İLAHİ AŞK
Kalbiniz üç şeyin evi olsun. İmanın, ümidin, aşkın…
Hz. Ali (r.a.)
Nur-i zikrullah bir gönüle düşerse, oradaki masivayı yakıp yıkar ve geride tertemiz bir gönül kalır.
Efendi Hazretleri “Derviş gönlüne aşk düşene derler.” Diyerek bu konuya işaret ediyor. Gönüle aşk düşmedikten sonra ne kadar uğraşılırsa uğraşılsın, kişinin derviş olamayacağına işaret ediyor.
Allah’tan (C.C.) devamlı iyilikler istenir; bunun için dualar edilir; ne kadar iyi vasıflar varsa, talep edilir. Amma, bunların elde edilmesi için önce ilahi aşk olması gerekiyor.
Ayet-i kerimede “Namaz bütün kötülüklerden alıkoyar.” buyruluyor. (Ankebut/45) Burada da, namazda huşu ve huzur isteniyor. Huşu ve huzur ile kılınmayan namaz, ayetteki hükmü yerine getiremez. O kadar namaz kılanlar var amma, kötülüklerden kurtulamıyorlar.
Başka bir ayet-i kerimede de “Beni anmak için namaz kılın.” buyruluyor. Aynı zamanda, namazın en büyük zikir olduğu belirtiliyor.
Hem de namaz, Cenâb-ı Allah’ın (C.C.) ihsanıdır, lütfudur. Allah’tan (C.C.) korkarak, tefekkürle, aşkla, muhabbetle ve huzur-u kalple kılınan bir namaz esas namazdır. O zaman, bütün kötülüklerden temizlenir insan.
Bir hadis-i şerifte “Namazda kişi, ne kadar Allah’ı tefekkür ediyorsa, ne kadar Allah’la olabiliyorsa, o kadar namaz kılmış olur.” buyruluyor.
Zikir, bütün ibadetlerin başıdır. Süleyman Çelebi Hazretleri de “Allah adın zikredelim evvela” diyerek, zikrin önemini belirtiyor.
Eğer kişi, Allah’ı (C.C.) zikrederse; kibir, riya, hased, buğuz, benlik ve bütün nefsaniyeti silinip temizlenir.
Ayet-i kerime’de “Onlar ki Allah’a inandılar, Allah’ı çok şiddetli şekilde severler, muhabbetleri sonsuzdur.” buyruluyor.
Aşkullah gönüle düşmeyince, yapılan ibadetler de makbul olmaz.
Trabzon’da Cansız Mustafa Efendi adında birisi vardı. Çok ilim sahibiydi. O çevrede diğer âlimler onunla yarışamazlardı. Fakat onunla kimse de geçinemezdi. Herkesle kavga eder, ona buna küfreder, kırıp dökerdi. Kimse de onu sevmezdi.
Demek ki mücerred olan ilim insanı güzel ahlâk sahibi yapmıyor. Âlim olmakla, şeyh olmakla, hatta müderris olmakla güzel ahlâk kazanılmıyor.
Rauf Efendi hem müderris hem de şeyhtir. Pir Efendimizin torunu Hakkı Baba ile de akrandır. Bir gün sokakta Rauf Efendi birisiyle kavga etmekte, bağırıp çağırıp küfretmektedir. Hakkı Baba da oradan geçmektedir. Rauf Efendi’nin kolundan tutup oradan ayırır; sakinleştirip bir çay ocağına götürür. Oturup çay içerler. Rauf Efendi Hakkı Baba’dan utanır. Hakkı Baba, ona bir soru sorar: “Bak efendi, sen alimsin değil mi?” “Evet” cevabını alınca “Peki, ilim ahlâkı tebdil eder mi?” Rauf Efendi az düşünür ve “Etmez.” cevabını verir.
Efendi Hazretleri sohbetlerinde, şöyle buyururlardı. “Bir nefeste niçin üç kere ‘Allah’ diyoruz bilir misiniz? Nasıl bir kış vardır. Bu kıştan çıkarken üç cemre iner. Bu üç cemre inmeden, toprağa atılan tohum çimlenmez, filizlenmez; gelişip ürün vermez. Onun gibi biz de sinemize, vicdanımıza ve vücudumuza üç cemre düşürüp, ilahi aşkın doğmasına çalışıyoruz.
Birinci “Allah” deyişimizle nefsanî fiillerimizi gideririz. İkinci “Allah” demeyle, nefsanî sıfatları gideririz. Üçüncü “Allah” demeyle de nefsanî benliğimizi gideririz. Dolayısıyla, nefsimizin buzluğundan, katılığından kurtulup, güzel ahlâkı tahakkuk ettiririz.
Demek ki, ilim sahibi olup müderris olabilirsin veya Diyanet İşleri başkanı da olabilirsin ama ilahi aşk sahibi olup, güzel ahlâk sahibi olmak öyle basit değil.
Onun için “Zikrullah nefsin öldürür, hem seni sana bildirir, irfanla seni doldurur. Her nefes zikrullah eyle, kalp ile fikrullah eyle.” buyrulmuş.
Şeytan diyor ki; “Ben bütün kulları azıtıp, sapıtırım; âlim hocaları bile. Fakat halis-muhlis olanlar (yani ihlâs sahibi olanlar) hariç.”
Mısr-i Niyazi “Vahdet-i Hakkı duyanın aklı mat, dili lal olur.” buyuruyor. Hakk’ın vahdaniyetini anlamak için fena fillah olmak gerek. O zaman akıl gider, dil de lal olur; Hakk’ın rızası dışında hareket edemez.
Efendi Hazretleri, bir sohbetinde “Siz çok bilenlerden olmayın, çok konuşup çok büyük laflar etmeye çalışmayın. Siz bilmeyenlerden olun, güzel hâl ve güzel ahlâk sahibi olun.” buyuruyor.
Nasıl ki dağların doruklarında bir verim yoktur. Ancak, aşağılara indikçe bolluk, bereket olur. Ovalarda her çeşit ürün yetişir.
Tevazu, tenezzül edeni Cenâb-ı Hakk yüceltir, ulviyete ulaştırır; uruç ettirir. Her kim kibir sahibi olursa Cenâb-ı Hakk onu da alçaltır. Bu bir hadis-i şerif mealidir.
Allah “(C.C.) bize razı olduğu ahlâki yaşantıyı ihsan etsin. ( Âmin) Bu da ahkâm ile, şeriat-ı Muhammediye ile ve telkine riayetle; Allah’ın (C.C.) zikrine sarılmakla olur.
Arzın ve semanın taşıyamadığı emanet Kur’an’ı Kerim’dir. Bu emaneti insan yüklenmiştir.
Kur’an’ın özü ve seb-ul mesan olan Fatiha-i Şerif yedi ayettir. Her ayet bir tevhid mertebesini anlatmaktadır. Aynı zamanda yedi Sıfat-ı Subutiyeyi işaret eder.
Cenâb-ı Allah (C.C.) nefs-i mutmainneye erenlere sesleniyor: “Temizlenmiş, saflaşmış, nefs-i mutmainne olmuş kul, Rabb’ine rücu et, Rabb’ine vuslat et.” (Fecr/27) Yani, nispet ef’âl, nispet sıfat ve nispet vücudundan soyunanlara hitap ediyor.
Nefs-i emmare, nispet ef’âle mukabildir. Nefs-i levvame, nispet sıfata mukabildir. Nefs-i mülhime de nispet vücuda mukabildir. Yani, fena fillah olanlar nefs-i mutmainneye ulaşmışlardır.
Allah Rasülü (S.A.V.) “Ölmeden önce ölün.” buyuruyorsa biz de ölmeden önce ölüp sırattan geçmeliyiz.
Efendi Hazretleri, tevhid ilmine (hakikat ilmine) değer verdiği kadar kitabi ilme de değer vermiştir. Buna delil olarak, oğlunu imam-hatip okulunda okutup, sonra da Libya’ya göndererek yüksek ilahiyat tahsili yaptırmasını gösterebiliriz.
Biz de şeriat ilmine önem vermeliyiz .En azından, gerektiğinde bir cemaate imamlık yapabilecek bilgi ve ilme sahip olmalıyız. İlm-i hâl bilgilerimizi geliştirmeliyiz.
Biz ehl-i sünnet vel cemaat itikadına göre yaşar ve konuşuruz. Eğer bizden yanlışlıkla ehl-i sünnet vel cemaat itikadına ters düşen bir söz işitilirse kabul etmeyin. Çünkü bilerek değil, hata ile söylenmiştir. Demek istiyoruz ki; ola ki yanlış bir şey söylense, (bunu söyleyen ister salik, ister şeyh olsun) kabul etmeyin, düzeltin. Böyle inanın, böyle hareket edin.