Şuara Süresi Meal Ve Tefsiri
اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَاٰيَةًۜ وَمَا كَانَ اَكْثَرُهُمْ مُؤْمِن۪ينَ ﴿٦٧﴾
67. Şüphesiz bunda ilâhî kudret ve azameti gösteren apaçık bir delil, bir işaret vardır. Ama insanların çoğu yine de iman etmez.
وَاِنَّ رَبَّكَ لَهُوَ الْعَز۪يزُ الرَّح۪يمُ۟ ﴿٦٨﴾
68. Muhakkak senin Rabbin, elbette O, sonsuz kudret sahibidir, çok merhametlidir.
Tefsir
Firavun ve etrafındaki ileri gelenler, yıllarca kendilerine apaçık mûcizeler gösterildiği halde iman etmediler. Küfür ve inat, gözlerini öylesine kör etmişti ki, gözlerinin önünde denizin yarıldığını, suların dağlar gibi iki tarafa yığıldığını ve İsrâiloğullarının geçmesi için ortada kuru bir yol açıldığını gördükleri halde, yine de, savaşmak üzere çıktıkları Hz. Mûsâ’nın arkasında ilâhî nusretin olduğunu anlayamadılar. Nihâyet akılları başlarına geldi, fakat artık çok geçti. Çünkü, Allah’ın gazabı kendilerini kuşatmış ve deniz suları üzerlerini bütünüyle örtmüştü. Tam bu durumda Firavun: “İsrâiloğulları’nın inandığından başka ilâh bulunmadığına kesinlikle inandım; artık ben de müslümanlardanım” (Yûnus 10/90) diye feryat etti. Fakat bu itirafının bir faydasını görmedi. O halde çağlar boyu Kur’an’ın karşısına düşmanca dikilen ve dikilecek olan kâfirlerin akılları başlarına gelmesi için, Firavun’un durumuna düşmeleri mi gerekiyor?
Yine bu kıssada müminler için de bir ders ve işaret vardır: Bir zamanlar Firavun’un olduğu gibi şer güçler belli bir müddet hâkim görünseler de, Allah Teâlâ, Hz. Mûsâ misâlinde görüldüğü üzere uzun vâdede lütfu keremiyle hakkı hâkim kılacak ve bâtılı yok edecektir.
Ayrıca burada Resûlullah (s.a.s.)’i teselli vardır. Gösterdiği mûcizelere rağmen kavmi tarafından yalanlanan Resûl-i Ekrem (s.a.s.) bu duruma üzülmekteydi. Ona Hz. Mûsâ’nın durumu misal verilerek teselli edilmekte, sabretmesi ve Allah’tan yardım beklemesi istenmektedir.
وَاتْلُ عَلَيْهِمْ نَبَاَ اِبْرٰه۪يمَۢ ﴿٦٩﴾
69. Rasûlüm! Onlara İbrâhim’in kıssasını da anlat.
اِذْ قَالَ لِاَب۪يهِ وَقَوْمِه۪ مَا تَعْبُدُونَ ﴿٧٠﴾
70. Hani o babasına ve kavmine: “Nedir bu taptıklarınız böyle?” diye sordu.
قَالُوا نَعْبُدُ اَصْنَامًا فَنَظَلُّ لَهَا عَاكِف۪ينَ ﴿٧١﴾
71. Onlar da: “Bir takım putlara tapıyoruz; onlara tapmaya da devam edeceğiz” diye karşılık verdiler.
قَالَ هَلْ يَسْمَعُونَكُمْ اِذْ تَدْعُونَۙ٧٢﴾
72: İbrâhim: “Peki ama” dedi, “siz kendilerine yalvardığınızda onlar sizi duyabiliyorlar mı?”
اَوْ يَنْفَعُونَكُمْ اَوْ يَضُرُّونَ ﴿٧٣﴾
73. “Yahut size bir fayda ya da zarar verebiliyorlar mı?”
قَالُوا بَلْ وَجَدْنَٓا اٰبَٓاءَنَا كَذٰلِكَ يَفْعَلُونَ ﴿٧٤﴾
74. “Hayır” dediler, “fakat biz atalarımızın da böyle yaptığını gördük ve bunu benimsedik.”
قَالَ اَفَرَاَيْتُمْ مَا كُنْتُمْ تَعْبُدُونَۙ ﴿٧٥﴾
75. İbrâhim şunları söyledi: “Öyle de, nelere taptığınıza şöyle bir bakmaz mısınız?”
Tefsir
Hz. İbrâhim hem Arapların hem de yahudi ve hıristiyanların çok değer verdiği bir peygamberdir. Bu sebeple burada tekrar onun putperest babası ve kavmi ile olan mücâdelesine yer verilerek insanlık şirkten sakındırılır. Şirkin mesnetsiz olduğuna dair İbrâhim (a.s.)’ın getirdiği deliller, akla mantığa uygun gâyet açık delillerdir. Buna göre taştan, tahtadan, altın veya gümüşten yapılmış; işitmeyen, görmeyen, hissetmeyen, konuşmayan, fayda veya zarar vermeyen bir kısım cansız nesnelerin gerçek ilâh olması mümkün değildir. Fakat müşrik kavminin verdiği cevap, onların herhangi bir belge veya delile dayanmaksızın sadece taklide yöneldiklerini; sırf atalarının, babalarının böyle yaptıklarını gördükleri için, bunu benimseyerek ve onların yolundan giderek bu şekilde davrandıklarını gösterir. Onların bu taklit ve inatlarına karşı Hz. İbrâhim’in tavrı nettir. O, hiçbir ayrım yapmaksızın ve herhangi bir kimseden çekinmeksizin bütün putların ve onlara tapanların tek saf halinde kendisine düşman olduğunu; ancak Âlemlerin Rabbi Allah’ın kendisine dost olduğunu ilan eder. İşte şirk, küfür ve isyan karşısında Allah Teâlâ’nın razı olduğu mü’min tavrı budur. (bk. Meryem 19/41-50; Enbiyâ’ 51-70; Saffât 37/83-98; Mümtehene 60/4-5)
اَنْتُمْ وَاٰبَٓاؤُ۬كُمُ الْاَقْدَمُونَ ﴿٧٦﴾
76. “Sizin ve eskiden beri atalarınızın tapageldiği şeylere?”
فَاِنَّهُمْ عَدُوٌّ ل۪ٓي اِلَّا رَبَّ الْعَالَم۪ينَۙ ﴿٧٧﴾
77. “Şunu bilin ki, onlar benim düşmanımdır. Ancak Âlemlerin Rabbi olan Allah dostumdur:”
Tefsir
Öncelikle dostunun sadece ve sadece Âlemlerin Rabbi Allah Teâlâ olduğunu söyler. Peşinden hem Allah’a duyduğu muhabbetin bir tezâhürü olarak hem de O’nun gerçek ilâh olduğunu izah etmeyi hedefleyerek “O ki…, O ki…, O ki…” şeklinde devam edip giden bir üslup içerisinde, sanki hiç susmayacakmış gibi, Cenâb-ı Hakk’ın bir kısım ulûhiyet ve rubûbiyet sıfatlarını zikreder. Yaratan, dünyaları ve ukbâları için kullarına doğru yolu gösteren, yediren, içiren, hastalara şifa veren[1], öldüren, dirilten ve kıyâmet günü günahları bağışlayacak olan[2] yalnız O’dur. İşte bu şekilde Halîlullah (a.s.) çok sevdiği Mevlâsı’nın zikrini uzatmıştır. Çünkü sevgiliyi çokça anmak ve gayrin zikrinden yüz çevirmek muhabbetin alâmetlerindendir. Âşıkların tenezzühü, rahat ve huzuru, ancak maşuklarının zikir bahçelerinde gezip dolaşmaları ile mümkündür. Zâhitler evratlarının sayısıyla, onları saymakla meşguldürler; ihtiyaç sahipleri ihtiyaçlarını sayıp dökerler, dualarını uzatıp dururlar; âşıklar ise bütün nefeslerini maşuklarının zikri ve senâsıyla geçirir, hep O’nu anar dururlar. (bk.Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, II, 401)
İbrâhim (a.s.), Rabbinin kim olduğunu beyân eden ifadelerden sonra, bu kez ilâhî dergâha yönelerek dua etmeye başlar:
[1] İbrâhim (a.s.), bütün üstün fiilleri Allah’a nispet ederken, hastalık da O’ndan olmasına rağmen, “hastalandığım zaman” demiş, edebe riâyet ederek kul için zâhiren zararlı bir durum olan hastalanmayı kendi nefsine izâfe etmiştir.
[2] Hz. Âişe şöyle anlatır: “Bir gün “Ey Allah’ın Rasûlü! İbn Ced‘ân cahiliye döneminde akrabalık bağlarını gözetir, yoksullara yemek yedirirdi. Fakat müşrik olarak öldü. Bunun mahşer günü ona bir faydası olacak mı?” diye sordum. Efendimiz (s.a.s.) şöyle buyurdu: «Hayır, ona bir faydası olmayacaktır. Çünkü o bir gün dahi: ‘Rabbim! Hesap günü hatalarımı bağışla’ demedi.»”(Müslim, İman 365)Ömer Çelik Tefsiri
اَلَّذ۪ي خَلَقَن۪ي فَهُوَ يَهْد۪ينِۙ ﴿٧٨﴾
78. “Beni yaratan ve bana doğru yolu gösteren O’dur.”
وَالَّذ۪ي هُوَ يُطْعِمُن۪ي وَيَسْق۪ينِۙ ﴿٧٩﴾
79. “Beni yedirip içiren O’dur.”
وَاِذَا مَرِضْتُ فَهُوَ يَشْف۪ينِۖ ﴿٨٠﴾
80. “Hastalandığım zaman bana şifâ veren O’dur.”
وَالَّذ۪ي يُم۪يتُن۪ي ثُمَّ يُحْي۪ينِۙ ﴿٨١﴾
81. “Beni öldürecek, sonra yeniden diriltecek olan O’dur.”
وَالَّذ۪ٓي اَطْمَعُ اَنْ يَغْفِرَ ل۪ي خَط۪ٓيـَٔت۪ي يَوْمَ الدّ۪ينِۜ ﴿٨٢﴾
82. “Hesap günü hatalarımı bağışlayacağını umduğum da yine O’dur.”
رَبِّ هَبْ ل۪ي حُكْمًا وَاَلْحِقْن۪ي بِالصَّالِح۪ينَۙ ﴿٨٣﴾
83. “Rabbim! Bana ilim ve hikmet ver; beni sâlihler kullarının arasına ilhak eyle!”
وَاجْعَلْ ل۪ي لِسَانَ صِدْقٍ فِي الْاٰخِر۪ينَۙ ﴿٨٤﴾
84. “Bana gelecek nesiller arasında doğrulukla ve hayırla anılmayı nasip et!”
وَاجْعَلْن۪ي مِنْ وَرَثَةِ جَنَّةِ النَّع۪يمِۙ ﴿٨٥﴾
85. “Beni, içinde ebedî nimetlerin kaynadığı cennetin vârislerinden kıl!”
وَاغْفِرْ لِاَب۪ٓي اِنَّهُ كَانَ مِنَ الضَّٓالّ۪ينَۙ ﴿٨٦﴾
86. “Baba mı da bağışla; çünkü o yolunu şaşıranlar arasında.”
وَلَا تُخْزِن۪ي يَوْمَ يُبْعَثُونَۙ ﴿٨٧﴾
87. “İnsanların diriltilecekleri gün beni rezil rüsvâ eyleme!”
يَوْمَ لَا يَنْفَعُ مَالٌ وَلَا بَنُونَۙ ﴿٨٨﴾
88. “O gün ne mal fayda verir, ne de evlat.”
اِلَّا مَنْ اَتَى اللّٰهَ بِقَلْبٍ سَل۪يمٍۜ ﴿٨٩﴾
89. “Ancak Allah’ın huzuruna tertemiz bir kalple gelenler kurtulur!”
Tefsir
O, Âlemlerin Rabbinden şunları talep eder:
İlk olarak kendisine “hüküm” vermesini ister. Kendisi peygamber olduğu için bu “hüküm”den maksat ilim, hikmet, doğru ile yanlışı birbirinden ayırabilme gücüdür. Allah’ın koyduğu hükümleri, kanunları ve sınırları bilip tanımak ve bunlara göre bir kulluk hayatı yaşamaktır.
İkincisi; kendisini sâlihler kervanına dâhil etmesini niyaz eder. Dünyada aralarında mü’min ve müslüman olarak rahatlıkla yaşayabileceği sâlih bir topluluk lütfetmesini, âhirette ise kendisini sâlihlerle beraber haşretmesini ister. Bu, her mü’minin yapması gereken bir duadır. Çünkü dünyada İslâmî ve huzurlu bir hayat ancak bu yolla mümkün olabilir; âhirette de yine kurtuluşun yolu budur.
Üçüncüsü; sonradan gelecek nesiller içinde doğrulukla ve hayırla yâd edilmeyi ister. Cenâb-ı Hak onun bu duasını kabul etmiştir. Çünkü herkes onu sevmekte, ondan övgüyle bahsetmekte ve onun neslinden gelmekle iftihar etmektedir. Bu duasıyla Hz. İbrâhim, “âhir zamanda kendi soyundan gelecekler arasında hakkı dimdik ayakta tutacak birinin gelmesini” istemiş de olabilir. Zürriyetinden Hz. Muhammed (s.a.s.)’in tüm insanlığa peygamber olarak gönderilmesiyle bu duası kabul olunmuştur.
Dördüncüsü; nâim cennetine yâni içersinde bol bol nimetlerin bulunduğu cennete vâris olmayı ister. Çünkü en büyük kurtuluş ve başarı, cehennemden kurtulup cennete girebilmektir. Âyet-i kerîmede buyrulur: “Her nefis ölümü tadacaktır. Yaptıklarınızın karşılığı ancak kıyamet günü tastamam verilecektir. Kim cehennemden uzaklaştırılıp cennete konulursa, gerçekten o kurtuluşa ermiştir. İyi bilin ki, bu dünya hayatı, aldatıcı bir faydadan başka bir şey değildir.” (Âl-i İmrân 3/185) Dolayısıyla bu dua, “ben ne cenneti isterim, ne cehennemden korkarım” gibi gaflet ifadelerini reddetmektedir.
Beşinci olarak İbrâhim (a.s.) bir müddet babası için dua ve istiğfar etmiş, fakat artık inanmayacağı ve cehennemlik olduğu kesinleşince de bundan vazgeçmiştir. (bk. Tevbe 9/114)
Son olarak Yüce Mevlâdan, insanların diriltileceği kıyâmet günü herkesin gözü önünde kendisini mahcup etmemesini, rezil rüsvâ kılmamasını, utandırmamasını ister. O gün ki orada mallar da evlatlar da insana bir fayda sağlamayacak; tek geçerli akçe “kalb-i selîm” olacaktır. Şâir der ki:
Esas gâye dünya hayatında mal ve evlat engeline takılmadan ilâhî huzura böyle bir kalp ile varabilmektir. Nitekim İbrâhim (a.s.)’ın bu duası da kabul olmuş ve hakkında: “İbrâhim Rabbine kalb-i selîmle geldi” (Saffât 37/84) buyrulmuştur.
Böyle bir selîm kalbe ulaşabilmek için, kalbin ince ve hassâs çizgileri üzerinde son derece dikkatli ve gayretli olmayı gerektiren bir çalışma yapmanın zarûreti ortadadır. Bir şâirimiz bu zaûreti şöyle dile getirir:
“Esasen gönül aynasında kâinatın bütün nakışları açıktır, âşikârdır. Yapılacak iş, o kalbi her türlü kirlerden ve paslardan arındırarak cilâlamaktır. Bu sebeple kalpten Allah’ın dışındaki tüm varlıkların sevgi ve ilgilerini tamâmen uzaklaştırınca, orada Hakk’ın nûru bütün haşmetiyle ortaya çıkar. Asıl maksat, kalbi bu şekilde temizleyip parlatabilmektir.”Şimde de, insanların Allah’ın huzurunda toplandıkları mahşer yerinden nakledilen şu manzaralara bakın:
وَاُزْلِفَتِ الْجَنَّةُ لِلْمُتَّق۪ينَۙ ﴿٩٠﴾
90. O gün cennet, kalpleri Allah’a saygı ile dopdolu olup günahlardan sakınanlara yaklaştırılacak.
وَبُرِّزَتِ الْجَح۪يمُ لِلْغَاو۪ينَۙ ﴿٩١﴾
91. Cehennem de tüm korkunçluğu ile azgınların karşısına çıkarılacak.
وَق۪يلَ لَهُمْ اَيْنَ مَا كُنْتُمْ تَعْبُدُونَۙ ﴿٩٢﴾
92. Onlara şöyle seslenilecek: “Nerede o dünyadayken taptıklarınız,”
مِنْ دُونِ اللّٰهِۜ هَلْ يَنْصُرُونَكُمْ اَوْ يَنْتَصِرُونَۜ ﴿٩٣﴾
93. “Allah’tan başka? Şimdi size yardım edebiliyorlar mı? Veya en azından kendilerine olsun faydaları var mı?”
Tefsir
Kalpleri Allah’ın saygı ve korkusuyla dopdolu olup, O’na karşı gelmekten sakınarak tertemiz bir hayat yaşayanlara mahşer yerinde cennette tadacakları sayısız nimetler gösterilir. Cennet onların bulundukları yere yaklaştırılır. Oraya bakarlar ve oraya varacakları için sevinirler. Cehennem ise kötü ve azgın kimselere gösterilir. Onlar da nihâyet oraya sürülecekleri için üzülürler. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur: “Nihâyet kıyâmeti yakından gördüklerinde inkâr edenlerin yüzleri korku ve kederden simsiyah kesilir.” (Mülk 67/27) Cenâb-ı Hak mahşer yerinde bunu mü’minler için peşin bir sevinç, kâfirler için de peşin bir ceza olması için yapar. Bu sırada cehenneme girecekleri kesinleşen müşriklere, pişmanlıklarını katmerleştirmek ve ıstıraplarını artırmak üzere, Allah’ı bırakıp taptıkları putları sorulur: “Hani nerede o şefaatini umduğunuz, yardımını beklediğiniz putlar? İşte cehennem; siz de putlarınız da oraya gireceksiniz. Bakalım size bir yardımları olabilecek mi? Hadi bundan vazgeçtik; hiç olmasa kendilerini kurtarabilecekler mi?”Ömer Çelik Tefsiri