Nür Süresi Meal Ve Tefsiri 32-46

#1 von Kurban , 05.01.2023 05:50

وَاَنْكِحُوا الْاَيَامٰى مِنْكُمْ وَالصَّالِح۪ينَ مِنْ عِبَادِكُمْ وَاِمَٓائِكُمْۜ اِنْ يَكُونُوا فُقَرَٓاءَ يُغْنِهِمُ اللّٰهُ مِنْ فَضْلِه۪ۜ وَاللّٰهُ وَاسِعٌ عَل۪يمٌ ﴿٣٢﴾
32. İçinizden evli olmayanları, köle ve câriyelerinizden de evliliğe müsait olanları evlendirin. Eğer onlar fakir iseler, Allah onları lutfuyla zengin eder. Çünkü Allah’ın lutf u keremi çok geniştir; O her şeyi hakkiyle bilir.
Tefsir:Allah Teâlâ erkek ve kadını, bir elmanın iki yarısı gibi birbirini tamamlayan cüzler halinde yaratmış, fıtratlarına birbirini arzulayacak duygular yerleştirmiştir. Bu arzunun yerine getirilmesi için de helâl yollarla evlenmeyi meşrû kılmıştır. İnsanın evlenme ihtiyacı, yeme ve içme gibi karşılanması gereken bir ihtiyaçtır. Bu ihtiyaç helâlinden karşılanmadığı takdirde, haram yollara başvurma tehlikesi doğabilir. Bu sebeple, gözü ve iffeti koruma emirlerinin peşinden ana-baba, veli, efendi, çeşitli kademelerdeki idâreciler gibi toplumda söz sahibi olan ve bekârları evlendirme bakımından yetkisi bulunan herkese bu hususta yardımcı olmaları tavsiye edilmektedir. Zira ancak bu şekilde iffetin korunması ve sağlıklı bir toplum hayatının teşekkülü mümkün olabilir.
Hür bekârlarla beraber evliliğe elverişli, yâni evliliğin hukukunu yerine getirmeye müsait köle ve câriyelerin de evlendirilmesi teşvik edilir. Çünkü bu âyetlerin indiği dönemde toplumda köle ve câriyeler sınıfı vardı. İslâm bir taraftan onlarla ilgili daha özel hükümler koyarken, bir taraftan da köleliğin zamanla kaldırılması için gerekli tedbirleri almıştır.Evliliğin önündeki en büyük engel, geçim korkusu ve maddi imkânsızlıklardır. Hatta günümüzde sadece bu sebeple evliliğe yanaşmayan nice bekârlar vardır. Âyet-i kerîme geçim korkusuyla evlenmekten geri durmamayı, hatta zahirî şartların zorluğuna rağmen olabildiğince evlenme hususunda cesaretli olmayı teşvik etmektedir. Çünkü fakir de olsalar, lütfu ve ihsanı bol olan, kullarının bütün hallerini bilen Allah Teâlâ, evlenenleri zengin edeceğini; ummadıkları yerden rızık kapıları açarak, kanaat ve gönül zenginliği lutfederek, ihtiyaçlarını gidererek veya bu hususta yardımcı olacak vesileler halkederek onları destekleyeceğini müjdelemektedir. Nitekim Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur:“Üç kişi vardır ki bunlara yardım etmek Allah Teâlâ’nın üzerine aldığı bir hak­tır: Allah yolunda cihad eden kimse, iffetli kalmak isteyerek evlenen kimse ve efendisine söz verdiği parayı ödemek isteyen anlaşmalı köle.” (Tirmizî, Fezâilü’l-Cihad 20; İbn Mâce, Itk 3)
وَلْيَسْتَعْفِفِ الَّذ۪ينَ لَا يَجِدُونَ نِكَاحًا حَتّٰى يُغْنِيَهُمُ اللّٰهُ مِنْ فَضْلِه۪ۜ وَالَّذ۪ينَ يَبْتَغُونَ الْكِتَابَ مِمَّا مَلَكَتْ اَيْمَانُكُمْ فَكَاتِبُوهُمْ اِنْ عَلِمْتُمْ ف۪يهِمْ خَيْرًاۗ وَاٰتُوهُمْ مِنْ مَالِ اللّٰهِ الَّذ۪ٓي اٰتٰيكُمْۜ وَلَا تُكْرِهُوا فَتَيَاتِكُمْ عَلَى الْبِغَٓاءِ اِنْ اَرَدْنَ تَحَصُّنًا لِتَبْتَغُوا عَرَضَ الْحَيٰوةِ الدُّنْيَاۜ وَمَنْ يُكْرِهْهُنَّ فَاِنَّ اللّٰهَ مِنْ بَعْدِ اِكْرَاهِهِنَّ غَفُورٌ رَح۪يمٌ ﴿٣٣﴾
33.Evlenmek için maddî imkân bulamayanlar, Allah lutfuyla onların ihtiyaçlarını giderinceye kadar iffetlerini korusunlar. Sahip olduğunuz köle ve câriyelerden özgürlüklerini satın almak için sizinle azatlık sözleşmesi yapmak isteyenlerle, eğer kendilerinde çalışıp kazanarak hayatlarını idâme ettirecek ve toplumun hayırlı bir ferdi olabilecek kabiliyet görürseniz, istedikleri anlaşmayı yapın. Allah’ın size ihsân ettiği mallardan siz de yardım olarak onlara bağışta bulunun. Mecbûrî hizmet bedellerini ödemelerine yardım edin. Dünya hayatının geçici menfaatlerine göz dikerek câriyelerinizi, hele bir de iffetli kalmak istiyorlarsa, hiçbir durumda sakın fuhşa zorlamayın! Her kim onları fuhşa zorlarsa, şunu bilsin ki Allah, zorla bu işe itildiklerinden dolayı, onlar hakkında çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.
Tefsir:Evlenme imkânı bulamayanlar, imkân buluncaya kadar iffetlerini korumalıdırlar. Çünkü bir mü’minin en büyük şerefi, onun iffet ve namusudur. Bu vesileyle Efendimiz (s.a.s.), hususiyle evlenme arzusu canlı olan gençlere şu nasihatte bulunur:“Ey gençler topluluğu! Sizden evlenmeye gücü yeten evlensin. Çünkü bu, gözü harama bakmaktan korur, iffeti muhafaza eder. Buna gücü yetmeyen de oruç tutsun. Çünkü oruç, onun şehvet duygularını kırar.” (Buhârî, Savm 10; Müslim, Nikah 1)
Burada köle ve câriyelerle ilgili özel bir konuya temas edilerek onların hürriyetlerine kavuşmalarını sağlayacak bir yol hakkında bilgi verilir. Buna İslâm hukukunda “mukâtebe” denilir. Mukâtebe, köle veya câriye ile efendisi arasında yapılan bir anlaşmadır. Buna göre köle veya câriye, belli bir bedel ödeme karşılığında efendisinden kendisini azat etmesini ister. Aynı teklifi efendi de köleye yapabilir. Kararlaştırılan bedel hazır ise köle bu bedeli hemen ödeyerek, değilse, efendisinin kendisine tanıdığı müddet içinde ödeyerek hürriyetine kavuşur. Ayrıca efendilere, borçlarını ödeme konusunda kölelere yardımcı olmaları telkin edilir. Onlara verecekleri paranın veya malın Allah’ın kendilerine verdiği maldan olacağına dikkat çekilerek, bu dünyada herkesin emânetçi olduğu, dolayısıyla kimsenin kimseye tahakküme kalkışmaması gerektiği vurgulanır. Kölelerin hürriyetlerine kavuşturulmaları dinî, ahlâkî ve ictimâî bir vazifedir. Bu vazife, asırlarca uygulanagelen ve bir hamlede tasfiyesi mümkün olmayan kölelik müessesesini ortadan kaldırmak için İslâm’ın almış olduğu tedbirlerden biridir.
[/b]
وَلَقَدْ اَنْزَلْنَٓا اِلَيْكُمْ اٰيَاتٍ مُبَيِّنَاتٍ وَمَثَلًا مِنَ الَّذ۪ينَ خَلَوْا مِنْ قَبْلِكُمْ وَمَوْعِظَةً لِلْمُتَّق۪ينَ۟ ٣٤﴾
34. Doğrusu biz, size dinin hükümlerini açıklayan âyetler, sizden önce gelip geçen toplumların hayatlarından ibretli örnekler ve kalpleri Allah saygısıyla dopdolu olup O’na karşı gelmekten sakınanlar için öğütler indirdik.
Tefsir:Sûrenin başından itibaren serdedilen bu âyet-i kerîmeler, kadın-erkek münâsebetleri, evlilik, aile hayatı, fert ve toplumun iffet ve namus esasına göre yetiştirilmesi hususunda ilâhî hükümleri açıklamaktadır. Önceden olup biten ibretli hâdiselerden misaller vererek müslümanları şuurlandırmakta, hak katında en yüce rütbe olan takvâya erişmek isteyenlere dersler ve öğütler vermektedir. Zira kul için en büyük hedef, rızâ-i ilâhîyi tahsil edebileceği yollardan ilerleyerek Rabbini tanımak, hakiki bir ilim ve irfanla mârifetullah okyanusunda mesafe almaktır:
اَللّٰهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۜ مَثَلُ نُورِه۪ كَمِشْكٰوةٍ ف۪يهَا مِصْبَاحٌۜ اَلْمِصْبَاحُ ف۪ي زُجَاجَةٍۜ اَلزُّجَاجَةُ كَاَنَّهَا كَوْكَبٌ دُرِّيٌّ يُوقَدُ مِنْ شَجَرَةٍ مُبَارَكَةٍ زَيْتُونَةٍ لَا شَرْقِيَّةٍ وَلَا غَرْبِيَّةٍۙ يَكَادُ زَيْتُهَا يُض۪ٓيءُ وَلَوْ لَمْ تَمْسَسْهُ نَارٌۜ نُورٌ عَلٰى نُورٍۜ يَهْدِي اللّٰهُ لِنُورِه۪ مَنْ يَشَٓاءُۜ وَيَضْرِبُ اللّٰهُ الْاَمْثَالَ لِلنَّاسِۜ وَاللّٰهُ بِكُلِّ شَيْءٍ عَل۪يمٌۙ ﴿٣٥﴾
35. Allah, göklerin ve yerin nûrudur. O’nun nûru şöyle bir misâlle anlatılabilir: İçinde lamba bulunan bir fanus. Bu lamba kristal bir cam içindedir. Bu kristal cam da inci gibi parlayan bir yıldıza benzer. Lamba doğuya da batıya da ait olmayan mübârek bir zeytin ağacının yağından tutuşturulur. O yağ, neredeyse kendisine ateş değmese bile kendiliğinden ışık verecek haldedir. Bu durum, nûr üstüne nûrdur! Allah dilediği kimseyi kendi nûruna eriştirir. Allah, gerçeği anlamaları için insanlara böyle misâller verir. Allah her şeyi hakkiyle bilmektedir.
Tefsir
Cenâb-ı Hakk’ın güzel isimlerinden biri اَلنُّورُ (Nûr)’dur. Bu isim Rabbimizin, bütün nurların sahibi ve yaratıcısı olduğunu, aynı zamanda “hakîki nûr”un da bizzat kendisi olduğunu haber verir.
Resûlullah (s.a.s.) teheccüd namazına kalktığı zaman şöyle dua ederdi:
“... Yâ Rab! Bütün hamd ü senâlar senin içindir. Sen, göklerin ve yerin ve bunlardaki her şeyin nûrusun...” (Buhârî, Teheccüd 1; Müslim, Misâfirîn 199)
Yine Resûlullah (s.a.s.)’e, Rabbini gördün mü sorulunca: “Bir nûr gördüm” şeklinde cevap vermiştir. (Müslim, İman 292) Bir defasında da Resûlullah (s.a.s.), “Rabbini gördün mü?” sualine: “Bir nûr! O’nu nasıl görebilirim” (Müslim İman 291; Tirmizî, Tefsir 53/7) karşılığında bulunmuştur.
Efendimiz (s.a.s.) şöyle buyurur:
“Allah uyumaz, uyumak da O’na yaraşmaz. Teraziyi indirir kaldırır; insanların amellerini daima adâlet terazisinde tartar. Gündüzün amelinden önce gecenin ameli ve gecenin amelinden önce de gündüzün ameli O’na çıkarılır. O’nun örtüsü nûrdur. Eğer örtüsünü açsa, yüzünün nurları, gözünün gördüğü bütün yaratıklarını yakar.” (Müslim, İman,293)Bunlar, Resûlullah (s.a.s.)’in Rabbimizin “nûr” sıfatıyla ilgili bazı açıklamalarıdır. Bu gibi izahlar da dikkate alınarak “Allah, göklerin ve yerin nûrudur” (Nûr 24/35) âyetiyle ilgili şu tefsirler yapılmıştır:
Birincisi; Allah göklerin ve yerlerin “münevviri” yâni aydınlatıcısıdır. Gökler ve yerler O’nun kudretiyle aydınlanmış, bütün nizam ve işleyişi O’nun kudretiyle istikamet bulmuş, kendileri ve içlerinde bulunan her şey yine O’nun kudretiyle varlık sahasına çıkmıştır. (Kurtubî, el-Câmi‘, XII, 170)
İkincisi; Allah karanlıkları aydınlatan; göklerde ve yerde bulunanlara yol gösterendir. Göklerde ve yerde olanlar ancak O’nun nuruyla doğru yolu bulurlar. Ancak O’nun hidâyetiyle sapıklık yollarından korunurlar. Taberî’ye göre Allah Teâlâ burada önceki ayette bahsettiği konuya devamla sanki şöyle buyurmaktadır: “Ey insanlar, biz size hakkı bâtıldan ayıran apaçık ayetler indirdik, sizden önce yaşayıp gitmiş olanlardan örnekler ve takvâya ulaşmış kimseler için öğütler sunduk. Bunlarla sizi hidâyete erdirdik, yine bunlarla dininizin temel prensiplerini, alamet ve işaretlerini beyân ettik. Zira ben göklerde ve yerde yaşayan varlıklara hidâyet verenimdir.” (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XVIII, 105)Üçüncüsü; Allah gökleri ve yeri hikmet ve adâletle yönetendir. Nitekim bilgili ve tecrübeli bir yönetici için “O, ülkenin nûrudur” denilir. Bu sözle onun ülkeye nûr gibi yol gösterdiği ve zulmün karanlığını adâletiyle aydınlattığı anlatılmak istenir. Bu mâna yönetici için mecazen kullanılırsa da Allah için hakiki anlamda kullanmak gerekir. Zira bütün mevcudatı O yoktan var etmiş ve aklı yol gösterici bir nur kılmıştır. Görülebilen şeyler ancak ışığın üzerlerine yansımasıyla görüldüğü gibi, bütün mevcudat da Allah’ın kudretiyle var olmuştur. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XVIII, 105)
Cenâb-ı Hakk’ın nûrunu mücerred hâliyle akılla idrak etmek mümkün olmadığı için, âyet-i kerîme onu bir misalle açıklar. Bunun için de مَثَلُ نُورِه۪ (meselü nûrihî) buyurur. Âyette geçen اَلْمِشْكٰوةُ (mişkât)ı fanus, اَلْمِصْبَاحُ (misbâh)ı lamba, اَلزُّجَاجَةُ (zücâce)yi kristal cam olarak tercüme ettiğimizden, temsili açıklarken hep bu tercüme karşılıkları kullanacağız. Hemen belirtelim ki, burada هُو (hû) zamirinden kimin kastedildiği hususunda şu üç ihtimal bulunmaktadır:Birinci ihtimal, Allah Teâlâ olmasıdır: Bu ihtimâle göre temsilin mânası şöyledir: “Allah Teâlâ’nın mü’min kulunun kalbindeki nûrunun misâli şudur.” Bu nûrdan en büyük payı alan şüphesiz Resûlullah (s.a.s.)’dir. Bu nûru kuluna lütfeden ve dilediği kulunu ona eriştiren Allah Teâlâ’dır. Kul ise bu nûru kabul edendir. Nûru kabul mahalli kulun kalbidir. Bu nûru yüklenen kulun azîmeti, himmeti ve iradesidir. Bunu yüklenme aracı ise kulun düşüncesi, niyeti, sözü ve amelidir.Temsili bu mânada daha ayrıntılı olarak şöylece açklamak mümkündür:
Fanus, mü’minin göğsüdür. Kristal cam onun kalbidir. Mü’minin kalbi, inceliği, temizliği ve salâbeti yani içindeki Allah sevgisini en iyi koruyucu bir vasfa sahip oluşu sebebiyle kristal cama benzetilmiştir. Mü’min kalbi rakîktir, merhametlidir, yaratıklara karşı müşfiktir; eşyayı hakikatiyle görür, orada hiçbir bulanıklık ve karışıklık barınmaz. Allah’ın emirlerine sonsuz bağlı ve Zâtı’na son derece muştâktır. Allah’ın düşmanlarına karşı pek şiddetli ve serttir. Hakkı Allah için ikame eder. Zira kalpler, Allah Teâlâ’ın yeryüzündeki kaplarıdır. Bunların içinde Allah’ın en sevdiği kalp en ince, en sert yani içindeki Allah sevgisini en iyi koruyan ve en temiz olanıdır. Lamba, mü’min kulun kalbindeki iman nûrudur. Hidâyeti ve hak dini getiren vahiyden ibaret olan mübârek ağaç ise lambanın yakıtıdır. Nûr üstüne nûr olan; doğru fıtrat, doğru idrâk, vahiy ve kitap nûrudur. Nûrlardan biri diğerine eklenince o kulun nûruna nûr katılır. Bundan dolayı o kul, neredeyse kitap okumadan bile hakla, hikmetle konuşur. Akıl, şeriat, fıtrat ve vahiy kanıtları onda birbirine uyar. Aklı, fıtratı ve zevki ona Peygamber (s.a.s.)’in getirdiklerinin tümünün gerçek olduğunu gösterir. O kimsede akıl ve nakil asla çatışmaz, aksine birbirini doğrular. Bu durum, o kimsede “nûr üstüne nûr” hâlinin teşekkül etmeye başladığının bir alâmetidir. (bk. Kâsimî, Mehâsinu’t-te’vîl, XII, 4528- 4529)Mü’minin nûr üstüne nûr olmasıyla ilgili Übey b. Ka‘b (r.a.) şöyle der:
“Mü’min şu dört durum arasındadır: Bir nimete nâil olduğunda şükreder, belâya uğradığında sabreder, konuşunca doğru söyler, hükmedince adâletle hükmeder. Onun diğer insanlar arasındaki durumu, ölüler arasında dolaşan diri gibidir. O, şu beş nûr içinde dolaşır: Onun konuşması nûr, ameli nûr, gizlisi nûr, açığı nûr, kıyamet günü dönüşü de gerçek Nûr olan Allah’adır.” (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XXIII, 237)
İkinci ihtimâl, zamirin bahsettiği kişinin Peygamberimiz (s.a.s.) olmasıdır. Buna göre temsildeki fanus, Peygamberimiz (s.a.s.) veya onun göğsüdür. Lamba; nübüvvet, hidâyet ve amelden Efendimiz’e ait olan şeylerdir. Kristal cam, Peygamberimiz’in kalbidir. Mübârek ağaç, vahiy ve Peygamber (a.s.)’ın vahiyle irtibatını sağlayan elçi meleklerdir. Yağ, vahyin ihtivâ ettiği âyetler, deliller ve bürhânlardır. (Kurtubî, el-Câmi‘, XII, 172)
Bir başka izaha göre fanus Peygamberimiz (s.a.s)’in bedeni, lamba kalbi, kristal cam göğsüdür. Peygamberimizin göğsü inci gibi parlayan bir yıldıza benzetilmiştir. Peygamberimizin kalbindeki lamba, ne doğuya ne de batıya ait olan, kendisine ne doğunun ne de batının güneşi dokunmuş bulunan mübârek bir zeytin ağacının yağıyla tutuşturulur. Bu yağ, kendisine ateş değmese de ışık verecek bir durumda olduğu gibi Peygamber (s.a.s.) de, kendisinin peygamber olduğunu söylemese bile insanlara gerçek açıklamalarda bulunacak bir durumdadır. Zira Efendimiz, nübüvvet öncesi kalben ve rûhen bu şekilde ilâhî bir terbiye görmüştür. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XVIII, 106)Üçüncü ihtimale göre ise zamirden maksat Kur’ân-ı Kerîm’dir. Allah’ın, insanları doğru yola iletmek üzere indirdiği ve mü’minlerin kalplerinde sakladıkları, kendisine inanıp buyruklarını tutarak kurtuluşa erdikleri Kur’an’ın misâli şudur: Fanus mü’min, kristal cam mü’minin göğsüdür ki içinde kalbi bulunmaktadır. Onun kalbindeki Kur’an ise lamba gibidir. Mü’minin, Kur’an’ın nûru ve aydınlatmasıyla küfür, şirk ve şüpheden kurtulmuş göğsü, inci gibi parlayan bir yıldıza benzetilmiştir. Şüphesiz Kur’an Allah tarafından gelmiştir ve O’nun kelamıdır. Allah Teâlâ, Kur’an’ın kendi tarafından gelmiş olmasını, lambanın, ateş değmese de ışık verecek derecede saf ve güzel olan, doğuya da batıya da ait olmayan mübârek bir ağacın yağından tutuşturulmasıyla temsil etmiştir. “O yağ, neredeyse kendisine ateş değmese bile kendiliğinden ışık verecek haldedir:” Allah Teâlâ tevhidi açıklamak üzere Kur’an’ı indirmek suretiyle daha fazla beyânda bulunmasa bile, Kur’an’ın nüzûlünden önce insanların önüne serdiği kevnî deliller, aklını kullanabilen herkese tevhidi göstermeye yeter. Zira bunlar tevhidi ispat edecek mâhiyette ve güçtedir. Buna ilâveten bir de Kur’an’ı indirip orada varlığının ve birliğinin delillerini zikrettikten ve önceki deliller üzerine yeni yeni deliller getirdikten sonra durum nasıl olur? Şüphesiz bunlar tevhidi beyânda daha tesirli ve keyfiyetli olurlar. “Bu durum, nûr üstüne nûrdur:” Kur’an, Allah yanından gönülleri aydınlatmak üzere inmiş bir nûrdur. O, daha önce Allah’ın birliğine delalet eden nûrlu deliller üzerine gelmiş bir nûrdur. Buna göre önceki deliller bir nûr, Kur’an da bir nûrdur. Böylece bunlar nûr üstüne nûr olmuş olur. Veya Kur’an’ın her bir ayeti bir nûrdur. Bu ayetlerin peş peşe, üst üste gelmesiyle Kur’an nûr üzerine nûr olmuştur. Yüce Allah, kullarından dilediğini kıyamete kadar peyderpey Kur’an’ın nûruna iletecektir. (bk. Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XVIII, 108-111; Kurtubî, el-Câmi‘, XII, 175)
ف۪ي بُيُوتٍ اَذِنَ اللّٰهُ اَنْ تُرْفَعَ وَيُذْكَرَ ف۪يهَا اسْمُهُۙ يُسَبِّحُ لَهُ ف۪يهَا بِالْغُدُوِّ وَالْاٰصَالِۙ ﴿٣٦﴾
36. Bu nûra Allah’ın, yapılıp yükseltilmesine ve içlerinde kendi isminin zikredilmesine izin verdiği evlerde erişilir. Bu evlerde sabah akşam O’nun şânını yücelterek zâtını her türlü eksiklikten pak ve uzak tutan nice erler vard
رِجَالٌۙ لَا تُلْه۪يهِمْ تِجَارَةٌ وَلَا بَيْعٌ عَنْ ذِكْرِ اللّٰهِ وَاِقَامِ الصَّلٰوةِ وَا۪يتَٓاءِ الزَّكٰوةِۙ يَخَافُونَ يَوْمًا تَتَقَلَّبُ ف۪يهِ الْقُلُوبُ وَالْاَبْصَارُۙ ﴿٣٧﴾
37. O erler ki, ne ticâret ne de alış veriş onları Allah’ı zikretmekten, namazı dosdoğru kılmaktan ve zekâtı vermekten alıkoyabilir. Onlar, kalplerin halden hâle girip alt üst olacağı ve gözlerin dehşetten donakalacağı bir günden korkarlar.
Sebebi Nuzül
Abullah ibn Ömer den riavayete göre o,bir gün çarşıda iken ezan okunmuş,çarşıdaki dükkan sahipleri hemen dükkanlarını kapatıp >Mescidi Nebeviyeye gitmişler.<işte onlar ezan okunur okunmaz,dükkanlarını kapatıb mescide giden işyeri sahipleri hakkında bu ayeti kerime nazil olmuştur.İbni Kesir .age.VI.74
Alusiye göre bu ayeti kerime ashabı suffe hakkın da nazil olmuştur.Alusi age.XVIII.178
Kurtubiye göre Bu ayeti kerime Bir tüccar ve bir de demirci olan iki kişi hakkında nazil olmuştur..Kurtubu age.XII.184
لِيَجْزِيَهُمُ اللّٰهُ اَحْسَنَ مَا عَمِلُوا وَيَز۪يدَهُمْ مِنْ فَضْلِه۪ۜ وَاللّٰهُ يَرْزُقُ مَنْ يَشَٓاءُ بِغَيْرِ حِسَابٍ ﴿٣٨﴾
38. Neticede Allah onları, işledikleri amellerin en güzeliyle mükâ­fat­landıracak, üstelik onlara lutf u kereminden daha fazlasını verecektir. Allah, dilediği kimseyi hesapsız rızıklandırır.
Tefsir:“Evler”den maksat, Yüce Allah’a ibâdet için tahsis edilmiş mescitlerdir. Gökyüzündeki yıldızlar nasıl yeryüzünde bulunanlara aydınlık görünüyorsa, bu mescitler de gökte bulunanlara öylesine aydınlık görünür. Bu sebeple Allah Teâlâ mescidlerin yapılmasını, imar edilmesini, onlara saygı gösterilmesini, pisliklerden ve boş sözlerden arındırılmak sûretiyle onların şânının yüceltilmesini ve oralarda kendisine ibâdet edilmesini istemektedir. İçinde namaz kılınan ve Allah’ın ismi zikredilen mü’minlerin evlerini de bu muhtevâda değerlendirmek mümkündür.
Rasûlüllâh (s.a.s.) mescidlerin binâ edilmesini; içlerinin de ibâdet ve zikrullâh ile doldurulmasını teşvik eder:
“Kim Allah rızâsı için bir mescid yaparsa, Allah da cennette onun için bir saray yapar.” (Buhârî, Salât 65; Müslim, Mesâcid 24)
Hz. Âişe der ki:
“Nebiyy-i Ekrem (s.a.s.) bize mahallelerde mescidler edinmemizi ve mescitlerin temiz tutulup güzel kokulandırılmasını emretti.” (Ebû Dâvûd, Salât 13; İbn Mâce, Mesâcid 8-9)Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur:
“Kim mescitten rahatsızlık verici şeyleri dışarı çıkaracak olursa, Allah da ona cennette bir ev yapar.” (İbn Mâce, Mesâcid 9)
“Sizler bir kimsenin mescitlere devam etmeyi alışkanlık hâline getirdiğini görecek olursanız, onun iman ehli olduğuna şâhitlik ediniz. Çünkü Yüce Allah: «Allah’ın mescitlerini ancak Allah’a ve âhiret gününe inanan, namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren ve sadece Allah’tan korkan kimseler gerçek mânada îmar edebilir» (Tevbe 9/18) buyurmaktadır.” (Tirmizî, Tefsir 9/10; İbn Mâce, Mesâcid 19)
Cenâb-ı Hakk’ın çok değer verdiği bu mescitlerde gerçek erler, güzel insanlar namaz ve zikirle sabah akşam Allah’ı tesbih ederler. Onlar öyle kimselerdir ki, hiçbir ticaret ve alış veriş onları Allah’ı zikirden, namazı kılmaktan ve zekâtı vermekten alıkoyamaz. Yani onlar ibâdet için ticaret ve alışverişi terk eden insanlar değildir. Bilakis onlar hem ticaret ve alışverişle uğraşır, hem de ibâdetlerin hakkını verirler. Biri diğerine engel teşkil etmez. Onlar çok dikkatli ve uyanıktırlar. Zira kalplerine öyle bir kıyâmet ve âhiret korkusu işlemiştir ki, bu korku hiçbir zaman onların akıllarından çıkmaz ve onların dâima istikâmet üzere bulunmalarını sağlar.
Hasan Basrî (k.s.) der ki:
“Mü’min, her sabah hüzünlü kalkar; onun hali başka türlü olamaz. Çünkü o iki korku arasındadır. Şöyle ki:
› Geçmişte işlediği bir günahı vardır; bilemez ki o günah sebebiyle Yüce Alah kendisine nasıl bir muamelede bulunacak?
› Kalan ecelini, ömrünü düşünür. Bilemez ki, onda bulunan tehlikelere karşı ne yapacak, onlardan nasıl kurtulacak?” (el-Hadâiku’l-Verdiyye, s. 329)
Mü’minler böyle korkup dikkatli davrandıkları için nihâyet Allah onları yaptıklarının en güzeline göre mükâfatlandıracak ve lütf u kereminden onlara bol bol ihsân edecektir. Allah dilediği kullarını hesapsız rızıklandırır. Kimse buna mâni olamaz.
Konuyu anlama açısından bu âyetlerin inişine de sebep teşkil eden şu hâdise ne kadar mânidârdır:
Resûlullah (s.a.s.) zamanında iki müslüman vardı. Bunlardan biri tüccar, diğeri de kılıç yapan bir demirci idi. Tüccar olan sahâbî, ezanı duyduğunda terazi elinde ise hemen kenara koyar, yerde ise olduğu gibi bırakıp doğruca Mescid-i Nebevî’ye giderdi.
Kılıç ustası da, çekiç örsün üzerindeyse o vaziyette bırakır, kılıca vurmak üzere kaldırmışsa çekici arkasına atar ve hemen Mescid-i Nebevî’ye giderdi. İşte bu ve benzeri kişileri medhetmek üzere Allah Tealâ:
“O erler ki, ne ticaret ne de alış veriş onları Allah’ı zikretmekten, namazı dosdoğru kılmaktan ve zekâtı vermekten alıkoyamaz. Onlar, kalplerin halden hale girip alt üst olacağı, gözlerin dehşetten donakalacağı bir günden korkarlar” (Nûr 24/37) âyetini indirdi. (Kurtubî, el-Câmi‘, XII, 184).
İbn Mesûd (r.a.) bir gün çarşıda, ezanı duyar duymaz mallarını bırakarak namaza koşan bir takım insanlar görmüştü. Bunun üzerine şöyle dedi:
“–İşte bunlar, Allah Teâlâ’nın Nûr sûresinin 37. âyetinde methettiği kimselerdir.” (Heysemî, Mecma‘u’z-zevâid, VII, 83)
Hak dostlarından Ubeydullah Ahrâr (k.s.), kendisiyle alakalı bir durumu şöyle anlatmaktadır:
“Üç yaşındaydım. Yüce Allah ile huzur içindeydim. Tâ okula gidinceye kadar hep öyle devam ettim. Okulda okuyordum; kalbim Allah’a bağlıydı. O halimle sanıyordum ki, bütün insanlar benim gibidir. Bu sıralarda bir gün, kış mevsiminde şehrin dışına çıktım. Ayağım ayakkabıyla birlikte çamura battı. O vakit çok da soğuktu. Ayağımı çamurdan kurtarmaya çalıştım. Bu kurtarma sırasında Allah’tan gâfil kaldım. Biraz ileride, biri öküzüyle ekim dikim işi yapıyordu. Ben de kendimi ayıplamaya, nefsime çıkışmaya başladım:
«- Şu çiftçiye bak, bunca işin içinde Allah’tan gâfil olmuyor!..” (el-Hadâiku’l-Verdiyye, s. 643)Mü’minlerin bu aydınlık durumlarına karşılık, kâfirlerin iç karartan halleri gözler önüne serilir:Ömer Çelik Tefsiri
وَالَّذٖينَ كَفَرُٓوا اَعْمَالُهُمْ كَسَرَابٍ بِقٖيعَةٍ يَحْسَبُهُ الظَّمْاٰنُ مَٓاءًؕ حَتّٰٓى اِذَا جَٓاءَهُ لَمْ يَجِدْهُ شَيْـٔاً وَوَجَدَ اللّٰهَ عِنْدَهُ فَوَفّٰيهُ حِسَابَهُؕ وَاللّٰهُ سَرٖيعُ الْحِسَابِۙ ﴿٣٩﴾
﴾39﴿ İnkâr edenlerin yapıp ettikleri, susamış kimsenin geniş düzlüklerde görüp su zannettiği serap gibidir; sonunda gelip ona ulaşınca orada bir şey bulamaz, ama Allah’ı yanında bulur, O da eksiksiz olarak hesabını görüverir. Allah’ın hesabı pek çabuktur.
Sebebi Nuzül
Bu ayeti kerime Kurtubiye göre Cehiliye döneminde derviş kılıklı yaşayıp hak din arayan islamiyet gelince de hak dini kabül etmeyen Utbe ibn Rabia Ibn Ümeyye hakkında nazil olmuştur.Razi.age.XXIV.8
اَوْ كَظُلُمَاتٍ فٖي بَحْرٍ لُجِّيٍّ يَغْشٰيهُ مَوْجٌ مِنْ فَوْقِهٖ مَوْجٌ مِنْ فَوْقِهٖ سَحَابٌؕ ظُلُمَاتٌ بَعْضُهَا فَوْقَ بَعْضٍؕ اِذَٓا اَخْرَجَ يَدَهُ لَمْ يَكَدْ يَرٰيهَاؕ وَمَنْ لَمْ يَجْعَلِ اللّٰهُ لَهُ نُوراً فَمَا لَهُ مِنْ نُورٍࣖ ﴿٤٠﴾
﴾40﴿ Yahut dalga, üstünde yine dalga, onun üstünde de bulutla (kara bulut gibi bir dalga ile) kaplı büyük bir denizdeki karanlıklar gibidir; birbiri üzerinde karanlıklar! Neredeyse elini çıkarsa onu göremeyecek. Allah bir kimseye ışık vermezse onun aydınlıktan asla nasibi yoktur.
Tefsir
Siyah ile beyazda olduğu gibi her şey zıddının yanında daha iyi farkedilir. Allah’a iman eden, O’na kulluk şuuru kesintisiz hale gelmiş bulunan, güzellik ve menfaatlerin ibadetlerini engelleyemediği güzel insanlar ve bunları bekleyen ödüller benzetme ve temsil yoluyla anlatıldıktan sonra yine aynı üslûpla bu defa inkâr edenlerin durumu, âdeta bir tablo gibi gözler önüne seriliyor. İman etmeyen insanların da dünyada, kendileri ve başkaları için faydalı, hayırlı işleri, eserleri, hâsılı yapıp ettikleri vardır; ancak bütün bunların faydası ve etkisi dünyada kalır, onların sevap ve sonucunu âhirete taşımanın şartı imandır. Allah’a ve âhirete inanmayan bir kimse öldüğünde, dünyadaki kazancının ve eserlerinin orada kaldığını, buraya eli boş geldiğini görür; tıpkı çölde susamış, uzaktan serap görmüş, yanına gelince kızgın kumlardan başka bir şey bulamamış yolcu gibi yahut büyük bir denizin üst üste dalgalarının altında, denizin dibinde karanlıklar içinde kalan bir kimse gibi. Aslında adamın eli vardır ama bu karanlıklar içinde görülmez ve işe yaramaz. İnancı olmayanların, mutlak hakikati inkâr edenlerin dünyada yapmış oldukları iyi işler de vardır ama âhirette inançsızlığın koyu karanlığı onları örtmüş, hesapta ve terazide görülmez hale getirmiştir.
Meâlinde, parantez arasındaki “kara bulut gibi bir dalga” ifadesi, metnin farklı bir okunuşunun karşılığıdır. Buna göre, yukarıya doğru biraz aydınlık, derinlere doğru ise her bölümde daha karanlık üç tabakadan oluşan büyük bir deniz (okyanus) tasvir edilmektedir. Okyanusların derinliklerini incelemek için gerekli bulunan teknoloji icat edilmeden önce kimse, normal ışık bakımından biri diğerinden daha karanlık üç tabakayı bilmiyordu. 40. âyet bundan söz etmektedir. Kezâ kimse göklere çıkmak, hatta atmosferin ötesine geçmek için gerekli araçların bulunmadığı zamanlarda da, göğe doğru yükseldikçe basıncın azalacağından, bunun da nefes zorluğu, tansiyon gibi problemlere yol açacağından haberdar değildi. Halbuki En‘âm sûresinde (6/125) göklere doğru yükselen kimsenin çıktıkça artan göğüs daralmasından bahsedilmiştir. Şüphe yok ki Kur’an bir tabiat bilimi kitabı değildir; madde âleminin sırlarını çözmek, yaratıcının tabiata hâkim kıldığı kanunları keşfetmek kural olarak insan zekâsına bırakılmıştır; ancak yeri geldikçe ve dolaylı olarak âyetlerde geçen bazı ilmî gerçekler, onların beşer üstü bir kaynaktan geldiğine ışık tutmaktadır.
Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 85-86
اَلَمْ تَرَ اَنَّ اللّٰهَ يُسَبِّـحُ لَهُ مَنْ فِي السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَالطَّيْرُ صَٓافَّاتٍؕ كُلٌّ قَدْ عَلِمَ صَلَاتَهُ وَتَسْبٖيحَهُؕ وَاللّٰهُ عَلٖيمٌ بِمَا يَفْعَلُونَ ﴿٤١﴾
﴾41﴿ Görmez misin ki, göklerde ve yerde olanlar, havada kanatlarını açarak süzülen kuşlar Allah’ı tesbih ederler. Hepsi duasını ve tesbihini bilmekte, Allah da onların bütün yaptıklarını bilmektedir.
Tesbih, Allah Teâlâ’yı, kendine mahsus yüce sıfatlarıyla anmaktır, dar mânada O’nu, yakışmayan sıfatlardan tenzih etmektir, her çeşit noksanlıktan uzak ve berî olduğunu ifade etmektir. İnsanlar ve melekler gibi şuurlu varlıkların bu bilince dayalı bir tercihle tesbih etmeleri mümkündür, vâkidir. Diğer canlı, cansız varlıkların tesbihi ise ya hal diliyle, varlık ve hareketlerindeki özellik ve incelikleri gözler önüne sermek, programlandıkları gibi davranmak suretiyle olmaktadır veya Allah’ın kendilerine verdiği, bizim anlayamadığımız özel bir dil ile ifade edilmektedir.Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 88
Tesbih iki kısımdır: Birincisi sözle ve konuşarak yapılan tesbih, ikincisi ise yaratılış ve delâlet yoluyla olan tesbihtir. Yaratılış yoluyla tesbih, bütün varlıkları, cevher ve arazı içine alır. Bunun içinde hayvanlara mahsus olan bir tesbih vardır. Nitekim arıların, karıncaların ve kuşların düzenlerini araştıran bir kimse, bunların Allah’ın kendilerine verdiği hayvanî bir şuur ile vazifelerini ustaca yerine getirdiklerini anlar. Aslında onların bu tesbihleri, Allah’ın kudret ve azametinin bir delilidir. Yine bunun içinde melek, insan ve cin gibi akıllı varlıklara mahsus bir tesbih vardır. Akıllılara mahsus olan tesbih de iki kısma ayrılır:
› Basîretten sadır olan ve şuurlu bir şekilde yapılan tesbih,
› Basîret ve şuur olmaksızın yapılan tesbih.
Bunlardan basîrete dayalı tesbih makbul iken, basîret ve irfandan uzak olan tesbihin bir değeri yoktur. (bk. Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, II, 371)
Cansız varlıklar, bitkiler ve hayvanlar dua ve tesbihlerini yaratılırken içlerine yerleştirilen iç güdü ve kabiliyetlerle öğrenmiş bulundukları halde, akıllı varlıklar bunu daha ziyade vahiy kaynaklı bilgilerden öğrenirler. Çünkü onların, vahiy olmaksızın sırf akıllarıyla Allah’ın razı olacağı bir ibâdet hayatını tespit etmeleri zordur.
وَلِلّٰهِ مُلْكُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۚ وَاِلَى اللّٰهِ الْمَصٖيرُ ﴿٤٢﴾
﴾42﴿ Göklerin ve yerin egemenliği Allah’a aittir, dönüş de Allah’adır.
اَلَمْ تَرَ اَنَّ اللّٰهَ يُزْجٖي سَحَاباً ثُمَّ يُؤَلِّفُ بَيْنَهُ ثُمَّ يَجْعَلُهُ رُكَاماً فَتَرَى الْوَدْقَ يَخْرُجُ مِنْ خِلَالِهٖۚ وَيُنَزِّلُ مِنَ السَّمَٓاءِ مِنْ جِبَالٍ فٖيهَا مِنْ بَرَدٍ فَيُصٖيبُ بِهٖ مَنْ يَشَٓاءُ وَيَصْرِفُهُ عَنْ مَنْ يَشَٓاءُؕ يَكَادُ سَنَا بَرْقِهٖ يَذْهَبُ بِالْاَبْصَارِؕ ﴿٤٣﴾
﴾43﴿ Görmez misin ki, Allah bulutları yürütür, sonra onları birleştirir, sonra onları üst üste binip yoğunlaşmış bulut kümesi haline getirir. Bu sırada bulut aralıklarından çakan şimşeği görürsün; gökten, oradaki bulut dağlarından dolu yağdırır da bunu dilediğine isabet ettirir, dilediğinden de onu uzaklaştırır, bu arada şimşeğinin parıltısı neredeyse gözleri kör edecek.
Tefsir:Yağmurun, şimşeğin, dolunun nasıl oluştuğu, bu olaylarla ilgili tabiat kuralları bugün bilinenlere tıpatıp uyan bir şekilde anlatılmakta, ancak bunların kendiliğinden değil, Allah’ın izin, irade, kudret, hikmet ve sünneti (âdeti, kanunu) çerçevesinde olup bittiği bildirilmekte, insanların doğru görmeleri, değerlendirmeleri ve ders çıkarmaları teşvik edilmektedir.“Bulut aralıklarından çıkan şimşeği görürsün” cümlesindeki şimşeğin burada kullanılan Arapça karşılığı vedk kelimesidir; bu kelime yağmur mânasına da gelir. Ancak bulutların arasından çıkan yağmur değil, şimşek olduğu için biz bunu tercih ettik. Bilindiği üzere yağmur bulutların arasından çıkmaz, bulutun kendisi yağmura dönüşür ve yere dökülür.Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 88
يُقَلِّبُ اللّٰهُ الَّيْلَ وَالنَّهَارَؕ اِنَّ فٖي ذٰلِكَ لَعِبْرَةً لِاُو۬لِي الْاَبْصَارِ ٤٤﴾
﴾44﴿ Allah geceyi gündüze, gündüzü geceye çevirir; gören ve düşünenler için bunlardan alınacak ibretler vardır.
Tefsir:Geceyle gündüzü dâimâ evirip çeviren, birini diğerinden sonra getiren, mevsimlere göre onları eksiltip artıran, bazan gündüzü bulutlarla karanlık hale getiren, bazan de geceyi ay ve yıldızların ışığıyla aydınlık hale getiren, gece ve gündüzde kulları hakkında hayır ve şer, fayda ve zarar takdir eden Allah’tır. Bütün bunlarda baktığı her şeye Allah’ın nûruyla bakan basîret sahibi kullar için Allah’ın kudretinin, ilim ve hikmetinin yüceliğini gösteren ibretler bulunmaktadır. Fakat kalp gözleri açık olmayanlar, bu dehşetli hadiselerden hiçbir ders alamazlar.
وَاللّٰهُ خَلَقَ كُلَّ دَٓابَّةٍ مِنْ مَٓاءٍۚ فَمِنْهُمْ مَنْ يَمْش۪ي عَلٰى بَطْنِه۪ۚ وَمِنْهُمْ مَنْ يَمْش۪ي عَلٰى رِجْلَيْنِۚ وَمِنْهُمْ مَنْ يَمْش۪ي عَلٰٓى اَرْبَعٍۜ يَخْلُقُ اللّٰهُ مَا يَشَٓاءُۜ اِنَّ اللّٰهَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌ ﴿٤٥﴾
45. Allah, hareket eden her canlı varlığı sudan yarattı. Onlardan bir kısmı karnı üzerinde sürünür, bir kısmı iki ayağı üstünde yürür, bir kısmı da dört ayağı üstünde yürür… Allah ne dilerse onu yaratır. Şüphesiz Allah, her şeye güç yetirendir.
لَقَدْ اَنْزَلْنَٓا اٰيَاتٍ مُبَيِّنَاتٍۜ وَاللّٰهُ يَهْد۪ي مَنْ يَشَٓاءُ اِلٰى صِرَاطٍ مُسْتَق۪يمٍ ﴿٤٦﴾
46. Doğrusu biz, gerçeği açıklayan apaçık âyetler indirdik. Ancak Allah dilediği kimseleri doğru yola eriştirir.
Tefsir:Yüce Allah karada, suda ve havada hareket eden bütün hayvanları sudan yaratmıştır. Canlılığın kaynağı sudur. Nitekim âyet-i kerîmede: “Biz canlı olan her şeyi sudan meydana getirdik” (Enbiyâ 21/30) buyrulur. Hayvanlar âleminde büyük bir zenginlik ve çeşitlilik vardır. Şekilleri, renkleri, özellikleri, sesleri, yaşadıkları yerleri, üremeleri, kâinat nizamı içinde yüklendikleri fonksiyonları itibariyle akıllara durgunluk verecek durumdadırlar. Burada hususiyle onların hareket ve yürüyüş tarzları dikkatlere sunulmaktadır. Yılan, çıyan, kertenkele, solucan, balık gibi hayvanlar karınları üzere sürünerek hareket ederler. İnsan, horoz, kuş gibi canlılar iki ayak üstünde yürürler. Sığır, koyun, deve, ayı, kurt, aslan, kaplan gibi canlılar da dört ayak üstünde yürürler. Dörtten fazla ayağı olan hayvanlar da vardır. Ancak âyette insanların en çok karşılaştıkları hayvanlara işaret edilmiştir. Bunların zikredilmesi ise, Cenâb-ı Hakk’ın yaratma kudretine, ilim ve hikmetine dikkat çekmek içindir.
Allah Teâlâ hem buyruklarını açıklayan kavlî âyetleri indirmekte, hem de kudretini gösteren kevnî âyetleri yaratmakta, böylece aklını kullanabilen kullarını gerçeği anlamaya yönlendirmektedir. Fakat netice itibariyle ancak Allah’ın dilediği kimseler doğru yolu bulabilirler. Bir kısım insanlar ise, basit dünyevî çıkarlarıyla uyuşmadığı için gerçeği kabul etmezler.Ömer Çelik Tefsiri

 
Kurban
Beiträge: 1.014
Punkte: 651
Registriert am: 19.08.2010

zuletzt bearbeitet 13.01.2023 | Top

   

Nür Süresi Meal Ve Tefsiri 47-60
Nür Süresi Meal Ve Tefsiri 30-31

  • Ähnliche Themen
    Antworten
    Zugriffe
    Letzter Beitrag
Anfragen und Anregungen bitte direkt an tiav@hotmail.de adressieren. Vielen Dank!
Xobor Einfach ein eigenes Xobor Forum erstellen
Datenschutz