Ankebut Süresi Meal Ve Tefsiri 36-48

#1 von Kurban , 03.11.2022 08:38

Amkebut Süresi Meal Ve Tefsiri 36-
وَاِلٰى مَدْيَنَ اَخَاهُمْ شُعَيْباًۙ فَقَالَ يَا قَوْمِ اعْبُدُوا اللّٰهَ وَارْجُوا الْيَوْمَ الْاٰخِرَ وَلَا تَعْثَوْا فِي الْاَرْضِ مُفْسِدٖينَ ﴿٣٦﴾
36. Medyenliler’e de kardeşleri Şuayb’ı gönderdik. “Ey kavmim” dedi, “Allah’a kul olun, âhiret gününü ümitle bekleyin; yeryüzünde bozgunculuk yapıp karışıklık çıkarmayın!”

فَكَذَّبُوهُ فَاَخَذَتْهُمُ الرَّجْفَةُ فَاَصْبَحُوا فٖي دَارِهِمْ جَاثِمٖينَؗ ﴿٣٧﴾
37. Ama onu yalancılıkla suçladılar. Bunun üzerine kendilerini o dehşetli sarsıntı yakaladı da yurtlarında yere serildiler!
Tefsir
Şuayb aleyhisselâm Hz. Mûsâ’nın çağdaşı olan bir peygamberdir. Kitâb-ı Mukaddes’te bildirildiğine göre (Çıkış, 2/18-22; Resullerin İşleri, 7/29) uzun süre Mûsâ’yı hizmetinde çalıştırdıktan sonra onu kızıyla evlendirmiştir. Kur’an-ı Kerîm’de bu olay Hz. Şuayb’ın ismi zikredilmeden anlatılmakta (bk. Kasas 28/22-28), tefsirlerde ise Hz. Mûsâ’nın kayınpederinin Şuayb aleyhisselâm olduğu bildirilmektedir. Sînâ yarımadasının kuzeyindeki bölgenin adı olan Medyen’de peygamber olmuş; fakat onun bütün gayretlerine rağmen halkı, başka günahları yanında özellikle iş ve ticaret hayatında hukuk ve ahlâk kurallarını çiğnedikleri, insanların yolunu kesip hak dini öğrenmelerine engel oldukları için helâk olmuşlardır (bilgi için bk. A‘râf 7/85-93).Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 268-267
وَعَاداً وَثَمُودَا۬ وَقَدْ تَبَيَّنَ لَكُمْ مِنْ مَسَاكِنِهِمْࣞ وَزَيَّنَ لَهُمُ الشَّيْطَانُ اَعْمَالَهُمْ فَصَدَّهُمْ عَنِ السَّبٖيلِ وَكَانُوا مُسْتَبْصِرٖينَۙ ﴿٣٨﴾
38. Âd ve Semûd kavimleri de öyle. Onların durumlarını meskenlerinin kalıntıları size apaçık gösteriyor. Şeytan onlara, (kötü) işlerini güzel gösterip kendilerini doğru yoldan saptırmıştı; oysa gerçeği görme yeteneğine de sahiplerdi.
Âd ve Semûd iki eski Arap kavmidir. İlkine Hûd aleyhisselâm, ikincisine de Hz. Sâlih peygamber olmuştur (bilgi için bk. A‘râf 7/65-79).
Âyette şeytanın, bu toplulukların yapıp ettikleri üzerindeki etkisinden söz edilmekle birlikte, aslında onların gerçeği görme yeteneğine (istibsâr) sahip oldukları özellikle belirtilmektedir. Bu açıklama, insanın çeşitli olumsuz motivasyonlara rağmen, bunları aşacak zihinsel ve iradî güçlerle donatılmış bulunduğunu göstermesi bakımından özel bir önem taşır.Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 269

وَقَارُونَ وَفِرْعَوْنَ وَهَامَانَ وَلَقَدْ جَٓاءَهُمْ مُوسٰى بِالْبَيِّنَاتِ فَاسْتَكْبَرُوا فِي الْاَرْضِ وَمَا كَانُوا سَابِقٖينَۚ ﴿٣٩﴾
39. Kārûn, Firavun ve Hâmân’ın âkıbeti de aynı oldu. Gerçekte Mûsâ onlara açık seçik deliller getirmişti; ama onlar yeryüzünde ululuk tasladılar. Oysa kaçıp kurtulmaya güçleri de yoktu.
فَكُلاًّ اَخَذْنَا بِذَنْبِهٖۚ فَمِنْهُمْ مَنْ اَرْسَلْنَا عَـلَيْهِ حَـاصِباًۚ وَمِنْهُمْ مَنْ اَخَذَتْهُ الصَّيْحَةُۚ وَمِنْهُمْ مَنْ خَسَفْنَا بِهِ الْاَرْضَۚ وَمِنْهُمْ مَنْ اَغْرَقْنَاۚ وَمَا كَانَ اللّٰهُ لِيَظْلِمَهُمْ وَلٰكِنْ كَانُٓوا اَنْفُسَهُمْ يَظْلِمُونَ ﴿٤٠﴾
40. Her birini günahından dolayı cezalandırdık; kiminin üzerine taşları savuran fırtınalar gönderdik, kimini o korkunç ses yakaladı, kimini yerin dibine gömdük, kimini sularda boğduk. Allah’ın muradı onlara kötülük etmek değildi, fakat onlar kendi kendilerine kötülük ediyorlardı.
Tefsir
“Yeryüzü” diye çevirdiğimiz 39. âyetteki arz kelimesi Kur’an’da çoğunlukla hakkında bilgi verilen kişi veya topluluğun yaşadığı yeri, şehri veya ülkeyi ifade etmekte; dolayısıyla burada Mısır kastedilmektedir. Âyette anılan kişiler, Hz. Mûsâ’nın davetini etkisiz kılmaya çalışan bu ülkenin yöneticileridir (bu isimler hakkında bk. A‘râf 7/103; Kasas 28/6-8, 76-83). Bu yöneticilerin eleştirilecek birçok kötülüğü bulunmakla birlikte âyette istikbâr kavramıyla ululuk taslamaları, kendilerini herkesten üstün görmeleri, özellikle hak din mensuplarına tepeden bakıp onların inançlarını aşağılamaları söz konusu edilmiştir. Bu da açıkça Kur’an’ın ilke olarak baskıcı ve despot yönetimlere karşı tavrının somut bir örneğini ortaya koymaktadır. Âyetin sonundaki, “Oysa (Allah’tan) kaçıp kurtulma imkânları yoktu” cümlesi, bütün baskıcı yöneticilerin er veya geç Allah katında hak ettikleri cezayı görmekten kurtulamayacaklarını ifade etmekte, 40. âyette de bu baskıcı kesimlerden bazılarının, kötülük ve inkârları yüzünden başlarına gelen felâketlerden örnekler verilmektedir. Kur’an-ı Kerîm’in ilgili yerlerinde Lût kavminin taşları savuran fırtınalarla, Semûd kavmiyle Medyenliler’in korkunç bir sesle gelen deprem felâketiyle, Nûh kavmi ile Firavun’un adamlarının, sulara gömülerek cezalandırıldıkları, Karun’un da mal ve mülküyle beraber yere gömüldüğü bildirilmiştir.Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 269
مَثَلُ الَّذٖينَ اتَّخَذُوا مِنْ دُونِ اللّٰهِ اَوْلِيَٓاءَ كَمَثَلِ الْعَنْكَبُوتِۚ اِتَّخَذَتْ بَيْتاًؕ وَاِنَّ اَوْهَنَ الْبُيُوتِ لَبَيْتُ الْعَنْكَبُوتِۘ لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ ﴿٤١﴾
41. Allah’tan başka varlıkların korumasına sığınanların durumu, örümceğin durumuna benzer: Örümcek, (ağını) kendine bir yuva edinir, ama yuvaların en çürüğü de örümceğin yuvasıdır. Keşke bilselerdi!
Tefsir
Putperestlerin dinlerinin anlamsızlığını, çürüklüğünü; onların tanrı diye inanıp bağlandıkları, sığınıp güvendikleri nesnelerin yararsızlığını anlatan âyet, daha genel olarak Allah’ı bırakıp O’ndan başkasını tanrı tanıyan veya böyle açıkça olmasa bile, tutum ve davranışlarıyla bir fâniye –olağan ve mâkul saygı sınırlarının ötesine geçerek– tanrı gibi bağlanan ve sadece Allah’tan bekleyebileceği yardım ve desteği ondan bekleyen insanın, içine düştüğü büyük yanılgıyı etkileyici bir benzetmeyle anlatmaktadır. 42. âyet, bu tür yanlış inanç ve davranışta olanlara bir uyarıdır. Bir önceki âyette Allah’tan başkasını dayanak edinenlerin ne kadar zayıf bir sığınağa güvendikleri belirtilmişti. Bu âyetin sonunda ise Allah’ın özellikle azîz (sınırsız derecede güçlü) ve hakîm (kusursuz hüküm ve hikmet sahibi) isimlerine vurgu yapılmakla şu gerçeğe işaret edilmiştir: Allah, düzmece tanrıları, fâni varlıkları kendisinin yerine koyarak onlara dayanıp güvenenleri, üstün gücüyle hikmetinin gerektirdiği şekilde cezalandıracaktır. Nitekim önceki âyetlerde kıssalarına değinilen kavimler bu cezayı tatmışlardır (bk. Taberî, XX, 151). Buna karşılık yalnız Allah’ı sığınak ve koruyucu (velî) bilenler, O’na inanıp bağlananlar, başka hiçbir şeyle mukayese edilemeyecek derecede güvenilir ve yararlı bir sığınak seçmişlerdir. Onlar bu seçimi yapmakla, kendilerine eksiksiz güveni, nihaî huzur ve mutluluğu bahşedecek olan bir velînin, sonsuz derecede güç ve hikmet sahibi bir koruyucunun himayesini hak etmişlerdir.
Örümcek ağının, kendisi bakımından sağlam ve yeterli bir yuva olduğu bilinmekte ise de âyette örümcek ağının, hâricî tesirlere karşı zayıf olduğu göz önüne alınmıştır.Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 270-271

اِنَّ اللّٰهَ يَعْلَمُ مَا يَدْعُونَ مِنْ دُونِهٖ مِنْ شَيْءٍؕ وَهُوَ الْعَزٖيزُ الْحَكٖيمُ ﴿٤٢﴾
42. Allah, onların kendisini bırakıp da ne türlü şeylere yalvarıp yakardıklarını şüphesiz bilmektedir. O, azîzdir, hakîmdir.

وَتِلْكَ الْاَمْثَالُ نَضْرِبُهَا لِلنَّاسِۚ وَمَا يَعْقِلُـهَٓا اِلَّا الْعَالِمُونَ ﴿٤٣﴾
43. İşte biz, insanlara bu misalleri anlatıyoruz ama bunların hikmetini gerçek bilgi sahibi olanlardan başkası kavrayamamaktadır.
Tefsir
“Gerçek bilgi sahibi olanlar” diye çevirdiğimiz âlimûn kelimesi bu bağlamda, yukarıda ana hatlarıyla değinilen ilâhî hakikatleri anlama yeteneğine, birikimine sahip olan; kendilerine okunanlarla gözlemledikleri şeyler üzerinde düşünerek (Şevkânî, IV, 235) doğru sonuçlar çıkaran inançlı ve kavrayışlı zihinleri ifade etmektedir. Gerek bu âyetin gerekse bundan önceki âyetin sonunda geçen ilim ve akıl kavramlarıyla insanın zihinsel yeteneklerine vurgu yapılmakla, dünya işlerinde olduğu gibi dinî konularda da bu yeteneklerin önemli rolüne dikkat çekilmektedir.Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 271

خَلَقَ اللّٰهُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ بِالْحَقِّؕ اِنَّ فٖي ذٰلِكَ لَاٰيَةً لِلْمُؤْمِنٖينَࣖ ﴿٤٤﴾
44. Allah gökleri ve yeri hikmet ve fayda esasına göre yarattı. Şüphesiz, inananlar için bunda ibret vardır.
Tefsir
Meâlindeki “hikmet ve fayda esasına göre” ifadesinin karşılığı “bi’l-hakkı” deyimidir. Kur’an-ı Kerîm’de yaratmayla ilgili olarak kullanıldığı yerlerde bu deyim, genellikle evrende yaratılmış hiçbir şeyin bâtıl, yersiz, faydasız ve mânasız olmadığına; aksine Allah’ın yaratmasının hakîmane yani eksiksiz kusursuz olduğuna; ayrıca canlısıyla cansızıyla her varlığın, Hakk’ın eseri, dolayısıyla O’nun kudret ve hikmetinin bir tecellisi ve bu anlamda yaratılanın da hak olduğuna işaret eder.Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 271
اُتْلُ مَٓا اُو۫حِيَ اِلَيْكَ مِنَ الْكِتَابِ وَاَقِمِ الصَّلٰوةَؕ اِنَّ الصَّلٰوةَ تَنْهٰى عَنِ الْفَحْشَٓاءِ وَالْمُنْكَرِؕ وَلَذِكْرُ اللّٰهِ اَكْبَرُؕ وَاللّٰهُ يَعْلَمُ مَا تَصْنَعُونَ ﴿٤٥﴾
45. Kitaptan sana vahyedilenleri oku, namazı özenle kıl. Kuşkusuz namaz hayâsızlıktan ve kötülükten meneder. Allah’ı anmak her şeyden önemlidir. Allah yaptıklarınızı bilir.
Tefsir
Kitaptan maksat Kur’an-ı Kerîm’dir. Her ne kadar burada, “Kur’­an’dan önce indirilmiş Tevrat ve ekleri”nin kastedildiği ileri sürülmüşse de (Ateş, VI, 517) bu yorum, her şeyden önce âyetin lafzına uymamaktadır. Çünkü burada açıkça Hz. Muhammed’e hitap edilerek “kitaptan sana indirilen” denilmektedir. Kuşkusuz Kur’an’da, –aynı ifadelerle olmasa da– daha önce Tevrat’ta yer alan konular, özellikle geçmiş peygamberlere dair kıssalar bulunmaktadır. Fakat buna dayanarak âyette Peygamber’in okuması istenen kitabın, “Kur’an’dan önce indirilmiş Tevrat ve ekleri” olduğu, dolayısıyla burada Resûlullah’a, “Tevrat ve eklerini oku” gibi bir buyruk bulunduğu ileri sürülemez. Nitekim hiçbir müfessir âyette Resûlullah’a “Tevrat’ı oku” gibi bir anlamın bulunduğunu söylememiştir. Esasen Süleyman Ateş, “Kur’an-ı Kerîm’de mârife olarak ‘el-kitâb’, Tevrat ve eklerini ... gösterir” diyorsa da (VI, 517) böyle bir genelleme yanlıştır. Kur’an’da “el-kitâb”, eski peygamberlere indirilen kitaplar için kullanıldığı gibi Kur’an’ı da ifade etmektedir; ayrıca “Allah’ın ezelî ilmi, takdiri” veya “insanların bu dünyada yapıp ettiklerinin kaydedildiği ve âhirette ortaya konacak olan bir nevi tutanak, yani amel defteri” gibi başka anlamlarda da kullanılmıştır. Nitekim Süleyman Ateş de –“Kur’an-ı Kerîm’de mârife olarak ‘el-kitâb’, Tevrat ve eklerini ... gösterir” şeklindeki kendi iddiasının aksine– “el-kitâb” kelimesinin geçtiği âyetlerden meselâ Nahl sûresinin 64. âyetinde “... bu kitabın Hz. Muhammed’e indirildiği bildirilmektedir” (V, 120); aynı sûrenin 89. âyetinde “... Kur’an’ın, her şeyi açıklamak ... için indirildiği bildirilmektedir” (V, 132); Kehf sûresinin 1. âyetinde “1-5. âyetlerde Kur’an’ın.... indirildiği ... bildirilmektedir” (V, 289); R‘ad sûresinin 39. âyetinde “... yapılacak her şeyin yazılmış, tesbit edilmiş bir zamanı vardır ...”; Kehf sûresinin 49. âyetinde “...herkesin kitabı yani yaptığı işlerin tutanağı ortaya konur” (V, 302) diyerek “el-kitâb” kelimesini hem “Kur’an” hem “Allah’ın ezeldeki yazısı, takdiri” hem de “amel defteri” anlamında açıklamıştır.
“Hayasızlık” diye çevirdiğimiz fahşâ kelimesi, Arapça’da aynı kökten olan fuhuş kelimesiyle eş anlamlı olup genellikle çirkin sözler ve fiiller için kullanılır (Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “fhş” md.); daha genel olarak başta zina olmak üzere edep, iffet, haya gibi erdemlerle çelişen söz ve davranışları ifade eder. “Kötülük” şeklinde çevirdiğimiz münker ise, ma‘rûf kavramının zıddı olarak genellikle “aklın ve sağ duyunun çirkin bulduğu, erdemli toplumun yadırgadığı tutum ve davranışlar” anlamına gelir (bilgi için bk. A‘râf 7/157).
Âyete göre gerek abdest, kıraat, rükû, secde, ta‘dîl-i erkân gibi zâhirî şartlarına ve rükünlerine gerekse ihlâs, huşû, takvâ gibi mânevî şartlarına özen göstererek kılınan namaz, İslâm’ın ve sağ duyu sahibi erdemli toplumların edepsizlik, hayâsızlık ve kötülük sayıp reddettiği tutum ve davranışlarla uyuşmaz, âdeta bir nasihatçi, bir uyarıcı gibi (İbn Âşûr, XX, 259) namaz kılan kişiyi bu davranışlardan meneder. Böylece âyette namazın ahlâkî tesirlerine, kötülüklere karşı koruyucu özelliğine işaret edilmekte; namaz kıldıkları halde hak hukuk gözetmeyen, edep ve ahlâk kurallarına uymayanlara da dolaylı bir uyarı yapılmaktadır.
Yaygın yoruma göre “Allah’ı anmak” diye çevirdiğimiz zikrullahtan maksat namazdır. Nitekim Cum‘a sûresinde de cuma namazı için aynı tabir kullanılmıştır. Namazın zikir kelimesiyle anılması, onun tam bir ibadet bilinciyle, Allah’ın huzurunda bulunulduğu şuuru ve sorumluluğu ile eda edilmesi şartıyladır ki belirtilen ahlâkî etkiyi gösterecek kaliteye ulaşmış olacağını ima eder. Bu şekilde namaz kılarak Allah’ı anmak en büyük ibadettir. Namazın insandaki Allah şuurunu güçlendirme işlevi, diğer faydalarından daha önemlidir. Âyette namazın böyle bir bilinç ve sorumluluk duygusundan uzak olarak kılındığı oranda ibadet kalitesini de kaybedeceğine işaret vardır.Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 273-275

وَلَا تُجَادِلُٓوا اَهْلَ الْكِتَابِ اِلَّا بِالَّتٖي هِيَ اَحْسَنُࣗ اِلَّا الَّذٖينَ ظَلَمُوا مِنْهُمْ وَقُولُٓوا اٰمَنَّا بِالَّـذٖٓي اُنْزِلَ اِلَيْنَا وَاُنْزِلَ اِلَيْكُمْ وَاِلٰهُنَا وَاِلٰهُكُمْ وَاحِدٌ وَنَحْنُ لَهُ مُسْلِمُونَ ﴿٤٦﴾
46. İçlerinden haksızlığa sapanlar dışında Ehl-i kitap’la mücadelenizi sadece en güzel yolla sürdürün ve deyin ki: “Bize indirilene de size indirilene de inandık. Bizim tanrımız da sizin tanrınız da birdir. Biz O’na teslim olmuşuzdur.”
Tefsir
Ankebût sûresinin Mekke’de indiği yönündeki rivayet kabul edildiği takdirde (bk. sûrenin girişindeki açıklama), buradaki Ehl-i kitap’tan maksat, Mekke’de bulunan az sayıdaki hıristiyanlardır. Hz. Peygamber’in bu hıristiyanlarla ilişkisinde ciddi bir sıkıntı bulunmadığı bildirilmekte, âyette de bu ilişkilerin iyi yolda götürülmesi yönünde tâlimat verilmektedir. Şayet sûrenin tamamının veya bu âyetin de içinde bulunduğu bir bölümünün Medine döneminin başlarında indiği yönündeki bilgi doğru kabul edilirse buradaki Ehl-i kitabın ağırlıklı olarak Medine yahudilerini ifade ettiği düşünülebilir. Hicretin ilk yıllarında yahudilerle ilişkilerin de barışçı bir çizgide sürdüğü bilinmektedir. Ancak âyetteki “içlerinden haksızlığa sapanlar dışında” şeklinde bir istisnanın yer alması, bazı Medineli yahudilerin daha ilk zamanlarda İslâm’a, Hz. Peygamber’e ve müslümanlara karşı olumsuz bir tavır takınmaya başladıklarını göstermektedir. Bazı müfessirler, “haksızlığa sapanlar”la cizye vergisi vermeye yanaşmayan Ehl-i kitap mensuplarının kastedildiğini ileri sürmüşlerse de (meselâ bk. Taberî, XXI, 1) henüz o dönemde cizye uygulamasının bulunmadığı, cizye âyetinin (Tevbe 9/29) hicretin 9. yılında indiği dikkate alınırsa bu yorum isabetsizdir. Şu halde Zemahşerî’nin de belirttiği gibi (III, 192) burada Ehl-i kitap içinden müslümanlar karşısında düşmanca tavır takınan sertlik yanlıları kastedilmiş, sertliğe sertlikle karşı konulmasına izin verilmiş olmalıdır.
Âyetin devamında müslümanların Ehl-i kitap mensuplarına, “Bize indirilene de size indirilene de inandık. Bizim Tanrımız da sizin Tanrınız da birdir. Biz O’na teslim olmuşuzdur” demeleri istenmiştir. Bu ifade müslümanların onlarla iyi geçinmelerinin ilkesel gerekçesini ortaya koymaktadır. Zira –putperest Araplar’ın aksine– müslümanlarla Ehl-i kitap arasında bir inanç yakınlığı bulunmakta, yani müslümanlar onların kitaplarının hak kitap olduğunu kabul ettikleri gibi temelde ulûhiyyet konusunda da onlarla aynı inancı paylaşmaktadırlar. Ehl-i kitap’taki tevhid ilkesine aykırı inançlar, onların dinlerinin aslında bulunmayıp sonradan ortaya çıkmış bir sapmadır. Sonuç olarak müslümanların temel inanç konularında kendileriyle aynı çizgide gördükleri Ehl-i kitabı düşman bilmeleri anlamsızdır. Müslümanlarla Ehl-i kitap arasında daha sonra baş gösteren çatışmalar, müslümanlardan kaynaklanmış değildir; nitekim tarihî bilgiler de bunu doğrulamaktadır. Bu açıklamalar dikkate alındığında, haksızlığa sapanlar dışında Ehl-i kitap’la iyi geçinmeyi emreden bu âyetin savaşa izin veren daha sonraki âyetlerle neshedildiğini ileri süren görüşün de isabetli olmadığı ortaya çıkmaktadır. Zira bu âyetin, “içlerinden haksızlığa sapanlar dışında” şeklindeki istisna bölümü, zaten gerektiğinde savaşmaya kadar varacak olan sertliğe sertlikle mukabele yolunu açık tutmaktadır. Nitekim müfessirler de bu yönde yorumlar aktarmışlardır (meselâ bk. Taberî, XXI, 2; İbn Kesîr, VI, 292).Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 275-276

وَكَذٰلِكَ اَنْزَلْـنَٓا اِلَيْكَ الْكِتَابَؕ فَالَّذٖينَ اٰتَيْنَاهُمُ الْكِتَابَ يُؤْمِنُونَ بِهٖۚ وَمِنْ هٰٓؤُ۬لَٓاءِ مَنْ يُؤْمِنُ بِهٖؕ وَمَا يَجْحَدُ بِاٰيَاتِنَٓا اِلَّا الْكَافِرُونَ ﴿٤٧﴾
47. İşte biz kitabı sana böyle indiriyoruz. Kendilerine kitap verdiklerimiz ona iman ederler, şunlardan da (müşrikler) ona inananlar var. Âyetlerimizi kâfirlerden başkası inkâr etmez.
Tefsir
“İşte biz kitabı sana böyle indiriyoruz” ifadesi çoğunlukla, bir önceki âyetin, “Ve deyin ki: Bize indirilene de size indirilene de inandık. Bizim Tanrımız da sizin Tanrınız da birdir” meâlindeki bölümüyle bağlantılı olarak, “İşte biz Kur’an’ı sana böyle (daha önceki ilâhî kitapları onaylayan, onlardaki Allah’ın birliği inancını teyit eden, dolayısıyla ilâhî vahyin evrensel doğrularını tekrarlayan) bir kitap olarak indiriyoruz” şeklinde yorumlanmıştır. Ancak âyetin bu bölümünü, “İşte biz önceki peygamberlere kitaplar indirdiğimiz gibi sana da bu kitabı, Kur’an’ı indiriyoruz” şeklinde açıklayanlar da olmuştur (Taberî, XXI, 4; İbn Atıyye, IV, 321; Zemahşerî, III, 192).
“Kendilerine kitap verdiklerimiz ona iman ederler” ifadesi de farklı şekillerde açıklanmıştır. Yaygın yoruma göre burada, yahudi iken müslüman olmuş Abdullah b. Selâm ve yakınları kastedilmiştir (Zemahşerî, III, 192; Şevkânî, IV, 238). Ancak İbn Âşûr, âyetteki “yü’minûne” fiilini –bizim de çeviride tercih ettiğimiz şekilde– geniş zamanlı bir fiil kabul ederek burada, o gün İslâm’ı hak din olarak kabul etmiş ve daha sonra da kabul edecek olan Ehl-i kitap mensuplarının söz konusu edildiğini belirtmiştir (XXI, 9). “Şunlardan da (müşrikler) ona inananlar var” ifadesinde ise –ağırlıklı görüşe göre– Araplar arasında müslüman olanlardan söz edilmiştir. Bu sûrenin indiği dönemde Araplar’ın çok büyük kısmı henüz müslüman olmadığı için âyette böyle bir ifade kullanılmıştır.
“Kendilerine kitap verdiklerimiz ona iman ederler” ifadesi tamamının, “şunlardan da ...” ifadesi ise bir kısmının inandığını gösteriyor. Buna göre âyeti şöyle yorumlamak da mümkündür: İnsaf ve idrak bakımından kitaba muhatap olma kabiliyetlerini koruyanların tamamı ona iman ederler; diğerlerinden de (Ehl-i kitap ve müşrikler) bir kısmı ona inanırlar.Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 276-277

وَمَا كُنْتَ تَتْلُوا مِنْ قَبْلِهٖ مِنْ كِتَابٍ وَلَا تَخُطُّهُ بِيَمٖينِكَ اِذاً لَارْتَابَ الْمُبْطِلُونَ ﴿٤٨﴾
48. Sen bundan önce ne bir kitap okuyabiliyor ne de onu kendi elinle yazabiliyordun; öyle olsaydı gerçeği çürütmeye çalışanlar kuşkuya düşerlerdi.
Tefsir
Okumak ve yazmak, birinden öğrenim görmenin en temel iki yoludur. Âyette Hz. Peygamber’in başka birinden bu şekilde öğrenim görmediği belirtilmektedir. Zira onun okuması yazması olsaydı o zaman Kur’an’ı inkâr etmek için bahane arayanlar, onu başka birinden, meselâ bir Ehl-i kitap mensubundan okuyup yazdığını ileri sürebilirlerdi. Nitekim yine de bu tür iddialar gündeme getirilmiş fakat etkili olamamıştır. Bunun önemli sebeplerinden biri, bu ve benzeri âyetlerde ifade buyurulduğu üzere, Resûlullah’ın –en azından yirmi üç yıllık peygamberlik süresinin on üç yılını oluşturan Mekke döneminde– okuma yazmasının olmaması, yani ümmî oluşudur (ümmîlik konusunda ayrıca bk. A‘râf 7/157-158).Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 277

 
Kurban
Beiträge: 1.013
Punkte: 651
Registriert am: 19.08.2010

zuletzt bearbeitet 04.11.2022 | Top

   

Ankebut Süresi Meal Ve Tefsiri 49-69
Ankebut Süresi Meal Ve Tefsiri 19-35

  • Ähnliche Themen
    Antworten
    Zugriffe
    Letzter Beitrag
Anfragen und Anregungen bitte direkt an tiav@hotmail.de adressieren. Vielen Dank!
Xobor Einfach ein eigenes Xobor Forum erstellen
Datenschutz