R'ad Süresi Meal Ve Tefsiri 27-43

#1 von Kurban , 30.12.2023 04:09

R'ad Süresi Meal Ve Tefsiri 27-43

وَيَقُولُ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا لَوْلَٓا اُنْزِلَ عَلَيْهِ اٰيَةٌ مِنْ رَبِّه۪ۜ قُلْ اِنَّ اللّٰهَ يُضِلُّ مَنْ يَشَٓاءُ وَيَهْد۪ٓي اِلَيْهِ مَنْ اَنَابَۚ ﴿٢٧﴾
27: İnkâr edenler: “O’na Rabbinden bir mûcize indirilmeli değil miydi?” diyorlar. De ki: “Allah, dilediği kimsenin doğru yoldan sapmasına fırsat verir; kendisine gönülden yönelenleri ise doğru yola eriştirir.”
TEFSİR:
İnkârcıların doğru yolu bulamamalarının, mûcize gösterilip gösterilmemesiyle ilgili bir yönü yoktur. Eksik olan mûcize değil, doğru yolu bulma arzusudur. Bu bir tercih meselesidir. Tercihini sapıklıktan yana kullananları Allah sapıklıkta bırakır. Onlar bu sapıklık içinde şaşkın şaşkın dolaşır dururlar. Allah’a yönelip tercihini hidâyetten yana kullananları ise Allah doğru yola ulaştırır. Görüldüğü üzere tercih ve sorumluluk kula, yapılan tercihe göre sonucu yaratmak ise Allah’a aittir.
Kendi arzularıyla Allah’a gönül verip doğru yola erenler, inanılacak hususlara hakkiyle iman eden ve Allah’ın zikriyle kalpleri huzur ve itminâna eren kişilerdir.
Kalpleri huzura kavuşturan “Allah’ın zikri”nden maksat şunlar olabilir:
› Allah Teâlâ’yı birlemek, O’nun güzel isimlerini zikretmek: Bu kimseler “Lâ ilâhe ilallah” diyerek Allah’ı birlerler. Böylece kalpleri huzur ve sukûna erer. Kalpleri, dilleriyle beraber Yüce Allah’ın esmâ-i hüsnâsını, husûsiyle “Allah” ismini zikre devam etmek suretiyle mutmain olur.
Bundan dolayıdır ki, mârifetullaha yükselemeyen ve Allah’ı zikretmeyen kâfir ve gafil kalpler, hiçbir zaman ıstıraptan kurtulamaz, kalp huzuru, gönül huzuru denilen mutluluğu tadamaz. Huzur bulamaz, çırpınır durur. Üstelik bu çırpınış, geçici sebeplerin, boş emellerin sarsılıp yıkılışından kaynaklanan bir hicran acısıdır. Bu acı, hakiki mânada “Allah” demedikçe sürekli olarak devam eder gider. Fakat Allah Teâlâ’nın celâl ve azamet iksiri o kalbe düştüğü zaman, onu hiçbir değişme ve bozulmayı kabul etmeyen, bâkî, saf ve nûrânî bir cevher haline dönüştürür. Böylece kalp, Allah’ın zikri ile en yüce bir itminân mertebesine yükselme imkânı bulur. Dünyanın ve âhiretin benzersiz saadetine erer:
اَلَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَتَطْمَئِنُّ قُلُوبُهُمْ بِذِكْرِ اللّٰهِۜ اَلَا بِذِكْرِ اللّٰهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُۜ ﴿٢٨﴾
28: Onlar, iman eden ve kalpleri de dâimâ Allah’ı hatırlayıp anmakla doygunluk ve huzura eren kimselerdir. Haberiniz olsun ki, kalpler ancak Allah’ı hatırlayıp anmakla doygunluk ve huzura erer.
TEFSİR:
İnkârcıların doğru yolu bulamamalarının, mûcize gösterilip gösterilmemesiyle ilgili bir yönü yoktur. Eksik olan mûcize değil, doğru yolu bulma arzusudur. Bu bir tercih meselesidir. Tercihini sapıklıktan yana kullananları Allah sapıklıkta bırakır. Onlar bu sapıklık içinde şaşkın şaşkın dolaşır dururlar. Allah’a yönelip tercihini hidâyetten yana kullananları ise Allah doğru yola ulaştırır. Görüldüğü üzere tercih ve sorumluluk kula, yapılan tercihe göre sonucu yaratmak ise Allah’a aittir.
Kendi arzularıyla Allah’a gönül verip doğru yola erenler, inanılacak hususlara hakkiyle iman eden ve Allah’ın zikriyle kalpleri huzur ve itminâna eren kişilerdir.
Kalpleri huzura kavuşturan “Allah’ın zikri”nden maksat şunlar olabilir:
› Allah Teâlâ’yı birlemek, O’nun güzel isimlerini zikretmek: Bu kimseler “Lâ ilâhe ilallah” diyerek Allah’ı birlerler. Böylece kalpleri huzur ve sukûna erer. Kalpleri, dilleriyle beraber Yüce Allah’ın esmâ-i hüsnâsını, husûsiyle “Allah” ismini zikre devam etmek suretiyle mutmain olur.
› Bundan maksat Kur’ân-ı Kerîm’dir. Gerçekten de pek çok âyette Kur’ân-ı Kerîm “zikir” olarak tavsif edilir. (bk. Enbiyâ’ 21/50; Hicr 15/9) Kur’an, Allah’ın bir hatırlatması, en açık tebliği, en büyük bir mûcizesi ve en faydalı bir âyeti ve en muknî bir delilidir. Kalpler onun tilâveti ve âyetleri üzerinde tefekkürle mutmain olur, huzur ve sükûna erer. Çünkü gönüller, farkında oldukları veya olmadıkları sorularının cevabını orda bulurlar. Gönül aradığı cevapları buldukça rahatlar, ikna olur, huzura erer.
› Bundan maksat Kur’ân-ı Kerîm’dir. Gerçekten de pek çok âyette Kur’ân-ı Kerîm “zikir” olarak tavsif edilir. (bk. Enbiyâ’ 21/50; Hicr 15/9) Kur’an, Allah’ın bir hatırlatması, en açık tebliği, en büyük bir mûcizesi ve en faydalı bir âyeti ve en muknî bir delilidir. Kalpler onun tilâveti ve âyetleri üzerinde tefekkürle mutmain olur, huzur ve sükûna erer. Çünkü gönüller, farkında oldukları veya olmadıkları sorularının cevabını orda bulurlar. Gönül aradığı cevapları buldukça rahatlar, ikna olur, huzura اَلَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ طُوبٰى لَهُمْ وَحُسْنُ مَاٰبٍ ﴿٢٩﴾
29: O iman edip sâlih amel işleyenler var ya; işte dünyada huzurlu bir hayat, âhirette de varılacak yerlerin en güzeli olan cennet onları beklemektedir.
TEFSİR:
طُوبٰى (tûbâ) sözlükte “misk gibi tayyip olmak, hoş olmak, hayır, şeref, gıpta, cennet, bahçe” gibi mânalara gelir. “Tûbâ lehüm” ifadesi bir dua cümlesi olup, “Hoş olasınız, hoş olunuz” demektir. Buna göre âyet-i kerîme iman edip sâlih ameller işleyenlere:
Her türlü nimetlerin, güzelliklerin,
Daimî iyilik ve tükenmez hayırların,
Hoşluk, ferahlık ve göz aydınlığının,
Dünya ve ukbâda tatlı, huzurlu ve hoş bir hayatın,
Varılacak, barınılacak en güzel cennetlerin verileceğini müjdeler.
Peygamberimiz (s.a.s.)’in gönderilmesinin en büyük hikmeti, işte bu ilâhî müjdenin insanlığa ulaştırılması ve buna inanmayanları nasıl kötü bir sonun beklediğinin hatırlatılmasıdır:erer.
كَذٰلِكَ اَرْسَلْنَاكَ ف۪ٓي اُمَّةٍ قَدْ خَلَتْ مِنْ قَبْلِهَٓا اُمَمٌ لِتَتْلُوَ۬ا عَلَيْهِمُ الَّذ۪ٓي اَوْحَيْنَٓا اِلَيْكَ وَهُمْ يَكْفُرُونَ بِالرَّحْمٰنِۜ قُلْ هُوَ رَبّ۪ي لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَۚ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ وَاِلَيْهِ مَتَابِ ﴿٣٠﴾
30: Rasûlüm! Seni de böylece, kendilerinden önce nice ümmetlerin gelip geçtiği bir topluma peygamber gönderdik ki, sana vahyettiklerimizi onlara okuyup açıklayasın. Çünkü onlar, câhilliklerinden Rahmân olan Allah’ı inkâr ediyorlar. De ki: “O, benim Rabbimdir; O’ndan başka ilâh yoktur. Ben bütün varlığımla yalnız O’na güvenip dayandım ve dönüşüm de sadece O’nadır.”
TEFSİR:
Müşrikler, “Allah” ismini biliyor, fakat Allah’ın “Rahmân” ismini bilmiyorlardı. Kendilerine “Rahmân’a secde edin!” denildiğinde, “Rahman da kimmiş?” diyorlardı. (bk. Furkân 25/60) Hatta bir defasında Ebu Cehil, Allah Resûlü (s.a.s.)’in Kâbe’nin yanında: “Yâ Allah, yâ Rahmân!” diye dua ettiğini işitince: “Muhammed bize başka ilâhlara ibâdet etmeyi yasaklıyordu. Şimdi kendisi iki ilâha dua ediyor” demişti. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme ve: “De ki: «İster Allah diyerek, isterse Rahmân diyerek yalvarın. Hangisiyle yalvarırsanız olur; çünkü en güzel isimler O’nundur.” Sen de namazında, niyâzında sesini fazla yükseltme, büsbütün de kısma, ikisi arasında orta bir yol tut»” (İsrâ 17/110) âyeti nâzil olmuştur. (Kurtubî, el-Câmi‘, IX, 318) Fakat onlar “Rahman”la birlikte, kendisine ortak koşmak suretiyle Allah’ın birliğini de inkâr ediyorlar, rahmeti her şeyi kuşatmış olan Allah’ın, peygamber gönderip ona kitap indirerek kullarına merhamet etmesini kabullenemiyorlardı. Oysa:
Kaynak: Ömer Çelik Tefsiri
وَلَوْ اَنَّ قُرْاٰنًا سُيِّرَتْ بِهِ الْجِبَالُ اَوْ قُطِّعَتْ بِهِ الْاَرْضُ اَوْ كُلِّمَ بِهِ الْمَوْتٰىۜ بَلْ لِلّٰهِ الْاَمْرُ جَم۪يعًاۜ اَفَلَمْ يَا۬يْـَٔسِ الَّذ۪ينَ اٰمَنُٓوا اَنْ لَوْ يَشَٓاءُ اللّٰهُ لَهَدَى النَّاسَ جَم۪يعًاۜ وَلَا يَزَالُ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا تُص۪يبُهُمْ بِمَا صَنَعُوا قَارِعَةٌ اَوْ تَحُلُّ قَر۪يبًا مِنْ دَارِهِمْ حَتّٰى يَأْتِيَ وَعْدُ اللّٰهِۜ اِنَّ اللّٰهَ لَا يُخْلِفُ الْم۪يعَادَ۟ ﴿٣١﴾
31: İnsanlar inansın diye ilâhî bir kitapla dağlar yürütülecek, yeryüzü parça parça edilecek ve ölüler diriltilip konuşturulacak olsaydı, o kitap yine bu Kur’an olurdu. Fakat inatçı kâfirler buna da inanmazlardı. Gerçek şu ki, her şeyi murad edip yapmak yalnızca Allah’ın elindedir. Mü’minler hâlâ şunu anlamadı mı: Eğer Allah dileseydi bütün insanları doğru yola erdirirdi. Fakat o kâfirlerin yaptıkları işler, kurdukları düzenler ve sistemler yüzünden, başlarına âni ve büyük felâketler gelmesi veya bunların yurtlarının hemen yakınına inmesi devam edecektir. Allah’ın verdiği söz yerine gelinceye kadar da bu böyle sürüp gidecektir. Allah verdiği sözden asla caymaz.
TEFSİR:
Rivayete göre Resûlullah (s.a.s.)’in Mekke kâfirlerini İslâm’a davet ettiği bir gün, müşriklerden Abdullah b. Ümeyye el-Mahzûmî adında biri şöyle dedi: “Eğer sana inanıp peşinden gelmemizi istiyorsan, haydi Kur’an ile Mekke’nin dağlarını gözümüzün önünde yürüt. Bunları bizden uzaklaştır ki ortalık biraz genişlesin. Bilindiği üzere burası dar bir arazidir. Bu şehirde bizim için pınarlar ve nehirler akıt ki ağaç dikebilelim, ekin ekebilelim. Sen, iddia ettiğin gibi Rabbinin katında Dâvûd’dan daha önemsiz değilsin. Rabbi dağları onun emrine vermiş, dağlar onun­la birlikte yürümüş, zikretmişti. Rüzgarları da emrimize ver, onlara bi­nip Şam’a kadar gidelim, ihtiyaçlarımızı görüp aynı gün geri dönebilelim. Çünkü iddia ettiğine göre rüzgârlar Süleyman’ın emrine boyun eğmişti. Elbette sen Rabbinin katında Süleyman’dan daha kıymetsiz değil­sin. Yine bize büyük deden Kusay’ı veya istediğin ölülerden herhangi birini dirilt de, söylediğin bu şeylerin doğru mu, değil mi olduğunu ona soralım. Nitekim İsa ölüleri diriltirdi. Şüphesiz sen de Allah katında ondan daha önemsiz değilsin.” Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu. (Kurtubî, el-Câmi‘, IX, 318-319)
Bu âyet, onlara ve onlar gibi düşünenlere, peygamber göndermek ve kitap indirmekten maksadın, istedikleri bu nevi harikulade şeyleri yapmak olmadığını bildirdi. Kur’an’ın indirilmesindeki hikmet ve gaye, okunması, anlaşılması, âyetleri üzerinde tefekkür edilmesidir. Kendisine iman edilip gereğince amel yapılmasıdır. Onunla insanları doğru yola erdirmek, onlara hakkı hak bâtılı bâtıl olarak göstermek, kalpleri Allah’ın zikriyle tatmin ve tenvir etmektir. Neticede dünya ve âhiret saadetine ulaşmaktır. Bununla birlikte herhangi bir kitap vasıtasıyla öyle şeyler yapılacak olsaydı, yine bunlar ancak Kur’an’la yapılırdı. Çünkü Kur’an hakkında: “Eğer biz bu Kur’an’ı bir dağın tepesine indirseydik, sen onu Allah korkusundan başını eğip paramparça olduğunu görürdün” (Haşr 59/21) buyrulmaktadır.

وَلَقَدِ اسْتُهْزِئَ بِرُسُلٍ مِنْ قَبْلِكَ فَاَمْلَيْتُ لِلَّذ۪ينَ كَفَرُوا ثُمَّ اَخَذْتُهُمْ۠ فَكَيْفَ كَانَ عِقَابِ ﴿٣٢﴾
32: Gerçek şu ki, senden önceki peygamberlerle de alay edilmişti. Fakat ben, belki yanlışlarından dönerler diye inkâr edenlere mühlet verdim; dönmeyince de onları azabımla kıskıvrak yakaladım. Böylece, cezalandırmamın nasıl olduğunu gördüler.
TEFSİR:
Müşrikler, Peygamberimiz (s.a.s.)’den mûcize istiyor, her vesileyle onunla alay ediyorlardı. Şüphesiz ki böyle durumlar, Efendimiz (s.a.s.)’i üzüyordu. Yüce Allah, önceki peygamberlerin de alaya alındığını, onlarla alay edenlerin ise neticede helak edildiklerini haber vermek suretiyle Habibi’ni teselli, ona eziyet edenleri de tehdit etmektedir.
Bu âyet-i kerîme, peygamber ve velilerle alay etmenin, şakî ve bedbaht olmanın alâmetlerinden biri olduğuna işaret eder. Nitekim hadîs-i kudsîde: “Benim bir dostuma düşmanlık eden, bana savaş açmış demektir” (Buhârî, Rikak 38) buyrulur.
Allah’ın dostunu ve düşmanını bilmek için öncelikle Allah’ın nasıl bir zat olduğunu tanımanın gerekliliğini ifade etmek üzere şöyle buyruluyor:
اَفَمَنْ هُوَ قَٓائِمٌ عَلٰى كُلِّ نَفْسٍ بِمَا كَسَبَتْۚ وَجَعَلُوا لِلّٰهِ شُرَكَٓاءَۜ قُلْ سَمُّوهُمْۜ اَمْ تُنَبِّؤُ۫نَهُ بِمَا لَا يَعْلَمُ فِي الْاَرْضِ اَمْ بِظَاهِرٍ مِنَ الْقَوْلِۜ بَلْ زُيِّنَ لِلَّذ۪ينَ كَفَرُوا مَكْرُهُمْ وَصُدُّوا عَنِ السَّب۪يلِۜ وَمَنْ يُضْلِلِ اللّٰهُ فَمَا لَهُ مِنْ هَادٍ ﴿٣٣﴾
33: Her insanın hayır veya şer ne işlediğini görüp gözeten Allah, hiç bunu yapmaktan âciz olan putlarla bir tutulabilir mi? Buna rağmen, kalkıp bir de Allah’a ortaklar koşuyorlar. De ki: “Haydi bunları adlandırın; kimdirler, ne iş yaparlar? Ne o, yoksa siz Allah’a yeryüzünde bilmediği bir şeyi mi haber veriyorsunuz? Yahut gelişi güzel, anlamsız sözlerle mi kendinizi aldatıyorsunuz?” Doğrusu o kâfirlere kurdukları tuzaklar süslü gösterildi ve böylece doğru yola girmeleri engellendi. Zâten Allah kimi sapıklık içinde bırakırsa, artık hiç kimse onu doğru yola iletemez.
لَهُمْ عَذَابٌ فِي الْحَيٰوةِ الدُّنْيَا وَلَعَذَابُ الْاٰخِرَةِ اَشَقُّۚ وَمَا لَهُمْ مِنَ اللّٰهِ مِنْ وَاقٍ ﴿٣٤﴾
34: Onları dünya hayatında mâhiyetini tahmin edemeyecekleri cezalar beklemektedir. Âhiret azabı ise elbette çok daha çetindir. Onları Allah’ın azabından koruyacak da hiç kimse yoktur.
TEFSİR:
Her bir insanı yaratan, onu rızıklandıran, onu koruyan, ona kazanma gücü veren, hayır veya şer yaptıklarını bilen ve bunların karşılığını verecek olan Allah Teâlâ’dır. Bu vasıflara sahip olan Allah’ı, böyle bir özelliği olmayan putlarla kıyaslamak nasıl mümkün olabilir? Bu bakımdan, putlar kastedilerek söylenen, “Haydi bunları adlandırın; kimdirler, ne iş yaparlar?” ifadesi, onların, kendilerine isim bile verilemeyecek kadar değersiz ve anlamsız şeyler olduğunu haber verir. Gerçekte Allah’ın hiçbir ortağı yoktur ve O’nun ilmi de ortağı olmadığı istikametinde tahakkuk etmiştir. Bu sebeple, O’nun ortağının olduğunu söylemek, Allah’a bilmediği bir hususu haber vermek demektir. Her şeyi bilen Allah’a, bilmediği bir şeyi haber vermek mümkün olmadığına göre, o halde şirk iddiası, lafzı olan fakat anlamı olmayan içi boş, kof ve saçma sözlerden öteye geçmeyecektir. Müşriklerin böyle bir yanlışa teşebbüs etmelerinin sebebi, kurdukları tuzakların şeytan tarafından kendilerine süslü gösterilmesi ve böylece Allah yolundan uzaklaşmalarıdır.
مَثَلُ الْجَنَّةِ الَّت۪ي وُعِدَ الْمُتَّقُونَۜ تَجْر۪ي مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُۜ اُكُلُهَا دَٓائِمٌ وَظِلُّهَاۜ تِلْكَ عُقْبَى الَّذ۪ينَ اتَّقَوْاۗ وَعُقْبَى الْكَافِر۪ينَ النَّارُ ﴿٣٥﴾
35: Allah’a karşı gelmekten sakınan ve saygı dolu bir gönülle O’nun istediği gibi kulluk yapanlara va‘dedilen cennetin misâli şöyledir: Ağaçlarının arasından ve köşklerinin altından ırmaklar akar, yiyecekleri de, gölgesi de devamlıdır. İşte Rabbinden korkup günahlardan sakınanların mutlu sonu budur. Kâfirlerin âkıbeti ise ateştir.
TEFSİR:
Burada ancak takvâ sahibi olanların varacağı cennetin üç vasfı haber verilir:
› Bahçelerinin arasından ve köşklerinin altından ırmaklar akar. Bunlardan bir kısmı berrak sudan, hâlis sütten, lezzetli şaraptan ve süzülmüş baldan ırmaklardır. (bk. Muhammed 47/15)
› Nimetleri, meyve ve yemişleri dâimîdir. Bilindiği gibi dünya bahçelerinin meyveleri devamlı olmaz. Fakat âhiret cennetlerinin meyveleri devamlıdır; hiç kesintiye uğramaz. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur: “Cennetlikler bol bol meyveler arasında yaşarlar. Ki ne eksilip tükenir, ne de onlardan esirgenir.” (Vâkıa 56/32-33)
› Gölgesi de devamlıdır. Orada sıcak, soğuk, güneş, ay ve karanlık diye bir şey yoktur. Nitekim bir âyet-i kerîmede: “Cennet ehli orada ne yakıcı bir güneş sıcağı görürler, ne de dondurucu bir kış soğuğu” (İnsan 76/13) buyrulur.Kâfirler ise bu nimetlerden mahrum kalacak ve cehenneme gideceklerdir. Ehl-i kitaba gelince:

وَالَّذ۪ينَ اٰتَيْنَاهُمُ الْكِتَابَ يَفْرَحُونَ بِمَٓا اُنْزِلَ اِلَيْكَ وَمِنَ الْاَحْزَابِ مَنْ يُنْكِرُ بَعْضَهُۜ قُلْ اِنَّمَٓا اُمِرْتُ اَنْ اَعْبُدَ اللّٰهَ وَلَٓا اُشْرِكَ بِه۪ۜ اِلَيْهِ اَدْعُوا وَاِلَيْهِ مَاٰبِ ﴿٣٦﴾
36: Kendilerine kitap verdiğimiz bazı kimseler, sana indirilen Kur’an’dan memnuniyet ve sevinç duyarlar. Fakat o gruplar içinde Kur’an’ın bazı âyetlerini inkâr edenler de vardır. De ki: “Bana ancak Allah’a kulluk etmem ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmamam emredildi. Ben sadece O’nu ilâh tanır, O’na dâvet eder ve bütün varlığımla ancak O’na yönelirim.”
TEFSİR:
Yahudi ve hıristiyanlardan iman şerefiyle şerefyâb olanlar, Allah Resûlü (s.a.s.)’e indirilen Kur’an ile sevinirler. Çünkü onlar, Kur’an’ın, Allah’ın kullarına olan en büyük bir rahmet, ihsan ve kerem tecellisi olduğunu bilirler. Fakat Ehl-i kitabın hepsi böyle değildir. İçlerinden Peygamberimiz (s.a.s.)’e karşı kin ve düşmanlıkta birleşip, birbirlerine muhalif bir şekilde hareket eden çeşitli gruplar, arzularına uygun düşmediği için Kur’an’ın bir kısım âyetlerini inkâr ederler. Mesela Hz. İsa’nın peygamber olduğunu haber veren bir kısım âyetleri yahudiler inkâr etmekte; onun Allah’ın oğlu olmadığını bildiren ve teslisi reddeden âyetleri de Hıristiyanlar inkâr etmektedir. Muhalif gruplardan biri de müşriklerdir. Onlar da Allah’ın varlığına inanıp kâinatı O’nun yarattığını kabul ettikleri halde, putperestliği, şirki ve küfrü ortadan kaldıran; öldükten sonra dirilişin, hesabın ve ebedi bir hayatın varlığını haber veren âyetleri reddetmektedirler. Halbuki kurtuluş için Kur’an’ın tamâmına iman etmek, onun tarif buyurduğu şekilde Allah Teâlâ’yı tanımak, O’na hiçbir şeyi ortak koşmamak ve O’na ihlasla kulluk etmek gerekir. İşte Resûlullah (s.a.s.), insanları buna davet etmiştir. Çünkü herkesin nihâî dönüşü Allah’a olacaktır. Kıyâmeti, yeniden dirilişi, haşri, neşri, hesabı, cennet ve cehennemiyle âhiret hayatı mutlaka tahakkuk edecektir. Kur’an’ın iniş gayesi bu dinî gerçekleri haber vermektir:
وَكَذٰلِكَ اَنْزَلْنَاهُ حُكْمًا عَرَبِيًّاۜ وَلَئِنِ اتَّبَعْتَ اَهْوَٓاءَهُمْ بَعْدَ مَا جَٓاءَكَ مِنَ الْعِلْمِۙ مَا لَكَ مِنَ اللّٰهِ مِنْ وَلِيٍّ وَلَا وَاقٍ۟ ﴿٣٧﴾
37: Böylece biz Kur’an’ı Arapça dilinde nihâî bir hüküm ve hikmet kaynağı olarak indirdik. Şâyet, sana İlim’den gelen bu kadar gerçekten sonra onların arzu ve isteklerine uyarsan, seni Allah’ın azabından kurtaracak ne bir dost bulabilirsin, ne de bir koruyucu.
TEFSİR:
Kur’ân-ı Kerîm, Allah’ın hükümlerini Arapça olarak beyân eden gerçek hüküm kaynağı, sağlam ve hikmet dolu bir kitaptır. O, dinler arası, milletler arası, insanlar arası, kişiler arası bütün anlaşmazlıkları çözecek; her türlü meseleye ince, hikmetli çözümler getirecek cihanşumûl hâkim bir kanundur. Onun dili Arapça’dır. İhtiva ettiği ilâhî hükümleri Arapça olarak beyân buyurmuştur. Hükmünün geçerliliği Arapça olan aslına uygunluk şartına bağlanmıştır. Bu sebeple:
› Daha önce indirilmiş olan semavi kitapların, Kur’ân’a uymayan, Kur’ân’ın tasdikinden geçmeyen hükümleri ile amel etmek caiz değildir.
› Kur’ân’ın Arapça orijinal metnini dikkate almadan doğrudan doğruya tercümelerinden hüküm çıkarmaya kalkışmak doğru olmaz. Çünkü, hüküm ancak Arapça indirilmiş olan aslına aittir. Buna göre Kur’ân, yalnızca tilavet edilmekle kalmamalı, mücibince amel edilip, bütün hükümleri insanlar arasında icra edilmelidir. (bk. Nisâ 4/105; Mâide 5/48)Eğer kâfirler, Resûlullah (s.a.s.)’i tabiatüstü güçleri olmayan ölümlü bir insan olduğu için reddediyorlarsa, şunu iyi bilsinler:
وَلَقَدْ اَرْسَلْنَا رُسُلًا مِنْ قَبْلِكَ وَجَعَلْنَا لَهُمْ اَزْوَاجًا وَذُرِّيَّةًۜ وَمَا كَانَ لِرَسُولٍ اَنْ يَأْتِيَ بِاٰيَةٍ اِلَّا بِاِذْنِ اللّٰهِۜ لِكُلِّ اَجَلٍ كِتَابٌ ﴿٣٨﴾
38: Elbette biz, senden önce de peygamberler gönderdik; onlara da eşler ve çocuklar verdik. Ayrıca Allah’ın izni olmadan hiçbir peygamberin bir mûcize göstermesi sözkonusu olmamıştır. Her zamanın, kulların maslahatlarına göre yazılmış bir hükmü vardır.
TEFSİR:
Bu âyetlerde müşrik ve münkirlerin bir kısım itirazlarına kısa ve özlü cevaplar verilmektedir:
Birincisi; müşrikler, eşleri ve çocukları var diye Hz. Muhammed (s.a.s.)’in peygamber olamayacağını ileri sürüyorlardı. Onlara göre peygamber melek cinsinden olmalı, yeme, içme, evlenme gibi dünyevi arzuları olmamalıydı. Bu itiraza, “önceki peygamberlerin de eşleri ve çocukları olduğu” gerçeğiyle cevap verilir. Bu durum onlar hakkında caiz olduğuna göre Hz. Muhammed (s.a.s.) hakkında da caizdir.
İkincisi; onlar, “Eğer o gerçekten peygamber olsaydı Hz. Mûsâ’nın asası ve parlayan eli gibi bir mûcize gösterir veya Hz. İsa gibi körlerin gözünü açar yahut Hz. Sâlih’in devesi gibi bir mûcize getirirdi” diyorlardı. Bu itiraza, “hiçbir peygamberin kendiliğinden bir mûcize getirmesine imkân ve ihtimal olmadığı; ancak Allah Teâlâ gerekli olduğunu gördüğü yer ve zamanda bir mûcize gösterdiği; gerekli olduğunu gördüğü yer ve zamanda da mûcize göstereceği” sözüyle cevap verilir.
Üçünmcüsü; onlar, “Daha önce vahyedilmiş Tevrat ve İncil gibi kitaplar dururken bu yeni kitaba ne gerek vardı? Eğer o gerçek peygamber olsaydı onları neshetmezdi. Halbuki o, önceki kitapların tahrif edildiğini, bu yüzden Allah’ın onları iptal edip ardında da bu yeni kitaba uyulmasını emrettiğini söylemektedir” diye itiraz ediyorlardı. Bu itiraza da, “Allah katında, her zaman ve zemin için kulların maslahatları dikkate alınarak yazılmış, karara bağlanmış bir hüküm olduğu; buna göre Cenâb-ı Hakk’ın vakti gelince bazı şeriatleri neshedip yerine o dönemdeki insanların ihtiyaçlarını karşılayacak yeni şeriatler getirebileceği, çünkü bütün bilgilerin kayıtlı olduğu Ümmü’l-Kitâp yani Levh-i Mahfuz’un O’nun katında bulunduğu” ifadeleriyle cevap verilir.
“Allah dilediğini siler, dilediğini bırakır” (Ra‘d 13/39) beyânına, şeriatlerin neshedilmesi ve geçerli halde bırakılması yanında başka mânalar da verilebilir:
يَمْحُوا اللّٰهُ مَا يَشَٓاءُ وَيُثْبِتُۚ وَعِنْدَهُٓ اُمُّ الْكِتَابِ ﴿٣٩﴾
39: Allah dilediğini siler, dilediğini bırakır. Ana kitap O’nun katındadır.
TEFSİR:
Bu âyetlerde müşrik ve münkirlerin bir kısım itirazlarına kısa ve özlü cevaplar verilmektedir:
Birincisi; müşrikler, eşleri ve çocukları var diye Hz. Muhammed (s.a.s.)’in peygamber olamayacağını ileri sürüyorlardı. Onlara göre peygamber melek cinsinden olmalı, yeme, içme, evlenme gibi dünyevi arzuları olmamalıydı. Bu itiraza, “önceki peygamberlerin de eşleri ve çocukları olduğu” gerçeğiyle cevap verilir. Bu durum onlar hakkında caiz olduğuna göre Hz. Muhammed (s.a.s.) hakkında da caizdir.
İkincisi; onlar, “Eğer o gerçekten peygamber olsaydı Hz. Mûsâ’nın asası ve parlayan eli gibi bir mûcize gösterir veya Hz. İsa gibi körlerin gözünü açar yahut Hz. Sâlih’in devesi gibi bir mûcize getirirdi” diyorlardı. Bu itiraza, “hiçbir peygamberin kendiliğinden bir mûcize getirmesine imkân ve ihtimal olmadığı; ancak Allah Teâlâ gerekli olduğunu gördüğü yer ve zamanda bir mûcize gösterdiği; gerekli olduğunu gördüğü yer ve zamanda da mûcize göstereceği” sözüyle cevap verilir.
Üçünmcüsü; onlar, “Daha önce vahyedilmiş Tevrat ve İncil gibi kitaplar dururken bu yeni kitaba ne gerek vardı? Eğer o gerçek peygamber olsaydı onları neshetmezdi. Halbuki o, önceki kitapların tahrif edildiğini, bu yüzden Allah’ın onları iptal edip ardında da bu yeni kitaba uyulmasını emrettiğini söylemektedir” diye itiraz ediyorlardı. Bu itiraza da, “Allah katında, her zaman ve zemin için kulların maslahatları dikkate alınarak yazılmış, karara bağlanmış bir hüküm olduğu; buna göre Cenâb-ı Hakk’ın vakti gelince bazı şeriatleri neshedip yerine o dönemdeki insanların ihtiyaçlarını karşılayacak yeni şeriatler getirebileceği, çünkü bütün bilgilerin kayıtlı olduğu Ümmü’l-Kitâp yani Levh-i Mahfuz’un O’nun katında bulunduğu” ifadeleriyle cevap verilir.
“Allah dilediğini siler, dilediğini bırakır” (Ra‘d 13/39) beyânına, şeriatlerin neshedilmesi ve geçerli halde bırakılması yanında başka mânalar da verilebilir:
Kâinattaki yaratılışa baktığımızda, Allah Teâlâ, âlemde birtakım şeyleri yok edip ortadan kaldırırken, diğer birtakım şeyleri durdurur ve yeniden vücuda getirir. Mesela bir milleti helak eder, diğer bir milleti yaşatır. Aynı şekilde bir toplum içinde biri ölürken biri doğar veya biri yaşamaya devam eder. Aynı varlıkta hastalık, yaşlanma gibi sebeplerle durmadan durum değişikliği olur. Bedende hücreler bir yandan ölürken, bir yandan da yenileri onların yerine geçer.
وَاِنْ مَا نُرِيَنَّكَ بَعْضَ الَّذ۪ي نَعِدُهُمْ اَوْ نَتَوَفَّيَنَّكَ فَاِنَّمَا عَلَيْكَ الْبَلَاغُ وَعَلَيْنَا الْحِسَابُ ﴿٤٠﴾
40: Onların başına gelecek azabın bir kısmını sen hayatta iken yerine getirip sana göstersek de veya sen bunların hiçbirini görmeden seni vefat ettirsek de, fark etmez. Her halükarda senin vazîfen sadece tebliğ etmektir. Bize ait olan ise neticeyi tâyin ve herkese hak ettiğini vermektir.
TEFSİR:
Peygamberin vazifesi, kendisine bildirilen ilâhî hükümlerin tamamını apaçık ve anlaşılır bir şekilde tebliğ etmektir. Allah’ın va‘dettiği müjdeleri ve ikaz buyurduğu dünyevî veya uhrevî musibet ve azapları ilgili muhataplara haber vermektir. Fakat, özellikle dünyada meydana geleceğini haber verdiği belâ ve musibetlerin gerçekleşmesine şâhit olmak, tebliğin gereklerinden değildir. Peygamber (a.s.), onların bir kısmını ya görür veya görmeden vefat edebilir. Bunun pek fazla önemi yoktur. Mühim olan, olayların sonucuna şâhit olmak değil, tebliğin hakkıyla yerine getirilmesidir. O, üzerine düşeni yaptıktan sonra, gerisini Allah’a havale etmelidir. Cenâb-ı Hakk’ın, kendine terettüp eden işleri en güzel şekilde ve eksiksiz olarak yapacağında; ister kevnî ister şer‘î olsun dilediğini imha edip dilediğini sabit kılacağında şüphe yoktur. Bunun en açık delili Allah Teâlâ’nın yeryüzünde her an meydana gelen kudret tecellileridir:
اَوَلَمْ يَرَوْا اَنَّا نَأْتِي الْاَرْضَ نَنْقُصُهَا مِنْ اَطْرَافِهَاۜ وَاللّٰهُ يَحْكُمُ لَا مُعَقِّبَ لِحُكْمِه۪ۜ وَهُوَ سَر۪يعُ الْحِسَابِ ﴿٤١﴾
41: Bizim, emrimizle yeryüzüne gelip onu etrafından nasıl eksiltip durduğumuzu görmüyorlar mı? Allah hükmünü verir; O’nun hükmünü denetleyecek ve tatbikini engelleyecek hiçbir güç yoktur. Allah, hesabı çok çabuk bitirendir.
TEFSİR:
Bu âyet-i kerîmeye hem hakîki hem de mecazi mâna verilebilir:
› Hakîki mânaya göre; “yeryüzünün etrafından eksiltilmesi”nden maksat; erozyon dediğimiz toprağın yağmur, sel ve rüzgar gibi tabii güçlerin tesiriyle yerinden kayması, dağların ve tepelerin aşınması yahut yer küresinde meydana gelen olaylar neticesinde kürenin hacminin noksanlaşmasıdır.
› Mecazi mânaya göre ise İslâm’ın gelişmesi, müslümanların ilerlemesiyle birlikte kâfirlerin sahip olduğu ülkelerin peyderpey fethedilmesi, topraklarının azalması, nüfûzlarının kırılması, feyiz ve bereketlerinin gitmesi; galibiyetlerinin mağlubiyete, kuvvetlerinin zâfiyete, kemallerinin noksanlığa dönüştürülmesidir.
Bunların hepsine hükmedip yapan Allah’tır. O’nun verdiği bir hükmü takip edecek, denetleyecek, icra ve infazına mâni olacak hiçbir güç yoktur. O’nun hesâbı da çok süratlidir. İstediğini göz açıp kapamadan yapabilir, azabı ansızın gelebilir:
وَقَدْ مَكَرَ الَّذ۪ينَ مِنْ قَبْلِهِمْ فَلِلّٰهِ الْمَكْرُ جَم۪يعًاۜ يَعْلَمُ مَا تَكْسِبُ كُلُّ نَفْسٍۜ وَسَيَعْلَمُ الْكُفَّارُ لِمَنْ عُقْبَى الدَّارِ ﴿٤٢﴾
42: Onlardan öncekiler de peygamberlerine tuzak kurdular. İyi bilin ki Allah, bütün tuzakları boşa çıkardığı gibi, dâimâ kendi hükmünü ve onların anlayamayacağı ince planlarını hâkim kılar. O, her bir kişinin ne yaptığını, sevap ve günah adına ne kazandığını bilir. O kâfirler de, dünyanın sonunda güzel bir hayatın kimleri beklediğini yakında bileceklerdir.
TEFSİR:
Peygamberlere karşı tuzak kurmak, türlü türlü hile ve desiselere başvurmak yeni bir durum değil, öteden beri devam ede gelen bir gerçektir. Onlar tuzak kurdular, Allah Teâlâ da o tuzakları başlarına geçiriverdi. Çünkü sonuç itibariyle ve bütünüyle mekir Allah’a aittir. Allah’ın mekrine göre, diğerlerinin yaptığı mekirler hiçtir, mekir bile sayılmaz. Çünkü “mekr”in hakikatı gizli, sezilmesi, anlaşılması mümkün olmayan bir kötülüğü birine ulaştırmaktır. Onu bilmeden oyuna getirmek, kötü duruma düşürmektir. Oysa Cenâb-ı Hak’tan gizli olan bir şey yoktur. Kulların bütün yaptıkları ve yapacakları Allah tarafından bilinmektedir. Her şey O’nun bilgisi ve kudreti altında cereyan etmektedir. Bu sebeple onlar tuzak kurmaya çalışırken, sadece kendi kendilerini aldatmakta ve kendi düşecekleri kuyuyu kazmış olmaktadırlar. Allah’ı oyuna getirmek mümkün olmadığına göre, yaptıkları işle başlarına gelecek oyunu kendileri hazırlamış olmaktadırlar. Hâsılı, Allah bir yere kadar onların önünü açar, onlar da “ha başardık ha başarıyoruz” zannederlerken, o oyunlarının cezası olarak Allah tarafından öyle gizli bir belaya uğratılırlar ki, bütün hayal, beklenti ve tahminlerinin aksine mahvolur giderler.
Bu âyetle de Cenâb-ı Hak, Peygamberimiz (s.a.s.) ve müslümanları teselli etmekte, düşmanlarının tuzaklarını boşa çıkarıp kendilerine yardım edeceğini müjdelemektedir.Buna rağmen kâfirlerin Peygamberimiz (a.s.)’a olan itirazları devam ediyor ve:
وَيَقُولُ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا لَسْتَ مُرْسَلًاۜ قُلْ كَفٰى بِاللّٰهِ شَه۪يدًا بَيْن۪ي وَبَيْنَكُمْۙ وَمَنْ عِنْدَهُ عِلْمُ الْكِتَابِ ﴿٤٣﴾
43: İnkâr edenler: “Sen peygamber değilsin” diyorlar. De ki: “Benimle sizin aranızda şâhit olarak Allah ile O’nun kitapları hakkında bilgi sahibi olanlar yeter!”
TEFSİR:
Hz. Muhammed (s.a.s.) Efendimiz’in peygamber olduğunun şâhitleri şunlardır:
› En büyük şâhit Allah Teâlâ’dır. Çünkü O, Peygamberimiz (s.a.s.)’e en büyük mûcize olarak Kur’ân-ı Kerîm’i indirmiş ve ona, doğruluğuna dair başka mûcizeler de ihsan etmiştir. Mûcize ise, birinin peygamber olduğuna kesin hüküm vermeyi gerektiren hususi bir iş, hârikulâde bir hâdisedir.
› İlâhî kitapların ilmine sahip olanlar da Peygamberimiz’in doğruluğuna şâhitlik ederler. Çünkü onlar, Hz. Muhammed (s.a.s.)’e indirilen gerçeklerle önceki peygamberlere indirilen gerçeklerin aynı olduğunu bilirler. Bunların aynı kaynaktan geldiğine şâhitlik yaparlar. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur: “Onlar, ellerindeki Tevrat ve İncil’de özelliklerini yazılı buldukları o Rasûl’e, okuma yazma bilmeyen o peygambere uyarlar.” (A‘râf 7/157)
Kâfirlerin Peygamberimiz (a.s.)’ı ve Kur’an’ı inkâr etmelerine karşılık İbrâhim sûresi buna bir cevap keyfiyetinde Peygamber Efendimiz ‘in ve Kur’ân’ın hak olduğuna şehadet ederek başlayacaktır:Kaynak: Ömer Çelik Tefsiri

 
Kurban
Beiträge: 1.013
Punkte: 651
Registriert am: 19.08.2010

zuletzt bearbeitet 30.12.2023 | Top

   

Yusuf Süresi Meal Ve Tefsiri 1-6
R'ad Süresi Meal Ve Tefsiri 16-26

  • Ähnliche Themen
    Antworten
    Zugriffe
    Letzter Beitrag
Anfragen und Anregungen bitte direkt an tiav@hotmail.de adressieren. Vielen Dank!
Xobor Einfach ein eigenes Xobor Forum erstellen
Datenschutz