Eşşeyh Cüneyd-i Bağdadi (k.s)
Evliyânın büyüklerinden. Tasavvuf ehlinin çok tanınmışlarından olup, Seyyid-üt-Tâife denmekle meşhûrdur. Künyesi, Ebü’l-Kâsım’dır. Cüneyd bin Muhammed 822 (H.207)’de Nehâvend’de doğdu. Bağdat’ta büyüdü ve orada yaşadı. 911 (H.298) senesinde vefât etti.
Cüneyd-i Bağdâdî yedi yaşında iken, mektepten gelince babasının ağladığını görüp, sebebini sordu: “Zekât olarak dayın Sırrî-yi Sekâtî’ye birkaç gümüş göndermiştim, almamış. Kıymetli ömrümü, Allah adamlarının, beğenip almadığı gümüşler için geçirmiş olduğuma ağlıyorum.” dedi. Cüneyd-i Bağdâdî; “Babacığım, parayı ver ben götüreyim.” deyip dayısının evine gitti. Kapıyı çaldı. Dayısı, kim olduğunu sorunca; “Ben Cüneyd’im dayıcığım. Kapıyı aç ve babamın zekâtı olan bu gümüşleri al!” dedi. Dayısı; “Almam!” deyince, Cüneyd-i Bağdâdî; “Adl edip babama emreden ve ihsân edip, seni serbest bırakan Allahü teâlâ için al!” dedi. Dayısı; “Allahü teâlâ babana ne emretti ve bana ne ihsân etti?” dedi. Cüneyd-i Bağdâdî; “Babamı zengin yapıp, zekât vermesini emretmekle adâlet eyledi. Seni de fakir yapıp, zekâtı kabûl etmek ve etmemek arasında serbest bırakmakla ihsân eyledi.” dedi. Bu söz Sırrî-yi Sekatî’nin çok hoşuna gidip; “Oğlum! Gümüşleri kabûl etmeden önce seni kabûl ettim.” dedi ve kapıyı açıp parayı aldı.
Cüneyd-i Bağdâdî dayısına talebe olduktan bir süre sonra onunla berâber hacca gitti. Mescid-i Harâmda dört yüz kadar büyük zât, şükür hakkında konuşuyorlardı. Her zât şükrü târif ve îzâh ettiler. Netîcede dört yüz ayrı îzâh meydana geldi ise de, hepsi de bu târif ve îzâhları yetersiz buldu. Hazret-i Sırrî-yi Sekatî, orada bulunan Cüneyd-i Bağdâdî’ye; “Mâdem ki buradasın, bu hususta bir de sen bir şeyler söyle.” dedi. Cüneyd-i Bağdâdî; “Şükür, Allahü teâlânın ihsân ettiği nîmet ile O’na isyân etmemek, O’na isyân için, ihsân ettiği nîmeti sermâye olarak kullanmamaktır.” buyurdu. Orada bulunanların hepsi bu cevâba çok sevinip; “Seni tebrik ederiz. Maksadı en güzel şekilde ifâde ettin. Bu, ancak bu şekilde târif edilebilirdi.” dediler. Sırrî-yi Sekatî; “Yavrum, öyle anlıyorum ki senin lisanın doğru ve kuvvetli olacak. Böyle güzel söyleyebilmek hâli sana nereden geliyor?” deyince, Cüneyd-i Bağdâdî; “Sizin sohbetlerinizde bulunmakla efendim.” dedi.
Cüneyd-i Bağdâdî hocasına âid olan evin bir odasında kalırdı. Her an Allahü teâlâyı hatırlardı. Seccâdesi üzerinde, sabaha kadar “Allah, Allah” der, aynı abdestle sabah namazını kılardı. Bu hâl senelerce böyle devâm etti.
Bir zaman Cüneyd-i Bağdâdî’nin gözlerinde ağrı meydana geldi. Tabib çağırdılar, gelen tabib, hıristiyan idi. Muâyene edip; “Gözlerinize su değdirmeyeceksiniz.” dedi. Cüneyd-i Bağdâdî; “Su değdirmesem nasıl abdest alırım?” deyince, tabib; “Gözleriniz size lâzım ise su değdirmeyeceksiniz.” dedi. Cüneyd-i Bağdâdî abdest alıp namaz kıldı ve namazdan sonra bir mikdâr uyudu. Uyandığında gözlerinde hiç ağrı kalmamıştı. O anda duyduğu ses; “Yâ Cüneyd! Sen bizim için gözlerini fedâ ettiğin için, biz de senden o ağrıyı aldık.” diyordu. Bir zaman sonra hıristiyan tabib tekrar geldi. Baktı ki gözleri tamâmen iyi olmuş. Hayret edip; “Nasıl yaptın da iyi oldu?” dedi. Cüneyd-i Bağdâdî olanları anlatınca, Cüneyd-i Bağdâdî’nin elini öpüp îmân etti ve; “Esas ağrıyan göz sizinki değil benim gözlerim imiş. Hakikatleri göremiyen ben imişim” dedi.