Muhyiddin İbn. Arabi (k.s.) Hakkında Bilgi
Cenab-ı Şeyh’ul Ekber Muhyiddin ibn. Arabi (ks.) Dost’un dostu olma şerefine nail olmuş Kur’an’ı okumuş, Kur’an ahlakıyla ahlaklanmış özgün Kur'ani-Muhammedi hakikati açıklama şerefiyle şereflenen ender mutasavvıflardandır. H. 560-638 / M. 1166-1240 yılları arasında yaşamıştır. Arifler arasında “Nimet Günü” olarak adlandırılan Ramazan ayının 17sinde Endülüs’ün Mursiya’da dünyaya teşrif etmiştir. H. 638 yılında da Şam-ı Şerif’de (Suriye’nin Başkenti) Hakka yürümüştür. Türbesi Şam’da Kasiyun dağının eteklerinde Salihiyye semtinde bulunmaktadır. Kendisi Sahabe-i Kirâm’ın cömertliğiyle meşhur Adiy b.Hatem- i Taî’nin kardeşi Abdullah b. Hatem et-Tai’nin nesline mensuptur.
Şeyh-i Ekber, kendi ifadesine göre; çocuk yaşlarından itibaren çok değerli alimlerden islami ilimlerde eğitim gördü ve Kur'an'ı ezberledi. Buluğ çağında ise ilâhi fetihle ansızın karşılaşınca, "Biz o kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık." (Enam, 38) ayetinin hakikatinin zevkine vardı.. Mutluluğun tamamın, velayetin tamamın ve ilmin tamamın, Kur'an'la amel etmekle gerçekleşeceğini anladı.. Bütün varlığını, hatta nefeslerini, zahir ve batın düşüncelerini Kur'an'dan istimdat etmeye, medet ummaya tahsis etti. Şeyh'e göre Kur'an, yalnızca telaffuz edilen kelimelerden veya üzerinde düşünülen anlamlardan ibaret değildir. Bilakis bütün ayetleri, kelimeleri ve harfleri sınırsız tecelli doğuşlarından, sırların ve ilimlerin müşahedesinden ve büyük mazharlardan ibarettir.
Şeyhin bütün hayatı, Kur'an menzillerine ve iniş mekânlarına yükselmekten başka bir şey değildir. Yaşamında da öğrendiği ilimlerle amil olmuş yaklaşık beşyüze yakın kıymetli eser’de miras bırakmıştır. Kısacası alimlerden, salihlerden ve sultanlardan oluşan çağdaşlarının ve kendisinden sonra gelen bu sahanın büyüklerinin tanıklığıyla şeyhin hayatı, Kur'ani bir yaşantının eksiksiz bir örneğini oluşturmaktadır.
Şeyh, Kur'anı fiil ve ruh olarak yaşamak, kalp ve kalıp olarak bağlanmak, Muhammedi sünnetin somut bir örneği olmak için Ona aşkla bağlanmıştı. Kendisinin yakın çevresine giren-aile fertleri, şeyhler, alimler, sohbetinde bulunduğu veliler, kendisine eşlik eden öğrenciler, muritler, maşrıkta ve mağripte kendisine danışan hakimler ve sultanlar gibi kişilerin büyük çoğunluğunu Kur'an'la tahakkuk etme ve Muhammedi sıfatlarla ahlaklanma esasına göre eğitmiştir. Bu eğitimin etkisiyle sözünü ettiğimiz kişilerin içinde bir hal meydana gelmiş ve Resulullah'ın (s.a.v) kendileri hakkında: "Kur'an ehli, Allah'ın ehli ve has adamlarıdır" dediği kimseler zümresine girmişlerdir.
Not: Muhyiddin ibn. Arabi (k.s.) hazretlerinin kendi kaleminden yani çeşitli eserlerinde anlatmış olduğu hayatının, ilmi görüşlerinin derlemesiyle hazırlanan biyografisi, Yayınevimiz tarafından basılan “ Hatmu’l Kur’an / Kur’an Mührü ” adlı eserde mevcuttur.
Şeyhu’l Ekber’in Futuhat’ı Mekkiyye adlı eserinden
Kur’an-i iman ile ilgili sözlerinden bazıları:
- "Allah'a ve Resulüne, Resulünün getirdiklerine, mücmel ve mufassal olarak, bize ulaşsın, ulaşmasın kesin bir şekilde iman ettik. Bu akideyi taklidi olarak anne ve babamdan aldım. Caizlik, helallik ve vaciplik ile ilgili olarak akli düşüncenin hükmü nedir, bilemezdim o zamanlar. Ben, buna dair imanıma dayalı olarak amel ettim. Ta ki nereden ve neden iman ettiğimi bilinceye kadar. Allah gözlerimi, basiretimi ve hayalimi açtı. Bu yüzden mesele benim için doğrudan müşahede düzeyine ulaştı. Taklide dayalı olarak tahayyül edilen ve vehmedilen hüküm de mevcuttu. Derken tabî olduğumun, yani Hz. Muhammed'in (s.a.v) değerini bildim. Bütün Nebileri müşahede ettim. İcmali olarak iman ettiklerimin tümüne muttali oldum. Nitekim görüp bizzat müşahede etmemden elde ettiğim ilim önceki imanımla çatışmadı. Bu yüzden ne söylüyor ve ne yapıyorsam Nebînin (s.a.v) sözüne dayanarak söylüyorum, yapıyorum, kendi ilmime, bizzat gözlemime ve müşahedeme dayanarak değil. İman ile gözlem arasında bir denge kurdum. İşte tabi olma bağlamında çok değerli bir tutumdur bu."
- "Söylediğim her şeyle ilgili olarak izlediğim yol şudur: Başkasını değil de bir lafzı bizzat kullanıyorsam, bunun nedeni delalet ettiği anlamdır. Bu yüzden benim maksadım itibariyle sözlerimde fazlalık, gereksiz söz yoktur. Biri sözlerimde fazlalık, gereksiz söz görüyorsa, bu benim kastımdan değil, onun yanlış algısından kaynaklanmaktadır."
- “Yazdığım hiçbir kitapta müelliflerin ve telifin gayesini gütmedim. Bilakis, Hak tealadan öyle ilhamlar gelirdi ki bazen beni yakacak kadar etkili olurlardı. Ben de onlardan mümkün olduğu kadarını kayıt altına almakla meşgul olurdum. Bu yüzden istemeyerek telifin maksadının da dışını çıktığım oluyor. Yazdıklarımdan bazısını rüyada veya keşifte Hakkın emretmesi üzerine kaleme aldım. ilahi ilka, rabbani ve ruhani ilham son erdi."
- “Yüce Allah, varlık âleminde yazılı olan her şeyi kalplere ilham yoluyla yazdırır. Çünkü âlem, yazılmış ilahi bir kitaptır."
- Allah'a yemin ederim ki, burada içime atılan ilahi imla, rabbani ilka veya ruhani üfleme olmayan tek bir harf dahi yazmış değilim. İş tamamen bundan ibarettir. Bununla beraber biz, şeriat koyan Resuller olmadığımız gibi teklif getiren Nebîler de değiliz.
- Her kişinin Kur'an'da bir suresi vardır Allah'ın kitabında bana ait olan sure ise tenzil’ (Zümer)dir. Çünkü nüzul olunan şeyi yani ilahi kitab olan âlemin surelerini, ayetlerini OKUmak bana nasib oldu. Ben de her ayete ilişkin açıklamaları üç makam şeklinde tertip ettim: Birincisi, Celal makamı, sonra Cemal makamı, sonra İtidal makamı. Bu, kâmil Muhammedi varis açısından berzah hükmündedir ki burası Kemal makamıdır. Ayeti celal ve heybet makamında ele alıyor, hakkında konuşuyorum, ta ki en latif işaretlerle ve en güzel ibarelerle bu makama ulaşıncaya kadar... Sonra aynı ayeti bu sefer cemal makamında ele alıyor ve üzerinde konuşuyorum. Burası birinci makamın karşısındadır. Nihayet özellikle bu makam için nazil olmuş gibi sürdürüyorum açıklamaları. Sonra aynı ayeti kemal makamında, ilk iki veçhe benzemeyen bir sözle ele alıyorum. Bu makamda harflerin, kelimelerin, harake ve sükûnlardan ibaret olan küçük harflerin sırları hakkında konuşuyorum. Eğer bunlarda böyle sırlar varsa onları ele alıyorum, yoksa nispetleri, izafeleri ve işaret gibi unsurları ele alıyorum. Bu işlemi tamamlayınca, yanındaki ayeti ele alıyorum. Bu ayetlerden birinde bulunup da asıl olma özelliğine sahip kelimeyi şahit olarak değerlendiririm, ancak bunun da örnekleri azdır."
-"Meclislerimde ve tasniflerimde konuştuğumuz her şey, Kur'an'ın huzurundan ve hazinelerinden gelir. Bana Kur'an'ı anlamanın ve Kur'an'dan yardım almanın anahtarları verilmiştir. Bütün bunlar, Kur'an'ın dışına çıkmadığımız sürece geçerlidir. Kuşkusuz bu, bağışların en yücesidir. Ancak zevkine varan, menzilini nefsinden bir hal olarak müşahede eden ve Hakkın, sırrında kendisiyle konuştuğu kimse bunun değerini bilir. Çünkü Hak, vasıtaları kaldırmak suretiyle, sırrında kuluyla konuştuğu zaman, onun seninle konuşmasına, senin sözlerini anlaman da eşlik eder. Onun seninle konuşması, senin onu anlamanın aynı olur ve ondan geri kalmaz. Eğer senin anlaman, onun seninle konuşmasından geri kalırsa, bu, Allah'ın kelamı olmaz. Bunu kendi içinde hissetmeyen kimse, Allah'ın kullarıyla konuşmasına dair ilimden nasipsizdir."
- “Her okuyan Kur'an'ın nüzulünü hissetmez. Çünkü ruhu kendi tabiatıyla meşguldür. Kur'an, bu kimseye tabiat perdesinin gerisinde iner. Bu yüzden ondan lezzet almak suretiyle etkilenmez. Nitekim Resulullah (s.a.v) Kur'an okuyan bazı topluluklar hakkında şöyle buyurmuştur: "Onlar, Kur'an okurlar, ama Kur'an gırtlaklarından aşağıya inmez." Bu Kur'an dillere inmektedir, kalplere değil. Yüce Allah, Kur'an'dan zevk almakla ilgili olarak şöyle buyurmuştur: "Onu Rûhu'l- emin (Cebrail) senin kalbine indirmiştir." (Şuara, 193) İşte, Kur'an'ın kendisine inmesinden dolayı, değeri ölçülemez, her türlü zevkin üstünde bir haz alan kimse budur. Kişi bu tadı, bu hazzı alınca, yeni ve eskimez Kur'an'ın üzerine indiği kimse olur. İki iniş arasında fark vardır. Kur'an, bir kişinin kalbine indiği zaman, anlamıyla iner. Kişi okuduğunu bilir, kendisinin dilinden olmasa da. Kur'an dışında bu lafızların anlamlarını, kendi dilinden olmadığı için bilmese de, okuduğunun anlamını bilir. Bir kimse Kur'an'ı tilavet ederken, Kur'an onun kalbine inerse, tilavet ettiğinin anlamını bilir. Kur'an'ın makamı ve menzili, yukarıda söylediğimiz gibi olursa, istediği her varlığı orada bulur. Mürid, istediği her şeyi Kur'an'da bulmadıkça mürid olamaz."
- "Kur'an ile insan-ı kâmil kardeştirler. İnsan-ı kâmil ise, Kur'an'ın bütün cihetleri ve nispetleriyle indiği kişiden başkası değildir. Kur'an'ın varislerinden olup insan-ı kamil olmayan kimselere gelince, Kur'an, onun omuzlarının arasına iner, gaipten göğsüne yerleşir. Kuşkusuz bu, eksiksiz bir verasettir. Kur'an olması hasebiyle Kur'an'la beraber olan kimse, cem birliğini ifade eden bir göze sahip olur. Ama cem edilmiş
olması hasebiyle Kur'an'la beraber olan kimse için, Kur'an Furkan'a dönüşür. Böylece açığı gizliyi, haddi ve başlangıcı müşahede eder. Biz, bu Furkanî inişi tattığımız için, şu helaldir, şu haramdır, şu mubahtır dedik. Meşrepler çeşitlendi, mertebeler birbirinden ayrıldı ve ilahi isimlerle kevni eserler zahir oldu.
Allah'ın kelamını sadece bir anlamla sınırlandırmak doğru değildir. Bilakis yüce Allah, Kur'an'ından nice latif sırları kullarının haline ve makamına uygun olarak velilerine açar. Allah ehline göre önemli olan, Kur'an'da yer alan kıssaların, örneklerin, hikmetlerin ve hükümlerin insan nefsine yönelik olarak anlaşılmasıdır. Çünkü dış âlemde (afakta) zuhur eden her şeyin bir benzeri iç âlemde (nefiste) de vardır. Örneğin Âdem ve İblis veya Musa ve Firavun kıssasını bilmenin ne faydası var, bütün bunlardan kaynaklanan bir ibret senin nefsinde müşahede edilmezse?
Bu ilim dalında bütün yazdıklarımın gayesi, evrende zuhur eden şeylerin bilinmesi değildir. Bilakis, asıl gayem, gafillerin dikkatini insani ayn'da, âdemi şahısta mevcut olanlara çekmektir. Çünkü bir şekilde senin kurtuluşunla bir ilintisi yoksa zatının dışındaki şeyleri bilmenin sana bir faydası olmaz…"
- "Allah ehline göre işaretler, uzağı gösterir veya gayrin hazır olduğunu bildirirler… Allah ehli açısından şekil ulemasından daha zor, daha meşakkatli bir mahlûk yoktur. Allah ehli, O'nun hizmetine hastırlar, ilahi bağış yoluyla O'nu bilirler. Allah, onlara sırlarını bahşetmiş, Kitabının anlamlarını ve hitabının işaretlerini anlatmıştır. Bu yüzden şekil uleması, Allah ehli açısından, Resullerin karşısındaki firavunlar gibidirler. Varlık âleminde iş, zikrettiğimiz gibi ezeli bilgi çerçevesinde gerçekleştiğine göre, bizim ashabımız işaretleri kullanmayı yeğlemişlerdir. Tıpkı Meryem'in (a.s) iftiracılara, inkârcılara karşı işaretlere başvurması gibi. Bu yüzden Allah ehli mutasavvıfların, önünden ve arkasından batılın bulaşmasına imkân bulunmayan Allah'ın kitabına ilişkin değerlendirmeleri işaretler şeklindedir. Aslında bu işaretler hakikatten, Allah kelamının anlamlarına ilişkin faydalı tefsirden ibarettir. Onlar bütün bunların yanı sıra bütün değerlendirmeleri, dil ehlinin bildiği gibi, genelliğini ikrar etmekle, nüzul sebebiyle irtibatını vurgulamakla birlikte kendi nefislerine döndürürler. Çünkü Kitap onların
(dil ehlinin) lisanîyle inmiştir. Bu yüzden onlara göre yüce Allah, kitabında her iki boyutu da kuşatmıştır: "İnsanlara ufuklarda ve kendi nefislerinde ayetlerimizi göstereceğiz." (Fussilet, 53) Yani dış âleme (afaka ve iç âleme (enfüse/kendi nefislerine) inen ayetleri göstereceğiz. Çünkü inen her ayetin iki yüzü vardır. Biri yüzünü kendi nefislerinde görürler, bir yüzünü de kendilerinin dışında görürler. Kendi nefislerinde gördüklerini işaret olarak isimlendirirler."
Bunlar Kur'an'ın bütün sureleridir Arzu ettiğim için isimlerini topladım
Allah'ın kitabındaki her surede benim için bir pay vardır. Ama hayrın büyük kısmı Asr suresine aittir.
Hiç kuşkusuz ölçüler tanzim edilmiş tartılardır Gölgeler üstünde kat kat gölgeler getirir onları Bulutlardan ve bulutların dışından.
Görülür... İniş sırasında diplerinde durum. Her manayı ihtiva eder, ama izhar edemez Hitabet, şiir ve darb-ı meselden başkası onu. Bunun bir kısmı övülendir ve yüksektir
Bir kısmı yerilendir ve alçaktır
Biri, ağzımdan çıkanlardan dolayı çekişirse benimle, Bilsin ki, bütün insanlar bilmediklerine düşmandır.
Rüyada Hak bana söyledi. Bu benim sözüm de değildir.
Bir vakit kullarım içinde sana seslenirim
Bir vakit makamımda sana münacat ederim Her iki halde de sen yanımdasın
Koruma himayesinde ve zimmet içinde.
Bir sevgilimiz var, tertemiz. Adını veremem O, ötelerin hayran kaldıkları sevgilidir.
İsimler geldiğinde en başta "Allah" Zikirle O'nu tazim et ve "O Allah'dır" de.
- "Avamın akidesi sağlamdır. Onlar, ledün ilmini mütalaa etmemiş olmalarına rağmen müslümandırlar. Çünkü sağlam fıtrat üzere kalmışlardır. Bu da Allah'ın varlığını bilmek, O'nu tanımak, Kur'an'ın zahirinde yer aldığı şekliyle O'nu tenzih etme ilmidir. Bu halleriyle onlar, tevile başvurmadıkları sürece doğru yoldadırlar. Ama içlerinden biri tevile yönelirse artık avamlık hükmünden çıkar, nazar ve tevil ehlinden bir gruba dâhil olur. Bu durumda ya isabet etmiş olur ya da şeriatın getirdiğinin zahiriyle çeliştiği oranda hata etmiş olur. Kur'an'da akıl sahibi için zengin bir bilgi kaynağı vardır, başkasına ihtiyacı olmaz. Müzmin hastalar için ilaç ve şifa vardır. Kur'an, kurtuluş yolunda yürümeye kararlı olan, yüksek derecelere çıkmaya rağbet eden, şüphe kaynağı olan şeylerden yüz çeviren kimseler için ikna edicidir.
- Resulullah (s.a.v), Allah'ın zatı hakkında düşünmeyi nehyetmiştir. İnsanlar bu ölçüden gafildirler. Bu yüzden Allah'ın zatı hakkında düşünmeyen, düşünce yoluyla O'nun zatına dair hükümler vermeyen kimse yok gibidir. Bu hususta edepli bir tavır sergileyen kimse görmedim. Allah ehli olan küçük bir azınlık müstesna mutlaka bu meseleye dalmışlardır. Ama Allah ehli olanlar, Resulün (s.a.v) bu hususta getirdiğini dinlemişlerdir ve Allah'ın kendisini vasfettiği şekli olduğu gibi benimsemişlerdir ve bunun bilgisini O'na bırakmışlardır. Zat’ı tevile yeltenmemişlerdir. Ta ki yüce Allah, başka bir bildirme yoluyla buna dair bilgiyi kalplerine indirip anlamalarını sağlayıncaya kadar. Mesele Allah kaynaklıdır, açıklaması da O'na aittir. Bu yüzden O'nu O'nunla öğrenmişlerdir, kendi görüşleriyle değil."
- Hak tealayı, O'nun kendisini isimlendirdiğinden başka şekilde isimlendirmek doğru değildir. Sadece O'nun verdiği isimleri esas almak gerekir, tenzih ve teşbihi adeta cem eder biçimde arttırmaya da, tevile de yeltenmemek gerekir. Yüce Allah "O'nun benzeri hiçbir şey yoktur. O işitendir, görendir." (Şura, 11) ayetinde buna işaret etmektedir.
- "Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Eğer yerde ve gökte Allah'tan başka ilahlar bulunsaydı, yer ve gök, (bunların nizamı) kesinlikle bozulup gitmişti." (Enbiya, 22) Bundan anlaşılıyor ki, ortada salah vardır,
bu ise âlemin bekası ve varlığıdır. Bu da gösteriyor ki, eğer alemi var eden Bir olmasaydı, alemin varlığı gerçekleşmezdi. Bu, Hakkın (ahadiyetinin) tekliğinin evrendeki delilidir ve akli delil de buna uygun düşmektedir. Eğer bundan başka deliller bulunsaydı ve bunlar ilâhi tekliği daha etkili biçimde kanıtlar mahiyette olsalardı, Allah onlara yönelir ve varlığa getirirdi. Biz de evren delilini bilemediğimiz gibi bundan hareketle Hakka delil gösterme yolunu da bilemezdik.
- "Yüce Allah'ın "Bil ki, Allah'tan başka ilâh yoktur." (Muhammed,
19) ayetinde bize emrettiği tevhidden maksat ulûhiyet tevhididir. Yine
şöyle buyurmuştur: "O'nun benzeri hiçbir şey yoktur." (Şura, 11)
Akıllı kimse, nefsini kendisi için gerekli olan şeylerle uğraştırır, ötesine geçmez. Çünkü insanın ömür süresi kısa ve nefesleri de sayılıdır. Geçen zaman bir daha geri gelmez. Bil ki, Allah, Tek İlâhtır. O'ndan başka ilâh yoktur. Bundan sonra da O'nun mahiyetine, kemiyetine ve keyfiyetine dalmaya kalkma. İman yolundan ayrılma. Allah'ın sana farz kıldığı şeylerle amel et. Sabah akşam Rabbini, O'nun senin için belirlediği zikirlerle an. Allah'tan korkup sakın. Eğer Hak teala, kendisini bilmeyi sana bahşederse, bu, yararlı nurdur ki, kalbin onunla hayat bulur, onun sayesinde fikirlerin ürettiği şüphe ve kararsızlık karanlıklarından kurtulursun. Bütün Resuller ve Nebiler, Resullerin takipçileri muttaki keşif ehli zatlar Allah ile ilgili ilimleri hususunda ihtilaf etmemişlerdir. Çünkü aynı kaynaktan gelen nurlardır. "Eğer o, Allah'tan başkası tarafından gelmiş olsaydı onda birçok tutarsızlık bulurlardı." (Nisa, 82)… Akıllı olan kimse, şeriat karşısında boynu bükük durur, ona hizmet etmeye amade olur. Şeriatın Rabbiyle ilgili olarak O'ndan haber verdiği her şeyi kabul eder.
Yüce Allah'ın kendisi ile ilgili olarak haber verdiği özellikler arasında eza görmek, öfkelenmek, kulunun tevbe etmesiyle sevinmek, genç adamın kadınlara meftun olmamasına şaşırmak, gülmek, gülümsemek, kullarının küfre sapmasından rahatsız olmak, şükretmelerinden ve imanlarından dolayı memnun olmak veya arşa istiva etmek ve dünya semasına inmek gibi… vasıflar yer alır. Her müslümanın bunlara iman etmesi gerekir. Bu noktada akıl, nasıl? ve niçin?…diye ortaya atılamaz. Aklın bu bağlamda görevi ; teslim olmak, kabul etmek ve tasdik etmektir. Nasılı, niçini bir noktadan sonra bırakmaktır. Bu meseleleri tevil etmeye kalkan akılların fuzuli bir işle uğraştıklarını idrak etmektir. Biz onları kendi halleriyle başbaşa bırakıyoruz ve bu tevillerde onlara katılmıyoruz.
Çünkü bu, Allah'ın muradı mıdır, dolayısıyla bunlara dayanmamız mı gerekir? Yoksa Allah'ın muradı bu değil midir ve reddetmemiz mi gerekir? Bilmiyoruz. Bu yüzden biz teslim olma yolunu tuttuk. Bize bu hususta bir soru sorulduğu zaman "Biz Allah indinden gelenlere Allah'ın murat ettiği şekliyle iman ediyoruz. Biz, Resullerden gelenlere Resullerin murat ettiği şekliyle inanıyoruz. Biz, bu hususların tümüyle ilgili ilmi Allah'a bırakıyoruz ve Resullere bırakıyoruz." şeklinde cevap veririz. Bu selefin yoludur. Allah, bizi onlara gerçek halefler kılsın.
- Ey akidemi soran adam! Allah o kimsenin zannını güzel kılsın.. Ki bilmektedir. Allah'ın kendisinden başka ilah olmadığına şahitlik ettiğini. Allah, adaleti ayakta tutarak şu hususu açıklamıştır ki, kendisinden başka ilah yoktur. Melekler ve ilim sahipleri de şahiddir.
- "Keşif ehli kimseler, bütün mezheplere, dinlere, milletlere ve Allah hakkında ileri sürülen görüşlere genel anlamda muttali olurlar ve bunlara ait hiçbir şey onların bilgilerinden gizli kalmaz."
- "Allah'ı bilen kamil alim, Allah katında kendisinin aleyhine herhangi bir hüccetin oluşmasından sakınan kimsedir. Bu tehlikeli sonuçtan kurtulmak isteyen kimse, şeriatın içerdiği emir ve yasaklara riayet etmeli, ötesine geçmemelidir. Ölümü her zaman aklında bulundurmalı, özellikle Kur'an'ın içerdiği zikirler aracılığıyla Allah'ı anmak haricinde her zaman suskunluğu yeğlemelidir. Böyle yapan kimse, bulunmadık hayır bırakmadığı gibi, kaçınmadık şer de bırakmamış olur ve nefsini tehlikelerden beri kılar. Ortada şeriata muhalif bir hakikat yoktur. Çünkü şeriat, hakikatlerden biridir. Dolayısıyla hakikat şeriattır