok değil, biraz daha sabredeceksiniz.”
Bu sözün üzerinden çok zaman geçmeden bu âyet-i kerîme nâzil oldu. Allah Teâlâ Peygamberini Arap yarımadasına hâkim kıldı, silahı bıraktılar. Daha sonra içine düştükleri iç savaş günlerine kadar Hz. Ebubekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman’ın hilâfetlerinde aynı huzur ve güven içinde yaşadılar. Sonra tekrar korkulu günlere girdiler, korunaklar ve korumalar edindiler. Hâsılı onlar durumlarını değiştirdiler, bu yüzden içinde bulundukları huzur da değişip yok oldu. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XVIII, 212)
يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا لِيَسْتَأْذِنْكُمُ الَّذ۪ينَ مَلَكَتْ اَيْمَانُكُمْ وَالَّذ۪ينَ لَمْ يَبْلُغُوا الْحُلُمَ مِنْكُمْ ثَلٰثَ مَرَّاتٍۜ مِنْ قَبْلِ صَلٰوةِ الْفَجْرِ وَح۪ينَ تَضَعُونَ ثِيَابَكُمْ مِنَ الظَّه۪يرَةِ وَمِنْ بَعْدِ صَلٰوةِ الْعِشَٓاءِ۠ ثَلٰثُ عَوْرَاتٍ لَكُمْۜ لَيْسَ عَلَيْكُمْ وَلَا عَلَيْهِمْ جُنَاحٌ بَعْدَهُنَّۜ طَوَّافُونَ عَلَيْكُمْ بَعْضُكُمْ عَلٰى بَعْضٍۜ كَذٰلِكَ يُبَيِّنُ اللّٰهُ لَكُمُ الْاٰيَاتِۜ وَاللّٰهُ عَل۪يمٌ حَك۪يمٌ ﴿٥٨﴾
58. Ey iman edenler! Elinizin altında bulunan köleleriniz, câriyeleriniz ve henüz ergenlik çağına girmemiş çocuklarınız şu üç vakitte yanınıza girmek için sizden izin istesinler: Sabah namazından önce, öğleyin elbiselerinizi çıkarıp istirahata çekildiğiniz vakit ve yatsı namazından sonra. Çünkü bu üç vakit, sizin mahrem halde bulunabileceğiniz zamanlardır. Bu vakitlerin dışında, izinsiz olarak yanınıza girmelerinde ne size ne de onlara bir günah yoktur. Çünkü, ev içinde kaçınılmaz olarak birbirinizin yanına girip çıkmak durumundasınız. Allah size âyetlerini işte böyle açıklamaktadır. Allah herşeyi hakkiyle bilen, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olandır.
Sebebi Nuzül
Bu konuda biri Hz.Ömer diğeri Esma Binti Mürşide tarafından yapılan rivayet vardır.
Hz Ömer in özle durumunu, bir çocuğun izinsiz eve girmesiyle görmesi üzerine Rasülüllaha bundan şikayet de bulundu..Bunun üzerine bu ayet inmiştir.
Esmanın rasülüllahın yanındayken..izin istemeden içeri giren diğer sahabenin fakirlerine şikayetleri üzerine izin istemeden girmemelerini belirten ayet inmiştir.
Vahidiage s.232..ibni Kesir age VI 90
وَاِذَا بَلَغَ الْاَطْفَالُ مِنْكُمُ الْحُلُمَ فَلْيَسْتَأْذِنُوا كَمَا اسْتَأْذَنَ الَّذ۪ينَ مِنْ قَبْلِهِمْۜ كَذٰلِكَ يُبَيِّنُ اللّٰهُ لَكُمْ اٰيَاتِه۪ۜ وَاللّٰهُ عَل۪يمٌ حَك۪يمٌ ﴿٥٩﴾
59. Çocuklarınız ergenlik çağına girdiklerinde, onlar da kendilerinden önceki büyüklerinin yaptığı gibi sizden izin istesinler. Allah size âyetlerini işte böyle açıklamaktadır. Allah herşeyi hakkiyle bilen, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olandır.
Tefsir
İslâm iffet dinidir ve iffetin korunmasına büyük önem verir. Fertlerin iffetli yetişmeleri ve aile mahremiyetinin korunması için çok ince tedbirler alır. İşte aile içinde erkek ve kadının uygunsuz bir durumda görülebilme ihtimalinin bulunduğu vakitlerde, onların odasına izin almadan girilmesini yasaklaması bu tedbirlerden bir tanesidir. Buna göre ister henüz bülüğ çağına erişmemiş olsun, ister erişmiş olsun tüm köle ve câriyeler ve henüz bülûğ çağına erişmemiş çocuklar şu üç vakitte anne-babalarının veya yakınlarının odalarına girerken izin istemek mecburiyetindedirler:
› Henüz istirahat halinin devam ettiği sabah namazından önce,
› Öğleyin kaylûle uykusu için elbiselerin çıkarıldığı vakit,
› Yine istirahat için odalara çekinilen vakit olan yatsı namazından sonra.
Bu üç vaktin üçünde de kadın ve erkeğin görülmesi uygun olmayan avret yerlerinin görülebilme ihtimali yüksektir. Bu gibi menfi durumlara engel olmak için bu hüküm getirilmiştir. Ancak, bahsi geçen kişiler aile içinde sürekli birbiriyle içli dışlı kimseler olduğundan bu üç vaktin dışında izin isteme mecburiyeti yoktur. Bunların dışındaki vakitlerde erkek ve kadın daha dikkatli olmalı, uygun olmayan bir durumda bulunmamaya çalışmalıdır. Aksi durumlarda çocukların, köle ve cariyelerin bir sorumluluğu yoktur.
Bülûğ çağına ulaşmış çocuklar ise artık yetişkinler gibi her girdiklerinde izin istemeleri gerekir.
Bülûğ çağı erkeklerde ihtilam görmek, kızlarda ise aybaşı görmekle başlar. Bunlarda gecikme olması durumunda ise Ebû Hanîfe’ye göre kızlarda on yedi, erkeklerde on sekiz yaşın dolması gerekir. Müçtehitlerin çoğuna göre ise on beş yaşına girilmesiyle bülûğ çağı başlamış olur.
Şu rivayet, bu konudaki ilâhî buyruğun anlaşılması bakımından dikkat çekicidir. Bir kimse Peygamber Efendimiz’e gelerek:
“– Ya Resûlallah, içeriye girmek için annemden de izin alacak mıyım?” diye sorunca Efendimiz:
“– Evet” buyurdu. Adam:
“– Ancak ben onunla beraber ikâmet etmekteyim” dedi. Resûlullah (s.a.s.):
“– Yine de izin almalısın” buyurdu. Adam:
“– Ben onun dâimî hizmetçisiyim” dedi. Efendimiz (s.a.s.):
“– İzin almalısın! Sen onu çıplak halde görmek ister misin?” buyurdu. Adam:
“– Hayır” dedi. Bunun üzerine Allah Resûlü (s.a.s.):
“– Öyleyse ondan izin al!” buyurdu. (Muvatta, İsti’zân 1)
Şimdi de kadınların örtünmesiyle ilgili özel bir duruma işaret etmek üzere buyruluyor ki:
Sebebi Nuzül
İbn Ebi Hatimin Ibn ul Museyyeb den rivayetin de O kişi Annesinin yanına girmek için izin ister.Bunun üzerine bu ayeti kerime nazil oldu.Sufüti.Lübabunnukul.II.39
وَالْقَوَاعِدُ مِنَ النِّسَٓاءِ الّٰت۪ي لَا يَرْجُونَ نِكَاحًا فَلَيْسَ عَلَيْهِنَّ جُنَاحٌ اَنْ يَضَعْنَ ثِيَابَهُنَّ غَيْرَ مُتَبَرِّجَاتٍ بِز۪ينَةٍۜ وَاَنْ يَسْتَعْفِفْنَ خَيْرٌ لَهُنَّۜ وَاللّٰهُ سَم۪يعٌ عَل۪يمٌ ﴿٦٠﴾
60. Artık evlenme istek ve ümidi kalmamış yaşlı kadınların, güzellik ve süslerini yabancı erkeklere göstermemek şartıyla, dış giysilerini çıkarmaları günah değildir. Ancak olabildiğince iffetli davranmaları kendileri için daha hayırlıdır. Allah her şeyi hakkiyle işiten, hakkiyle bilendir.
Tefsir
Bahsedilen kadınlar, artık çocuk doğuramayacak yaşa gelmiş, cinsî arzu duymayan ve erkeklerin şehvetini uyandırmayan kadınlardır. Bunlar, süs ve güzelliklerini yabancı erkekler önünde sergilememek şartıyla, Ahzab sûresi 59. âyette emredilen ve zînetleri gizlemek için kullanılan “dış elbiselerini” üzerlerine almayabilirler. Bu, giyim kuşam bakımından onlara sağlanan bir kolaylıktır. Fakat kalplerinde hâlâ gizli bir arzu ve görünme hevesi taşıyorlarsa o zaman bu kolaylıktan faydalanamazlar. Bu takdirde diğer genç kadınlar gibi giyinmeleri gerekir. Ancak her hâlükârda olabildiğince iffetli davranmaları, yanlış anlaşılmalara sebep olacak hal ve hareketlerden uzak durmaları onlar için daha hayırlıdır.Aile içi ve akrabalar arası yeme içme konlarına açıklık getirmek üzere şöyle buyruluyor.