فَاَصْبَحَ فِي الْمَد۪ينَةِ خَٓائِفًا يَتَرَقَّبُ فَاِذَا الَّذِي اسْتَنْصَرَهُ بِالْاَمْسِ يَسْتَصْرِخُهُۜ قَالَ لَهُ مُوسٰٓى اِنَّكَ لَغَوِيٌّ مُب۪ينٌ ﴿١٨﴾
18. Mûsâ şehirde korku içinde etrafı gözetleyerek sabahladı. Bir de ne görsün: Dün kendisinden yardım isteyen İsrâilî, feryat ederek yine onu imdâdına çağırıyor. Bu kez Mûsâ ona: “Belli ki sen, doğru davranmasını bilmeyen azgının tekisin!” dedi.
فَلَمَّٓا اَنْ اَرَادَ اَنْ يَبْطِشَ بِالَّذ۪ي هُوَ عَدُوٌّ لَهُمَاۙ قَالَ يَا مُوسٰٓى اَتُر۪يدُ اَنْ تَقْتُلَن۪ي كَمَا قَتَلْتَ نَفْسًا بِالْاَمْسِۗ اِنْ تُر۪يدُ اِلَّٓا اَنْ تَكُونَ جَبَّارًا فِي الْاَرْضِ وَمَا تُر۪يدُ اَنْ تَكُونَ مِنَ الْمُصْلِح۪ينَ ﴿١٩﴾
19. Bununla beraber Mûsâ, hem kendisinin hem de soydaşının düşmanı olan adamı yakalamak isteyince, soydaşı, az önceki azarlamasından dolayı kendisini yakalayacağını sanarak: “Ey Mûsâ! Dün bir cana kıydığın yetmemiş gibi, şimdi de beni mi öldürmek istiyorsun? Anlaşılan sen, bu ülkede kan dökücü bir zorba olmanın peşindesin. Yoksa senin niyetin insanların arasını düzeltip hakkı hâkim kılmak filan değil!” dedi.
وَجَٓاءَ رَجُلٌ مِنْ اَقْصَا الْمَد۪ينَةِ يَسْعٰىۘ قَالَ يَا مُوسٰٓى اِنَّ الْمَلَاَ يَأْتَمِرُونَ بِكَ لِيَقْتُلُوكَ فَاخْرُجْ اِنّ۪ي لَكَ مِنَ النَّاصِح۪ينَ ﴿٢٠﴾
20. O sırada şehrin öbür ucundan bir adam koşarak geldi ve ayağının tozuyla: “Ey Mûsâ! Firavun’un ileri gelen adamları şu anda seni öldürmek için aralarında görüşüp duruyorlar. Hemen buradan çık, git! Şüphen olmasın, ben senin iyiliğini isteyen biriyim!”
فَخَرَجَ مِنْهَا خَٓائِفًا يَتَرَقَّبُۘ قَالَ رَبِّ نَجِّن۪ي مِنَ الْقَوْمِ الظَّالِم۪ينَ۟ ﴿٢١﴾
21. Mûsâ korku içinde etrafı gözetleyerek şehirden çıkıp gitti. Allah’a sığınmış, “Rabbim! Beni şu zâlimler gürûhunun elinden kurtar” diye yalvarıyordu.
Tefsir
Mûsâ’nın kıptiyi öldürdüğünü kendisinden ve orada bulunan hemşerisinden başka bilen yoktu. Cenâb-ı Hak olayın görülmesine mâni olmuştu. Fakat Hz. Mûsâ olayın duyulması, Firavun’a haber verilmesi ve yönetim tarafından hakkında olumsuz bir kararın verilmesinden korkuyordu. Her ne kadar adamı hata ile öldürmüş olsa da, bunun kasdî olarak yorumlanması da mümkündü. Bu sebeple sabaha kadar gözüne uyku girmedi. Korku içinde ve yüksek derecede bir alarm halinde etrafı gözetledi; tüm şehirde olan biteni hassasiyetin son noktasında olan bir göz ve kulakla takip etti. Sabah oldu. Yine dünkü soydaşı başka bir kıptiyle kavga ediyor ve yine Mûsâ’dan imdat bekliyor. Mûsâ ona: “Belli ki sen azgının tekisin” dese de yine yardımına koşuyor, kıptiyi yakalayıp gerekeni yapmak için o tarafa yöneliyor.
Bu olaylar, Mûsâ’da ve tüm İsrâiloğullarında Firavun ve halkına karşı artık patlama noktasına gelmiş bir nefretin habercisi konumundadır. Bu arada kendini azarlamasından ve şiddetle üzerlerine doğru yürümesinden korkarak Mûsâ’nın bu kez kendini öldüreceğinden korkan İsrâilî: “Ey Mûsâ! Dün bir cana kıydığın yetmemiş gibi, şimdi de beni mi öldürmek istiyorsun? Anlaşılan sen, bu ülkede kan dökücü bir zorba olmanın peşindesin. Yoksa senin niyetin insanların arasını düzeltip hakkı hâkim kılmak filan değil!” (Kasas 28/19) demişti. Böylece dünkü kıptiyi öldüren kişinin Mûsâ olduğu ağızdan ağza tüm şehre yayılmış, haber Firavun’un sarayına ulaşmıştı. Şehrin ta öbür ucundan koşup gelen adamın Mûsâ’ya söylediği sözler ise, olayın tüm boyutlarını gözler önüne serecek açıklıkta ve netlikteydi. Mûsâ’nın hakkında idam kararı verilmişti bile. Onun için tek ihtimal kalmıştı: “Rabbim beni bu zâlimlerin elinden kurtar” diyerek, hiç beklemeden derhal Mısır’ı terk etmek. Öyle de oldu: Mûsâ, içi korku dolu bir halde, her an yakalanma endişesi içinde etrafı gözetleyerek, ama bir taraftan da gönlü Rabbine bağlı bir halde dua ederek ve O’ndan yardım talep ederek şehri terk etti.
وَلَمَّا تَوَجَّهَ تِلْقَٓاءَ مَدْيَنَ قَالَ عَسٰى رَبّ۪ٓي اَنْ يَهْدِيَن۪ي سَوَٓاءَ السَّب۪يلِ ﴿٢٢﴾
22. Mûsâ Medyen tarafına yönelince: “Umarım, Rabbim beni doğru yola eriştirir” dedi.
وَلَمَّا وَرَدَ مَٓاءَ مَدْيَنَ وَجَدَ عَلَيْهِ اُمَّةً مِنَ النَّاسِ يَسْقُونَۘ وَوَجَدَ مِنْ دُونِهِمُ امْرَاَتَيْنِ تَذُودَانِۚ قَالَ مَا خَطْبُكُمَاۜ قَالَتَا لَا نَسْق۪ي حَتّٰى يُصْدِرَ الرِّعَٓاءُ وَاَبُونَا شَيْخٌ كَب۪يرٌ ﴿٢٣﴾
23. Medyen’in su kuyularına varınca orada dâvarlarını suvarmakta olan bir toplulukla karşılaştı. Onların az uzağında kendi hayvanlarını sudan uzak tutmaya çalışan iki kız gördü. Onlara: “Siz neden hayvanlarınızı suvarmıyorsunuz?” diye sordu. Onlar da: “Çobanlar suvarıp çekilmeden biz onların arasına karışıp suvaramayız; babamız da pek yaşlı bir ihtiyar olduğu için iş bize kalıyor” dediler.
فَسَقٰى لَهُمَا ثُمَّ تَوَلّٰٓى اِلَى الظِّلِّ فَقَالَ رَبِّ اِنّ۪ي لِمَٓا اَنْزَلْتَ اِلَيَّ مِنْ خَيْرٍ فَق۪يرٌ ﴿٢٤﴾
24. Bunun üzerine Mûsâ o iki kızın dâvarlarını suvarıverdi. Sonra gölgeye çekilip: “Rabbim! Şüphesiz, bana lutfedeceğin her iyiliğe öylesine muhtacım ki!” dedi.
Tefsir
Hakkında idam fermanı verilen Hz. Mûsâ, hiç vakit kaybetmeden Medyen’e doğru hareket etti. Aslında o, şehir dışına hiç çıkmamıştı ve nereye gideceğini de bilmiyordu. Hattâ yanına yiyecek bile almamıştı. Medyen, o zaman Mısır’dan sekiz günlük bir mesâfede idi. Ancak Medyen halkı ile Mûsâ (a.s.) arasında akrabâlık bulunduğu rivayet edilir. Zira Medyenliler de Hz. Mûsâ da İbrâhim (a.s.)’ın evlatlarındandı. Hattâ Medyen, Hz. İbrâhim’in oğullarından birinin adı idi ve bu şehir Firavun’un idâresi altında değildi.
Nihâyet Mûsâ Medyen’e ulaştı. Halk, Medyen kalesinden sürülerini çıkarıyordu. Hz. Mûsâ’nın durduğu yerde bir su kuyusu vardı ve kaleden çıkan sürüler, oraya doğru geliyorlardı. Biraz sonra, herkes koyunlarını sulamak için kuyunun etrafına üşüşmüştü. Ancak iki kızcağızın koyunlarını alıp kenarda durmaları ve kalabalığa karışmamaları, Hz. Mûsâ’nın dikkatini çekti. Onlara sordu:
“–Siz niye bekliyorsunuz? Hayvanlarınızı niçin sulamıyorsunuz?” Kızlar:
“–Çobanlar işlerini bitirip gitmedikçe hayvanlarımızı sulayamıyoruz” dediler. Mûsâ:
“–Kimseniz yok mu?” dedi. Bunun üzerine:
“–Babamız çok yaşlı ve hâlsiz. Bu sebeple koyunları biz sulayıp otlatmak zorunda kalıyoruz. Erkeklerin içine girmek istemediğimiz için onlar çekilip gidince sürülerimize su veriyoruz. Fakat bazan de önce onlar suladığı için kuyuda su bitmiş oluyor; hayvanlarımızı sulayamıyoruz!” dediler.
Bir rivayete göre bunlar, Şuayb (a.s.)’ın kızları Safûra ile Süfeyrâ idi.
Mûsâ, sekiz gündür aç olmasına rağmen çok güç de olsa kuyudan su çekti, Safûra ile Süfeyrâ’nın hayvanlarını suladı. Açlığını, yorgunluğunu, yabancı sahipsiz bir kimse olduğunu, peşinden düşmanların kovaladığını bahane ederek, yapması gereken iyiliği yapmaktan vazgeçmedi. Çünkü aldığı terbiye, sahip olduğu ahlâkî anlayış ve bozulmamış tertemiz fıtratı bunu gerektiriyordu. Kızlar teşekkür edip oradan ayrıldılar. Mûsâ ise günlerdir bir şey yememişti; çok açtı. “Rabbim! Şüphesiz, bana lütfedeceğin her iyiliğe öylesine muhtacım ki!” sözleriyle de Rabbinden kendisine maddi-manevî lutufta bulunmasını, hususiyle azık ihsân etmesini niyâz etmekteydi. Mûsâ’nın bu duasını: “Doğrusu bana indirdiğin hayırdan dolayı muhtaç duruma düştüm!” şeklinde mânalandırmak da mümkündür. Buna göre Mûsâ, kendisine tevdî edilen yüce vazîfeye ve bu sebeple dünyada fakir düşüşüne işaret ediyordu. Çünkü o, Firavun’un yanında bolluk içinde idi. Fakat bu sözler, şikâyet için değil, Cenâb-ı Hakk’ın kendisini selâmete eriştirmesine bir teşekkür ve açlığını gidermesi için de bir nâz ve niyâz kabîlindendi.
Şuayb (a.s.), kızlarının davarları sulamaktan erken döndüklerini görünce şaşırdı ve bunun sebebini sordu. Kızları da, daha önce o beldede hiç görmedikleri sâlih bir insanın kendilerine yardım ettiğini söylediler.
فَجَٓاءَتْهُ اِحْدٰيهُمَا تَمْش۪ي عَلَى اسْتِحْيَٓاءٍۘ قَالَتْ اِنَّ اَب۪ي يَدْعُوكَ لِيَجْزِيَكَ اَجْرَ مَا سَقَيْتَ لَنَاۜ فَلَمَّا جَٓاءَهُ وَقَصَّ عَلَيْهِ الْقَصَصَۙ قَالَ لَا تَخَفْ۠ نَجَوْتَ مِنَ الْقَوْمِ الظَّالِم۪ينَ ﴿٢٥﴾
25. Derken babalarının yanına dönen o iki kızdan biri utana sıkıla Mûsâ’nın yanına geldi: “Hayvanlarımızı suvarmana karşılık ücretini ödemek için babam seni yanına çağırıyor” dedi. Mûsâ kızların babasının yanına gelip başından geçenleri anlatınca o zat: “Korkma, artık o zâlim kavimden kurtulmuş bulunuyorsun” dedi.
قَالَتْ اِحْدٰيهُمَا يَٓا اَبَتِ اسْتَأْجِرْهُۘ اِنَّ خَيْرَ مَنِ اسْتَأْجَرْتَ الْقَوِيُّ الْاَم۪ينُ ﴿٢٦﴾
26. Kızlardan biri: “Babacığım, onu ücretli olarak tut. Çünkü senin ücretle çalıştıracağın en iyi adam, ancak bunun gibi kuvvetli ve güvenilir biri olmalıdır” dedi.
Tefsir
Şuayb (a.s.), kızının birini göndererek Mûsâ’yı yanına çağırttı. Yalnız Kur’ân-ı Kerîm burada kızın yabancı bir erkeğe doğru yürüyüşünü tavsif ederek, kıyamete kadar gelecek tüm kadınlara ve kızlara edep ve hayâ dersi vermektedir. Hem yürüyüşü son derece hayâlı ve edepli bir yürüyüş, hem de ona söylediği söz çok edepli, vakur, açık ve net bir sözdür: “Hayvanlarımızı suvarmana karşılık ücretini ödemek için babam seni yanına çağırıyor.” (Kasas 28/25) Mûsâ ise, yaptığı iyiliğe karşı bir ücret ödeneceğini bile bile, açlığın, sahipsizliğin ve çaresizliğin getirdiği zaruri bir sevkıyat ile davete icâbet ediyor; gönlü “estağfirullah, yaptığım da ne ki, bunun için ücretin de lafı mı olur” hissiyatıyla dolu olduğu halde, bunu söyleyecek mecâli kendinde bulamıyor ve kızın gösterdiği istikametten hareketle Şuayb (a.s.)’ın yanına geliyor.
Hz. Şuayb ona kim olduğunu sorunca Mûsâ (a.s.):
“–Ben Hz. Yakup neslinden İmrân oğlu Mûsâ’yım” dedi ve başından geçenleri anlattı. Bunun üzerine Şuayb (a.s.): “Korkma! Burada Firavun’un hükmü geçmez!” diyerek Mûsâ’yı rahatlattı; üzüntüsünü sevince, korkusunu güvene çevirdi.
Rivayete göre Şuayb (a.s.) sofra hazırlatıp yemek ikrâm etti. Hz. Mûsâ, o kadar aç olmasına rağmen yemekte tereddüt gösterdi. Sebebi sorulunca da:
“–Biz öyle bir âileyiz ki, bütün dünyayı verseler, bir âhiret ameli ile değişmeyiz! Ben bu yemek için değil, Allah rızâsı için yardım etmiştim” dedi. Hz. Şuayb, bu cevâba çok memnûn oldu ve:
“–Bu ikrâmımız, yaptığın yardım için değil, misâfirimiz olduğun içindir. Buyur, ye!” dedi. Bunun üzerine çok yorgun ve aç olan Mûsâ yemeği yedi ve istirahata çekildi. Kızlardan Safûra, babasına bu kimseyi ücretle tutmasını tavsiye etti. Çünkü olan bitenden çıkardığı neticeye göre Mûsâ çok güçlü ve güvenilir bir insandı. Güçlü olduğunu kuyudan su dolu büyük kovaları çekip çıkarışından anlamıştı. Son derece güvenilir biri olduğunu da, kendilerine olan muamelesinden fark etmişti. Çünkü Mûsâ, davarları sularken olsun, daha sonra çağrıldığında eve gelirken olsun kızların yüzüne bir kez dahi bakmamıştı. Yolda giderken de çok geriden yürümüştü. Anlaşılan o ki çok edepli ve iffetli bir kimseydi. Hz. Şuayb’ın işlerini de ancak böyle bir insan yapabilirdi. (bk. Heysemî, Mecma‘u’z-zevâid, VIII, 203-204)
قَالَ اِنّ۪ٓي اُر۪يدُ اَنْ اُنْكِحَكَ اِحْدَى ابْنَتَيَّ هَاتَيْنِ عَلٰٓى اَنْ تَأْجُرَن۪ي ثَمَانِيَ حِجَجٍۚ فَاِنْ اَتْمَمْتَ عَشْرًا فَمِنْ عِنْدِكَۚ وَمَٓا اُر۪يدُ اَنْ اَشُقَّ عَلَيْكَۜ سَتَجِدُن۪ٓي اِنْ شَٓاءَ اللّٰهُ مِنَ الصَّالِح۪ينَ ﴿٢٧﴾
27. Babaları dedi ki: “Sekiz yıl yanımda çalışmana karşılık şu iki kızımdan birini sana nikâhlamak istiyorum. Eğer süreyi on yıla tamamlarsan o da senin ikrâmın olur. Ama ben sana zorluk çıkarmak istemem. İnşallah benim, sözünde duran dürüst bir insan olduğumu sen de göreceksin.”
قَالَ ذٰلِكَ بَيْن۪ي وَبَيْنَكَۜ اَيَّمَا الْاَجَلَيْنِ قَضَيْتُ فَلَا عُدْوَانَ عَلَيَّۜ وَاللّٰهُ عَلٰى مَا نَقُولُ وَك۪يلٌ۟ ﴿٢٨﴾
28. Mûsâ şöyle karşılık verdi: “Bu, benimle senin arandaki bir sözleşmedir. Demek, bu iki süreden hangisini yerine getirirsem bana bir düşmanlık söz konusu değil. O halde söylediklerimize Allah şâhittir.”
Tefsir
Hz. Şuayb, kızının bu teklifini dikkate alıp, onunla Mûsâ arasında oluşan ruhi kaynaşma ve kalbî irtibatı da göz ardı etmeden Mûsâ’ya kızlarından biriyle evlenmesi teklifinde bulundu. Yanında kalıp hizmet edebilmesinin en uygun yolu buydu. Hz. Şuayb hizmete, Mûsâ da himâyeye muhtaçtı. Kızların evlilik yaşı gelmişti. Mûsâ da genç, iffetli, kuvvetli ve güvenilir bir yiğitti. Mûsâ, evlenme karşılığında sekiz sene Hz. Şuayb’ın koyunlarına bakacaktı. Eğer on sene bakarsa bu da ondan Şuayb (a.s.)’a ziyade bir ikram olacaktı. Biri peygamber, diğeri peygamber namzedi iki mübârek kişi bu şekilde anlaştılar. Allah’ı da anlaşmalarına şâhit tuttular. Görüldüğü üzere, bu âyet-i kerîmede ictimâî hayatta sıkça karşılaşılan bir husûsa dikkat çekilmiştir. İnsanların en güveniliri olan iki peygamber bile, bir iş mevzuunda anlaşırken, ileride karşılaşabilecekleri muhtemel durumları da ortaya koyarak baştan her şeyi açık açık konuşup karara bağlamışlardır. En sonunda da Allah’a tevekkül etmişler ve O’nu bu anlaşmalarına şâhit tutmuşlardır.
Böylece Mûsâ, Hz. Şuayb’ın yanındaki hizmetine başladı. Koyunlarına çobanlık yapıyor ve diğer hizmetleri görüyordu. Zaten çobanlık, hemen hemen bütün peygamberlerin mesleği olmuştur. Böylece, Allah onlara tebliğ vazîfesini vermeden önce, idârecilikte lâzım olan mes’ûliyet hissi, vazîfeyi hakkıyla îfâ etme şuuru, şefkat ve merhamet gibi birtakım husûsiyetleri kazandırmıştır.
Rivayete göre Mûsâ, koyunlarını güderken hiçbirine bir değnek bile vurmaz, eziyet etmez ve onları aç bırakmazdı. Allah Teâlâ da O’nu İsrâiloğullarına peygamber olarak gönderdi, onunla konuştu. Mûsâ (a.s.), peygamberliğinden sonra da çobanlığa devam etti ve milletini birçok kötülüklerden korudu. Allah’ın yarattıklarına şefkatli davrandığı için, Allah’ın dostu oldu. O’nun yaratıklarını aziz tutup, onlara şefkatle muamele ettiği için peygamberlikle şereflendirildi, yüksek mertebelere nâil oldu. Çünkü Allah Teâlâ’ya yaklaşmanın ve makbul bir kul olmanın şartı, Allah’ın emrine yüksek bir tâzimle beraber, O’nun yaratıklarını şefkat ve merhametle muameledir. Buna dikkat edenler, mânevî terakki ve kemâlin yolunu tutmuş olurlar.Mûsâ, Hz. Şuayb’ın kızıyla evlenip yıllarca orada kaldı. Nihâyet anlaşma yaptıkları süre doldu. Tekrar Mısır’ın yolu göründü.Ömer Çelik Tefsiri
فَلَمَّا قَضٰى مُوسَى الْاَجَلَ وَسَارَ بِاَهْلِه۪ٓ اٰنَسَ مِنْ جَانِبِ الطُّورِ نَارًاۚ قَالَ لِاَهْلِهِ امْكُثُٓوا اِنّ۪ٓي اٰنَسْتُ نَارًا لَعَلّ۪ٓي اٰت۪يكُمْ مِنْهَا بِخَبَرٍ اَوْ جَذْوَةٍ مِنَ النَّارِ لَعَلَّكُمْ تَصْطَلُونَ ﴿٢٩﴾
29. Mûsâ belirlenen süreyi tamamlayıp ailesiyle birlikte geceleyin Mısır’a doğru yola çıkınca Tûr dağı tarafında uzaktan bir ateş gördü. Ailesine: “Siz burada biraz bekleyin. Bir ateş gördüm; belki oradan size yol hakkında bir haber veya ateş yakıp ısınmanız için bir kor parçası getiririm” dedi.
Tefsir
Resûlullah (s.a.s.)’in beyânına göre Mûsâ, Hz. Şuayb’e on sene hizmet etti. (Buhârî, Şehâdât 28) Bu müddetin dolması üzerine kayınpederinden izin isteyerek eşi Safûra ile beraber Mısır’a dönmeğe karar verdi. Koyunlarını da yanlarına alarak kış mevsiminde yola çıktılar. Mûsâ’nın gâyesi, kardeşi Hârûn’u da yanına alıp İsrâiloğulları’nı zulüm altında bulundukları Mısır’dan çıkarmak idi. Yolda şiddetli bir yağmur bastırdı. Bir kış akşamıydı. Her yer zifiri karanlıktı. Geceyi geçirmek üzere bereketli Tûr dağına sığındılar. Bir mağaraya girdiler. Rivayete göre Mûsâ’nın âilesi hâmileydi; bir çocukları dünyaya gelmek üzereydi. Bu soğuk, karanlık ve yağmurlu gecede, ateş ve ışığa ihtiyaçları vardı. Mûsâ çakmak çakıyor, yanmıyordu. Böyle sıkıntılar içinde iken uzakta parlak bir ışık gördü. Âilesine, oradan bir ateş alıp döneceğini ve bulundukları yerden ayrılmamasını tembih etti. Aslında onun gördüğü ateş, kendisini peygamberliğe hazırlamak için bir işaretti:
فَلَمَّٓا اَتٰيهَا نُودِيَ مِنْ شَاطِئِ الْوَادِ الْاَيْمَنِ فِي الْبُقْعَةِ الْمُبَارَكَةِ مِنَ الشَّجَرَةِ اَنْ يَا مُوسٰٓى اِنّ۪ٓي اَنَا۬ اللّٰهُ رَبُّ الْعَالَم۪ينَۙ ﴿٣٠﴾
30: Mûsâ oraya varınca, o mübârek yerdeki vâdinin sağ tarafından, oradaki ışıyan ağaçtan kendisine şöyle nidâ edildi: “Ey Mûsâ! Şüphesiz ben, âlemlerin Rabbi Allahım!”
وَاَنْ اَلْقِ عَصَاكَۜ فَلَمَّا رَاٰهَا تَهْتَزُّ كَاَنَّهَا جَٓانٌّ وَلّٰى مُدْبِرًا وَلَمْ يُعَقِّبْۜ يَا مُوسٰٓى اَقْبِلْ وَلَا تَخَفْ۠ اِنَّكَ مِنَ الْاٰمِن۪ينَ ﴿٣١﴾
31. “Asanı yere at!” Mûsâ asâyı yere atıp onun çevik bir yılan gibi kıvrıla kıvrıla hareket ettiğini görünce, arkasına bakmadan dönüp kaçtı. Ona şöyle buyruldu: “Ey Mûsâ! Beri gel, korkma! Çünkü sen artık güvendesin!”
اُسْلُكْ يَدَكَ ف۪ي جَيْبِكَ تَخْرُجْ بَيْضَٓاءَ مِنْ غَيْرِ سُٓوءٍۘ وَاضْمُمْ اِلَيْكَ جَنَاحَكَ مِنَ الرَّهْبِ فَذَانِكَ بُرْهَانَانِ مِنْ رَبِّكَ اِلٰى فِرْعَوْنَ وَمَلَا۬ئِه۪ۜ اِنَّهُمْ كَانُوا قَوْمًا فَاسِق۪ينَ ﴿٣٢﴾
32. “Elini de koynuna sok; kusursuz ve lekesiz olarak bembeyaz çıksın. Korkudan kanat gibi açılan kollarını kendine doğru çek. İşte bu ikisi, Firavun ile onun ileri gelen adamlarına göstermen için Rabbin tarafından sana verilmiş iki mûcizedir. Çünkü onlar, iyice yoldan çıkmış bir topluluktur.”
Tefsir
Hz. Mûsâ’ya vahyin geldiği yer, “mübârek bir bölge” olarak isimlendirilmiştir. Çünkü Allah Teâlâ’nın âyet ve nurları orada ortaya çıkmış; Mûsâ (a.s.)’ın peygamberliği ve Cenâb-ı Hak ile konuşması burada vuku bulmuştur. Bu sebeple ona “Mukaddes Tuvâ Vâdisi” denilmiştir. (bk. Tâhâ 20/12) “Vâdinin sağ tarafı”, Mûsâ (a.s.)’ın gidiş istikâmetine göre sağ taraftır. Veya vâdinin en uygun kıyısı demektir. “Ağaç” ise Allah Teâlâ’nın konuşmasının tecelli ettiği yer olmuştur. Allah Teâlâ, o ağaçtan Mûsâ’ya seslenmiştir.
Cenâb-ı Hak, Mûsâ (a.s.)’ı peygamberlikle vazifelendirip azgın Firavun’a göndermeden önce iki mühim mûcizeyle takviye etmiştir. Bunların biri, elindeki asânın çevik kıvrak kocaman bir yılana dönüşmesi idi. Bu mûcizeyi gördüğü zaman Hz. Mûsâ bizzat kendisi çok korkmuş, kollarını açarak koşmaya başlamış, bir defa bile olsun dönüp bakmaya cesaret edememişti. Daha sonra gelen “kollarını kendine doğru çek” ikazı bu manzarayı resmetmektedir. İkincisi de koynuna sokup çıkardığı elinin bir hastalık sebebiyle değil, tamâmen kusursuz bir halde bembeyaz, ışıl ışıl çıkmasıydı. (bk. A‘râf 7/107-108; Tâhâ 20/19-23)
Hz. Mûsâ’ya başlangıçta bu iki mûcizenin verilmesinde iki önemli mesaj vardı:
› Kendisiyle konuşan varlığın aslında, bütün kâinatın hakimi, rabbi ve halıkı olan varlıkla aynı olduğuna kesinlikle kâni olması.
› Kendisine tevdi edilen bu tehlikeli vazîfeyi ifa etmek üzere Firavun’un huzuruna silahsız değil, aksine iki güçlü silahla çıkacağına iyice kâni olması. İşte Hz. Mûsâ bu mûcizeleri, iyice günaha dalıp yoldan çıkmış olan Firavun ve avânesine gösterecek, bunlarla peygamberliğini ispat edip onları hak yola çağıracaktı.
Burada Hz. Mûsâ ile Peygamberimiz (s.a.s.) arasındaki derece farkına işaret eden bir inceliğe yer vermek gerekir: Hz. Mûsâ Tur dağında Rabbinin kendine hitabından sonra düşmanı üzerine Musallat kılacağı kocaman bir yılan mûcizesi ile döndü. Peygamberimiz (s.a.s.) ise İsrâ ve Miraç gecesi göklere yükseltilip kendisine vahyolunanlar vahyolunduktan sonra en büyük münâcat olan namaz hediyesi ile döndü. Ona:
“- Ey Nebî! Selam, Allah’ın rahmeti ve bereketi senin üzerine olsun!” diye hitap edilince O (s.a.s.) buna:
“- Selam bizim üzerimize ve Allah’ın sâlih kulları üzerine olsun!” mukâbelesinde bulundu. (Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, II, 438; Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, XI, 46)
قَالَ رَبِّ اِنّ۪ي قَتَلْتُ مِنْهُمْ نَفْسًا فَاَخَافُ اَنْ يَقْتُلُونِ ﴿٣٣﴾
33. Mûsâ dedi ki: “Rabbim! Vaktiyle onlardan bir adamı yanlışlıkla öldürmüştüm, bu sebeple beni öldürmelerinden korkuyorum.”
وَاَخ۪ي هٰرُونُ هُوَ اَفْصَحُ مِنّ۪ي لِسَانًا فَاَرْسِلْهُ مَعِيَ رِدْءًا يُصَدِّقُن۪يۘ اِنّ۪ٓي اَخَافُ اَنْ يُكَذِّبُونِ ﴿٣٤﴾
34. “Kardeşim Hârûn; onun dili benimkinden daha açık, daha düzgündür. Onu da yanımda bir yardımcı olarak gönder ki beni tasdik etsin. Çünkü onların beni yalanlamalarından endişe ediyorum.”
قَالَ سَنَشُدُّ عَضُدَكَ بِاَخ۪يكَ وَنَجْعَلُ لَكُمَا سُلْطَانًا فَلَا يَصِلُونَ اِلَيْكُمَا بِاٰيَاتِنَاۚ اَنْتُمَا وَمَنِ اتَّبَعَكُمَا الْغَالِبُونَ ﴿٣٥﴾
35. Allah şöyle buyurdu: “Seni kardeşinle destekleyip kuvvetlendireceğiz. Size öyle bir kudret ve nüfûz vereceğiz ki, mûcizelerimiz sayesinde onlar size el uzatamayacak, herhangi bir kötülük ulaştıramayacaklar. Siz ve size tâbi olanlar neticede kesinlikle gâlip geleceksiniz.”
Tefsir
Hz. Mûsâ’nın, “beni öldürmelerinden korkuyorum” sözü, onun vazifeden kaçtığı veya bu hususta tereddüt gösterdiği anlamına gelmez. Onun maksadı; “Ya Rabbi, hâlimi benden daha iyi biliyorsun. Hâdiseleri öyle tanzim et, şartları öyle ayarla ki, onlara senin davetini tebliğ etmeden önce tutuklanmayayım. Zira böyle bir durum, gönderiliş gayemi boşa çıkaracak, hedefime ulaşmayı engelleyecektir” demekti. Nitekim kardeşi Hârûn’u bu hususta kendine yardımcı istemesi onun bu maksadını açıkça ortaya koymaktadır.
Diğer taraftan Mûsâ (a.s.), kardeşlikte örnek bir davranış sergileyerek, kendisine yardımcı olmak üzere kardeşi Hârûn’un da peygamber olmasını istemişti. Bu davranış, kardeşlerin birbirlerini kıskanma yerine, birbirlerine hayırda yardımcı olma ve gıyâbında dua etmenin faziletine işarettir.
Hz. Mûsâ ve Hz. Hârûn’un gönül gönüle, omuz omuza verip Allah’a ilticâ ederek hak yolunda hizmete girişmeleri ilâhî rahmeti celbetti. Cenâb-ı Hak onun duasına icâbet buyurdu. Kardeşi ile kendisini destekleyeceğini ve onlara Firavun ve avânesinin asla erişemeyecekleri, alt edemeyecekleri, zarar veremeyecekleri bir iktidâr ve nüfûz vereceğini va‘detti. Onlar, ne manen ve maddeten, ne de ilim ve delil yönünden onların derecelerine ulaşabileceklerdi. Bu iktidar, Allah’ın verdiği mûcizeler sayesinde gerçekleşecek ve onlar mutlaka galip geleceklerdi. Yalnız kendileri değil, kendilerine uyanlar da galip geleceklerdi.
فَلَمَّا جَٓاءَهُمْ مُوسٰى بِاٰيَاتِنَا بَيِّنَاتٍ قَالُوا مَا هٰذَٓا اِلَّا سِحْرٌ مُفْتَرًى وَمَا سَمِعْنَا بِهٰذَا ف۪ٓي اٰبَٓائِنَا الْاَوَّل۪ينَ ﴿٣٦﴾
36. Mûsâ onlara apaçık mûcizelerimizle gelince: “Bunlar, Allah adına uydurulmuş parlak bir sihirden başka bir şey değil. Hem biz, önceden yaşayıp gitmiş atalarımız zamanında böyle bir şeyin sözkonusu edildiğini hiç duymadık” dediler.
وَقَالَ مُوسٰى رَبّ۪ٓي اَعْلَمُ بِمَنْ جَٓاءَ بِالْهُدٰى مِنْ عِنْدِه۪ وَمَنْ تَكُونُ لَهُ عَاقِبَةُ الدَّارِۜ اِنَّهُ لَا يُفْلِحُ الظَّالِمُونَ ﴿٣٧﴾
37. Mûsâ dedi ki: “Kendi katından doğru yolu gösteren gerçekleri kimin getirdiğini ve dünyada da, âhirette de hayırlı sonucun kime nasip olacağını elbette Rabbim çok iyi bilmektedir. Gerçek şu ki, zâlimler asla kurtuluşa eremezler.”
Tefsir
Mûsâ (a.s.), kardeşi Hârûn’la birlikte Mısır’a gelip Firavun ve halkını tevhide davet etti. Onlara, peygamberliğini ispat eden mûcizeler gösterdi. Fakat onlar inanmadılar. Buna gerekçe olarak da, bu mûcizelerin Allah adına uydurulmuş bir sihir olduğunu ileri sürdüler. Üstelik daha önce ataları arasında böyle bir şeyin duyulmadığını iddia ettiler. Halbuki daha önce Yûsuf (a.s.) Mısır halkını tevhide davet etmişti. (bk. Mü’min 40/34) Burada dikkat edilmesi gereken nokta şu ki, bu kıssanın anlatıldığı Mekke döneminde de müşrikler, Resûlullah (s.a.s.)’e inanmamakta direniyor, getirdiği Kur’an ve gösterdiği mûcizeler için “Bunlar, uydurulmuş sihirden başka bir şey değil. Biz daha önceki atalarımızdan böyle bir şey duymadık” diyorlardı. Demek ki her peygamber döneminde küfrün mantık ve psikolojisi aynı şekilde işliyordu. Haklı bir delile dayanmaksızın, sırf demagoji yaparak hakkı inkâra ve iptale çalışmak bütün kâfirlerin ortak özelliği idi. Buna karşı Mûsâ (a.s.)’ın sağlam ve metânetli duruşu da, bütün peygamberlerin vazifelerini ifa ve bu uğurda zorluklara katlanmadaki ortak özelliklerini ortaya koymaktadır. O, kendisinin peygamber olduğunu kesinlikle bilmekte, getirdiği bilgilerin Allah katından gelen ve insanlara doğru yolu gösteren doğru bilgiler olduğuna tüm kalbiyle inanmakta, neticede kendisinin gâlip gelip güzel âkıbete erişeceğine, hakka karşı gelen zâlimlerin ise asla iflah olmayacaklarına dair zerre kadar şüphe duymamaktaydı.
وَقَالَ فِرْعَوْنُ يَٓا اَيُّهَا الْمَلَاُ مَا عَلِمْتُ لَكُمْ مِنْ اِلٰهٍ غَيْر۪يۚ فَاَوْقِدْ ل۪ي يَا هَامَانُ عَلَى الطّ۪ينِ فَاجْعَلْ ل۪ي صَرْحًا لَعَلّ۪ٓي اَطَّلِعُ اِلٰٓى اِلٰهِ مُوسٰىۙ وَاِنّ۪ي لَاَظُنُّهُ مِنَ الْكَاذِب۪ينَ ﴿٣٨﴾
38. Bunun üzerine Firavun: “Ey ileri gelenler!” dedi, “Şimdiye kadar sizin benden başka bir ilâhınız olduğunu bilmiyordum! Ey Hâmân! Haydi benim için tuğla ocaklarını tutuştur, balçığı pişir, fazlaca tuğla imal ettirip öyle yüksek bir kule yap ki, belki çıkıp oradan Mûsâ’nın ilâhını görürüm! Gerçi ben onun kesinlikle yalancılardan biri olduğuna inanıyorum, ama neyse!”
وَاسْتَكْبَرَ هُوَ وَجُنُودُهُ فِي الْاَرْضِ بِغَيْرِ الْحَقِّ وَظَنُّٓوا اَنَّهُمْ اِلَيْنَا لَا يُرْجَعُونَ ﴿٣٩﴾
39. Firavun ve orduları yeryüzünde haksız yere büyüklendiler ve hesap için bize asla dönmeyeceklerini sandılar.
Tefsir
Firavun Mısır’da ilâhlık iddia ediyor; “Şimdiye kadar sizin benden başka bir ilâhınız olduğunu bilmiyordum” (Kasas 28/38), “Sizin en büyük Rabbiniz benim” (Nâziât 79/24) diyordu. Fakat o, iddia ettiği ulûhiyet ve rubûbiyetin, yalnız Allah Teâlâ için geçerli olan gökleri ve yeri yaratma, onları idare etme, öldürme diriltme, her şeyi tasarrufu altında tutma mânasında olmadığını biliyordu. Çünkü böyle bir şey ancak bir deli tarafından ortaya atılabilirdi. Yine bu sözüyle o, kendisinden başka ilâhların olmadığını da kastetmiyordu. Zira Kur’ân-ı Kerîm bizzat Firavun’un birçok tanrıya taptığını haber vermektedir: “Firavun kavminin önde gelen yetkilileri: «Sihirbazları öldüreceksin de Mûsâ ve kavmini, yeryüzünde bozgunculuk yapsınlar, seni ve tanrılarını terk etsinler diye mi kendi hallerine bırakacaksın?» dediler.” (A‘râf 7/127) Dolayısıyla o, kendisi hakkında “ilâh” ve “rab” kelimelerini, “kendisini bağlayan bir üst merci kabul etmeksizin tartışmasız yüce iktidar sahibi” anlamında kullanıyordu. Şunu demek istiyordu: “Bu Mısır ülkesinin sahibi benim. Tüm emir ve yasakları koyma yetkisi yalnızca bana aittir. Benden başka hiç kimse emir vermeye yetkili değildir. Mûsâ da kim oluyor? Âlemlerin Rabbi’nin temsilcisi sıfatıyla karşıma çıkıp da, kendisi hükümdar, ben tâbî imişim gibi bana emirler tebliğ eden bu adam da kim?” Nitekim bir defasında tebaasına dönerek: “Ey kavmim! Mısır’ın mülkü ve hâkimiyeti, sonra ayaklarımın altından akan şu ırmaklar bana ait değil mi? Fakat birileri sizi bana karşı kışkırtıp hâkimiyeti ele geçirmek istiyor. Bunu hâla göremiyor musunuz? Yoksa ben, şu aşağılık, neredeyse merâmını bile doğru dürüst anlatamayan adamdan daha üstün değil miyim?” (Zuhruf 43/51-52) diye sorması da bundandı. Yine onun Mûsâ’ya tekrar tekrar:
“Sen bize, atalarımızı üzerinde bulduğumuz yoldan bizi döndüresin de, bu ülkede üstünlük ve hâkimiyet yalnızca ikinizin olsun diye mi geldin?” (Yûnus 10/78)
“Mûsâ! Yaptığın büyü ile bizi yurdumuzdan çıkarmak için mi geldin?” (Taha 20/57) şeklinde sorular sorması ve halkına:
“Mûsâ’nın sizin dininizi değiştireceğinden veya ülkede fesat çıkaracağından korkuyorum” (Mümin 40/26) hitabında bulunması da hep aynı korkudan kaynaklanmaktaydı.
Mesele bu açıdan ele alındığında, apaçık hale gelecektir ki, peygamberler tarafından getirilen ilâhî kanundan bağımsız olarak siyasî ve hukûkî hâkimiyet iddiasında bulunan şahıs ve sistemlerin durumu da Firavun’un durumundan hiç de farklı değildir. Bu sistemler kanun koyucu, emir ve yasakları belirleyici olarak ister bir yöneticiyi isterse millet iradesini görsünler, ülkenin, Allah’ın koyup peygamberlerin tebliğ ettiği kanunlar ile değil de kendi kanunlarıyla yönetilmesini benimsedikleri müddetçe, Firavun’un durumuyla onlarınki arasında hiçbir fark yoktur.
Firavun’un veziri Hâmân’a tuğladan yüksek bir kule yaptırıp oradan Mûsâ’nın ilâhını arama teşebbüsü ise, kâfirliğin zirvesi olup halka karşı ilim ve fenni kullanarak bir oyun ve tuzak yapmaktan başka bir şey değildi. Güya oradan gökyüzünü araştıracak, Mûsâ’nın ilâhının kim olduğunu öğrenecek, eğer onu bulursa onun da hakkından gelecekti. Zaten o, Mûsâ’nın yalancı biri olduğunu, getirdiği mesajın da onun Allah adına uydurduğu şeyler olduğunu düşünüyordu. Onu ve tâbilerini böyle bir duyguya sevk eden âmil, haksız yere büyüklenmeleri, bunun temelinde de yatan gerçek ise âhirete imanlarının olmayışı idi. Onlar, bir gün Allah’ın huzuruna çıkıp yaptıklarının hesabını vereceklerini düşünmedikleri için böyle davranıyorlardı. Ömer Çelik
Einfach ein eigenes Xobor Forum erstellen |