ALEVİLİK VE BEKTAŞİLİK
M. Sena ERDOĞDU*
Alevilik – Bektaşilik Nedir
Sözlük anlamına göre Alevi, H.z. Ali’ye bağlı ve ondan yana olan kimse demektir. Alevilik ise genel olarak H.z. Ali’yi sevmek ve onun soyunun yani Ehli Beyt’in yolundan gitmek olarak tanımlanabilir. Ancak bugün için dünyanın değişik bölgelerinde yaşayan farklı Alevi grupların her biri için Alevi ve Alevilik sözcüklerinin ifade ettiği anlamlar da farklı olmaktadır.
Ülkemizde bugün yaygın şekilde Alevi olarak adlandırılan kitleler için kaynaklarda bir çok ismin kullanıldığını söyleyebiliriz. Anadolu’daki Alevi kitleleri nitelemek üzere kaynaklarda Kızılbaş, rafizi, ısık, mülhid ve torlak gibi adların kullanıldığını görmekteyiz. Bunlardan en çok kullanılanı Kızılbaş adı olmuştur. Anadolu Alevileri kendileri için çok anlamlı Kızılbaş adını, Osmanlı yönetiminin ahlak dışı anlamlar yükleyerek, sünni kitlelere aşılayarak bir psikolojik savaş aracı olarak kullanması sonucunda bırakmak zorunda kalmışlardır.
Bugün Anadolu ve Balkanlar’da yaşayan Tahtacı, Çepni, Amucali, Bedrettinli, Siraç gibi değişik gruplar genelde Alevi olarak adlandırılırlar. Anadolu Aleviliği, tarihsel ve sosyal koşulların doğal bir sonucu olarak, kitabı olmaktan çok sözlü geleneğe dayalı eski inançların İslami şekiller altında yaşamaya devam ettiği bir halk İslamıdır.
Genel olarak ifade etmek gerekirse Bektaşi sözcüğü de yukarıda değindiğimiz kitleler için kullanılmıştır. Bektaşilik Hacı Bektaş-ı Veli’ye dayanılarak kurulmuştur. Alevilik ve Bektaşiliği birbirinden bağımsız olarak ele almak bugün gelinen noktada tarihsel ve sosyolojik açıdan mümkün görünmemektedir. Her iki terim de zaman zaman birbirinin yerine kullanılabilmektedir. Prof. Melikoff’un da belirttiği gibi “Alevilik, Bektaşilikten ayrılamaz. Çünkü her iki deyim de aynı olguya, Türk halk İslamlığı olgusuna bağlıdır.
Alevilik ve Bektaşilik, inanç ve ahlak esasları ve edebiyatları bakımından temel olmayan farklılıklar dışında ortaktırlar. En temel farklılık, Bektaşi kitlelerin daha çok şehirde yaşamalarına karşın, Alevilerin göçebe/yarı göçebe çevrelerde yaşamaları şeklinde ortaya çıkmış sosyal bir farklılıktır. Ancak tarihsel olarak doğru olan bu sosyal farklılık günümüzde anlamını yitirmeye başlamış, “Alevi” adı daha yaygın olarak kullanılır olmuştur.
Bugün genel olarak Alevi olarak adlandırılan kitleler üç dinsel gruba bağlıdırlar.
Ocakzade Dedeler
Çelebiler
Dedebabalar
Bu üç gruptan Anadolu’da en fazla etkinliğe ve nüfuza sahip olan Ocakzade Dedeler’dir. Daha sonra Çelebiler gelir. Dedebabaların ise Anadolu’da nüfuzları zayıftır. Balkanlar’da daha etkindirler. Türkiye’de yaşayan Alevilerin sayısı konusunda çeşitli veriler ileri sürülmektedir. Türkiye’de etnik ve mezhep konularında var olan tabular nedeniyle,yapılan resmi sayımlarda bu konu bilinçli olarak ihmal edilmekte ve dolayısıyla Alevilerin sayısı konusunu herkes işine geldiği şekilde yazmaktadır. Tarafsız araştırmacılara göre Türkiye’de en az 15 milyon Alevi bulunmaktadır. Karadeniz ve Güneydoğu Anadolu bölgelerindeki illerde sayıca az olmakla birlikte Türkiye’nin her yerinde Aleviler bulunmaktadırlar. Alevilerin sahip oldukları bu potansiyel onları zaman zaman Türkiye siyasetinin de merkezine yerleştirmektedir.
Aleviliğin kökeni genel olarak H.z. Muhammed’in vefatı sonrasında yaşanan gelişmelere dayanmaktadır. Ancak Anadolu Aleviliği ele alınırken İslam öncesi ve sonrası birçok farklı dinsel ve kültürel unsuru da gözden kaçırmamak gerekmektedir. Önce Aleviliğin doğuşuna yol açan gelişmeleri görelim: H.z. Muhammed’in vefatı sonrasında ortaya çıkan kimin halife olacağı sorunu, Alevi-sünni meselesinin ilk tohumlarını atmıştır. H.z. Muhammed daha sağlığında birçok kez H.z. Ali’nin halefi olacağını vurgulamıştı. H.z. Muhammed’in soyu, kızı H.z. Fatima’yı eş olarak verdiği H.z. Ali’den devam etmişti. H.z. Muhammed Mekke’ye Hicret ettiği zaman da ailesine ve işlerine bakmak üzere H.z. Ali’yi yerine bırakmıştı. Üstelik Peygamber H.z. Ali’nin katıldığı hemen hemen bütün savaşlarda onu komutan olarak atamıştır. Bilindiği üzere H.z. Muhammed Veda Haccı dönüşünde (632) Gadiru Hum adlı yerde beraberindeki Müslümanlarla konaklayarak bir konuşma yapmış ve bu konuşmasında kendisinden sonra amca oğlu ve damadı H.z. Ali’nin Müslümanlara önder yani halife tayin olduğunu ifade etmişti. Orada aralarında ikinci Halife Ömer’in de bulunduğu Müslümanlar bundan dolayı H.z. Ali’yi kutlamışlardı. Ölmeden önce Hz. Muhammed “Bana bir kalem ve kağıt getirin size bir vasiyet yazdırayım ki, benden sonra ihtilafa düşmeyesiniz” demiş ancak bu isteği yerine getirilmemiş ve Peygamber vasiyetini yazamadan vefat etmişti. Daha sonra Hz. Ali ve diğer aile üyeleri Peygamber’in defin işlemiyle uğraşırken Ebu Bekir ve Ömer’in de aralarında olduğu ensar ve muhacirin ileri gelenleri iktidar kavgasına başlamışlardı bile.
Bu iktidar mücadelesi Ebu Bekir’in halife olması ile sonuçlanmış, daha sonra sırasıyla Ömer ve Osman halife olmuşlardır. Sonuç olarak bu üç kişinin halifelikleri, deyim yerindeyse Peygamberin Ehli Beytine rağmen gerçekleşmiş, bu nedenle yüzyıllardır tartışıla gelmiştir. H.z. Ali ve H.z. Fatima bu halifelikleri onaylamamakla birlikte, iktidar uğruna gerginlik yaratmaktan da kaçınmışlar, bu haksızlığı sineye çekmeyi uygun görmüşlerdir. Alevi-Sünni meselesinin ilk çıkışı özetlemeğe çalıştığımız bu halifelik meselesine dayanır. Ehli beytin başına gelenler ve bunlardan en önemlisi Kerbela Olayı ise Aleviliğin siyasal ve düşünsel bakımlardan daha da olgunlaşmasına ve Araplar dışındaki diğer uluslar arasında da yayılmasına neden olmuştur. Şimdi bu gelişmeleri görelim: Osman’ın Halifelik dönemi (644-656), daha önce tohumları ekilmiş bulunan bölünmelerin, problemlerin su yüzüne çıktığı bir dönem olmuştur. Halife Osman’ın yönetiminde akrabalarına, yani Emevi ailesine gösterdiği aşırı yakınlık ve valiliklere onları tayin etmesi ve diğer suistimaller ona karşı Irak, mısır, Hicaz ve Suriye’de yoğun bir hoşnutsuzluk duyulmasına yol açmıştır. Valileri halka kötü davranıyor olmalarına rağmen onları koruyucu bir tutum takınmış, sonuçta Mısır, Basra ve Kufe’den yola çıkan gruplar Halife Osman’ın evini kuşatarak onu öldürmüşlerdir (656). Üçüncü halife Osman’ın öldürülmesi sonrası Hz.Ali halifeliği sahabenin ısrarları üzerine kabul etmiştir. H.z. Ali iç karışıklıkların çok yoğun olduğu bir dönemde ve bu karışıklıkları sonlandırmak amacıyla halifelik görevini kabul etmiştir. Daha önce Osman’ın aleyhinde bulunmuş olan H.z. Muhammed’in eşlerinden Ayşe, Talha ve Zebeyr, Hz. Ali’nin halife olması sonrasında onu Osman’ın ölümünden sorumlu tutarak Cemel savaşına yol açmışlardır. Cemel Savaşı Hz. Ali’nin galibiyetiyle sonuçlanmıştır. Hz. Ali bu olaydan sonra Şam’da hüküm sürmekte olan ve kendisine biat etmeyi reddeden Şam Valisi Muaviye sorununun çözümüne girişti. Muaviye, Hz. Ali’yi Osman’ın ölümünden sorumlu tutuyor ve Şam’da bunun propagandasını yapıyordu. Hz. Ali’nin uyarıları sonuçsuz kalınca H.z. Ali ve Muaviye Orduları arasında Siffin Savaşı (657) başlamış oldu. Hz. Ali’nin ordusu savaşı kazanmak üzereyken, Muaviye’nin yakın adamı Amr İbn-ül As’ın, askerlerin mızraklarının ucuna Kuran sayfalarını bağlatarak “Allah’ın kitabı sizinle bizim aramızda hakem olsun” diye bağırtması sonucu Hz. Ali’nin ordusu saldırıyı durdurdu. Bu şekilde Amr’ın hilesi işe yaramış ve iki taraftan hakemler seçilmiş, bir sonuca ulaşılamamıştır. Burada Hz. Ali’nin ordusundan ayrılan bir grup da Hariciler adını almışlardır. Böylece Müslümanlar Hz. Ali yandaşları, Muaviye yandaşları ve Hariciler olmak üzere üçe bölünmüş oluyorlardı. Hz. Ali vefatından önce Haricilere yönelik askeri bir harekat düzenlemiş, önemli bir bölümünü yok etmişti.
24 Ocak 661’de ise H.z. Ali, İbn Mülcem adlı bir harici tarafından uğradığı saldırı sonucunda şehit olmuştur. Bu şekilde Emevi hükümdarı Muaviye iktidara yönelik siyasal amaçlarını ne pahasına olursa olsun elde etmeye uğraşmış, Siffin’de Hz. Ali’nin vefatı sonrası Şam ve Mısır dışında bütün eyaletler Hz. Hasan’a biat etmişlerdi. Muaviye kendi iktidarı için tehlikeli saydığı Hz. Hasan’ı zehirletmekten de çekinmedi.l Muaviye, Ehli beyte ve Hz. Ali yandaşlarına her türlü eziyeti yaptırmış, camilerde H.z. Ali’ye lanet okutmuş ve kendisinden sonra oğlu Yezid’in halife olmasını sağlamak yoluna gitmişti. H.z. Hasan’ın zehirletilmesiyle Yezid’in önünde en büyük engel olarak H.z. Hüseyin bulunmaktaydı. Yezid ilk iş olarak Medine Valisi ve akrabası Velid’e bir mektup yazarak, özellikle Hz. Hüseyin’in muhakkak kendisine uymasının sağlanmasını, bunu reddederse öldürülmesini emrediyordu. Doğal olarak H.z. Hüseyin’in Yezid gibi bir zalime itaat etmesi mümkün değildi. H.z. Hüseyin, Muhammed Hanefi’nin de tavsiyesiyle 4 Mayıs 680 gecesi, bütün aile fertlerin iyanına alarak Mekke’ye gitti. Ayrıca, Hz. Hüseyin’in Yezid’e biat etmediğini ve Mekke’ye gittiğini öğrenen Kufeliler de Hz. Hüseyin’e elçiler göndererek Kufe’ye davet ile kendisini halife olarak tanıyacaklarını bildirdiler. Bunun üzerine H.z. Hüseyin amca oğlu Müslim’i uygun bir ortam sağlamak için Kufe’ye gönderdiyse de Müslim , Yezid’in adamlarınca yakalanarak idam edildi. H.z. Hüseyin Mekke’den Kufe’ye doğru yola çıktığı sırada Müslim öldürülmüştü. H.z. Hüseyin ve beraberindekiler Kerbela’ya geldiklerinde hem susuz bırakılmış, hem de binlerce kişilik ordu tarafından sarılmış durumdaydılar. Yezid’in Kufe valisi Ubeydullah, H.z. Hüseyin’in geri dönmek, Yezid’le görüşmek veya İslam sınırlarından birine gitmek isteklerinden hiçbirini kabul etmedi. Esasen onun görevi Yezid’in emrini yerine getirmek, yani H.z. Hüseyin’i öldürmekti. Çünkü biliyordu ki H.z. Hüseyin yaşadığı sürece efendisi Yezid’e rahat yoktu. Sözde Müslümanlardan oluşan koskoca bir ordu iktidar uğruna kendi dinlerini kuran Peygamberin torununu ve ailesini katletmeye kararlıydı. Nihayet 10 Ekim 680 (Hicri 10 Muharrem 61) günü Hz. Hüseyin son hazırlıklarını yaptı ve Yezid’in ordusuna yaklaşarak hitap etmek istediyse de, bu anlamlı konuşma Yezid’in ordusunu pek etkilemedi. Çok dengesiz bir şekilde başlayan savaşta H.z. Hüseyin’in 23 süvari ve 40 piyadeden oluşan savaşçıları öğleden sonraya gelindiğinde gittikçe azalmış bulunuyordu.
H.z. Hüseyin de bu az sayıda insanla yaya olarak savaşıyordu. Sonunda Simr’in emriyle her yandan hücum edilerek H.z. Hüseyin Şehit edildi. Sonra çadırlar yağma edildi, hasta olan İmam Zeynel Abidin de öldürülmek istendiyse de engellendi. Bu çirkin savaşın en küçük kurbanı ise daha altı aylık bir bebek olan H.z. Hüseyin’in oğlu Ali Asgar’dı. H.z. Hüseyin tarafından şehit olanlar yetmiş iki kişi idi.
Kerbela olayı yüzyıllara damgasını vurmuş bir tarihsel olaydır. Bu olay o zamanki Müslüman memleketleri halklarını o kadar etkiledi ki Emevi saltanatı kökünden sarsıldı.
Kerbela Olayı İran ve Hicaz’da duyulunca halkta Emevilere karşı büyük bir kin oluştu ve isyan hareketleri baş gösterdi. Yezid’in Mekke ve Medine’ye saldırması ise bardağı taşıran son damla oldu. Özet olarak, camilerde H.z. Ali’ye küfür ettirilmesi, önce H.z. Hasan’ın daha sonra da H.z. Hüseyin ve ailesinin ki Peygamberin soyu onlardan devam ediyordu, acımasızca öldürülmeleri, Emevi Hanedanına karşı muhalif bir düşünsel ve siyasal temeli olan bir harekete yol açtı. Bu harekete H.z. Ali yandaşlığı veya Alevilik demek mümkündür.
Alevilik İsmi Nereden Gelmektedir
“Osmanlılar yeni fethettikleri yerlerin kolonileştirilmesinde tarikatları kullanmışlardır. Osmanlılar tekkeleri Anadolu’nun kırsal kesimlerindeki heteredoks ve kargaşa çıkaran unsurları denetim altına almak için de kullandılar. Bu yörelerde bazı anarşist derviş grupları ortaya çıkmıştı. Abdallar, Torloklar, Işıklar ve daha genel bir isim olan Kalender adıyla bilinen gruptur. Bu grupların kendi dini liderleri, yerel evliyaları vardı. Fakat kısa bir zaman sonra Osmanlı hükümdarlarının baskısı sonucu bu evliyaların hepsi Hacı Bektaş Veli adı altında toplandı.
Bununla birlikte iki farklı grup ortaya çıkmaktadır. Tekkelerde yerleşik hayat süren Bektaşiler ve hala göçebe ya da yarı göçebe olan Kızılbaşlar. Kızılbaşlarla uzun bir süre bir ad verilmemiştir. Kızılbaşlar daha sonraları Alevi adıyla anılmıştır. Kızılbaş bu topluluğun tarihsel adıdır. Bu ad ilk Safevilerin takipçisi olan Köy topluluklarını ve aşiretleri ifade eder. Kızılbaş Kızılbaşlıklı anlamına gelir.
Kızılbaşlara bu ad taktıkları başlık nedeniyle verilmiştir. Kızılbaşlar, on iki yüzü olan kırmızı bir serpuş takarlardı. Osmanlı belgelerinde Kızılbaş “Zındık” ve “Zındık Asi” anlamında kullanılmıştır. Bu aşağılayıcı anlam yüzünden Alevi adı, Kızılbaş’ın yerini almış ve Türkiye’de Heteredoks grupların adı haline gelmiştir. Alevi sözcüğü, bu toplulukların ilahi bir kimlik atfettikleri Ali’ye ibadet etmelerine işaret etmektedir. İran’da Ali’ye ibadet edenleri “Ali İlahi” denmektedir.
Aleviliğin Olgunlaşması ve Yayılması
Osman’ın halifelik dönemi daha önce tohumları ekilmiş bulunan bölünmelerin, problemlerin su yüzüne çıktığı bir dönem olmuştur. Halife Osman’ın yönetiminde akrabalarına yani Emevi ailesine gösterdiği aşırı yakınlık ve valiliklere onları tayin etmesi ve diğer suistimaller ona karşı Irak, Mısır, Hicaz ve Suriye’de yoğun bir hoşnutsuzluk duyulmasına yol açmıştır. Valileri halka kötü davranıyor olmalarına rağmen onları koruyucu bur tutum takınmış, sonuçta Mısır, Basra ve Kufe’den yola çıkan gruplar Halife Osman’ın evini kuşatarak onu öldürmüşlerdir.
Üçüncü Halife Osman’ın öldürülmesi sonrası H.z. Ali’nin halifeliği sahabenin ısrarları üzerine kabul etmiştir. H.z. Ali iç karışıklıkların çok yoğun olduğu bir dönemde ve bu karşılıkları sonlandırmak amacıyla halifelik görevini kabul etmiştir. Daha önce Osman’ın aleyhinde bulunmuş olan H.z. Muhammed’in eşlerinden Ayşe, Talha ve Zübeyr, Hz. Ali’nin halife olması sonrasında onu Osman’ın ölümünden sorumlu tutarak Cemel Savaşı’na yol açmışlardır. Cemel Savaşı Hz. Ali’nin galibiyetiyle sonuçlanmıştır. Hz. Ali bu olaydan sonra Şam’da hüküm sürmekte olan ve kendisine biat etmeyi reddeden Şam Valisi Muaviye’nin sorununu çözmeye gitti. Muaviye H.z. Ali’yi H.z. Osman’ın ölümünden sorumlu tutuyor ve bunun propagandasını yapıyordu. H.z. Ali’nin uyarıları sonuçsuz kalınca H.z. Ali ve Muaviye’nin orduları arasında Sıffin Savaşı başlamış oldu. H.z. Ali’nin ordusu savaşı kazanmak üzereyken, Muaviye’nin yakın adamı Amr İbn-ül As’ın askerlerin mızraklarının ucuna Kur’an sayfalarını bağlatarak “Allah’ın Kitabı sizinle bizim aramızda hakem olsun” diye bağırılması sonucu H.z. Ali’nin ordusu saldırıyı durdurdu. Bu şekilde Amr’ın hilesi işe yaramış ve iki taraftan hakemler seçilmiş, bir sonuca ulaşılamamıştır.
Bu şekilde Emevi hükümdarı Muaviye iktidara yönelik siyasal amaçlarını ne pahasına olursa olsun elde etmeye uğraşmış, Sıffin’de Hz. Ali’ye yenileceğini anlayınca hileye başvurmuş ve H.z. Ali’nin vefatı ile Emevi saltanatını kurma amacına ulaşmıştır. Muaviye kendisinden sonra oğlu Yezid’in Halife olmasını sağlamaya çalışıyordu.
Yezid ilk iş olarak Emeline valisi ve akrabası Velid’e bir mektup yazarak özellikle Hz. Hüseyin’in muhakkak kendisine uymasının sağlanmasını, bunu reddederse öldürülmesini emrediyordu. H.z. Hüseyin, Muhammed Hanefi’nin de tavsiyesiyle 4 Mayıs 680 gecesi bütün aile fertlerini yanına alarak Mekke’ye gitti. Ayrıca H.z. Hüseyin’in Yezid’e biat etmediğini ve Mekke’ye gittiğini öğrenen Kufelilerde Hz. Hüseyin’e elçiler göndererek Kufe’ye davet ile kendisini halife olarak tanıyacaklarını bildirdiler.
Hz. Hüseyin ve beraberindekiler Kerbela’ya geldiklerinde hem susuz bırakılmış, hem de binlerce kişilik ordu tarafından sarılmış durumdaydılar. Yezid’in Kufe valisi Ubeydullah Hz. Hüseyin’in geri dönmek, Yezid’le görüşmek veya idam sınırlarından birine gitmek istediklerinden hiçbirini kabul etmedi. Esasen onun görevi Yezid’in emrini yerine getirmek yani Hz. Hüseyin’i öldürmekti.
Nihayet 10 Ekim 680 günü Hz. Hüseyin son hazırlıklarını yaptı ve Yezid’in ordusuna yaklaşarak hitab etmek istediyse de, bu anlamlı konuşma Yezid’in ordusunu pek etkilemedi. Yapılan savaşta H.z. Hüseyin şehit edildi.
Kerbela olayı yüzyıllara damgasını vurmuş bir tarihsel olaydır. Bu olay o zamanki Müslüman memleketleri halklarını o kadar etkiledi ki Emevi saltanatı kökünden sarsıldı. Kerbela olayı İran ve Hicaz’da duyulunca halkta Emevilere karşı büyük bir kin oluştu ve isyan hareketleri baş gösterdi. Yezid’in Mekke ve Medine’ye saldırması ise bardağı taşıran son damla oldu. Özet olarak, camilerde H.z. Ali’ye küfür ettirilmesi, önce Hz. Hasan’ın daha sonra da Hz. Hüseyin ve ailesinin ki Peygamberin soyu onlardan devam ediyordu, acımasızca öldürülmeleri, Emevi Hanedanına karşı muhalif bir düşünsel ve siyasal temeli olan bir harekete yol açtı. Bu harekete H.z. Ali yandaşlığı veya Alevilik demek mümkündür.
Alevilik Nasıl Ortaya Çıkmıştır? Bir Mezhep midir? Siyasi Bir Fırka mıdır?
Alevilik ne bir fırka ne de bir mezheptir. Ali’nin önderliğinde yürütülen ve esasen İslamiyet’ten ayrılmayan bir tarikattır. Olayın tarihi seyrine bakıldığında Aleviliğin bir tarikat olmasını şöyle açıklayabiliriz:
“Timur Osmanlı Sultanı Yıldırım Bayezid’i yendikten sonra Anadolu’dan aldığı otuz bin kadar esiri İran’a götürmüştü. Bunları Erdebil’e yerleştirmişti. Bunlar zamanla Erdebil Şeyhi olarak bilinen Şeyh Ali’ye intisap ettiler ve ondan tarikat dersi aldılar. Bir süre sonra Timur anasına ziyarete gittiği Erdebil Şeyhi’nin kendisinden bir arzusu olup olmadığını sorduğunda şeyh: “Hiçbir dileğim yok, sadece Anadolu’dan esir olarak getirmiş olduğun Türkleri serbest bırakmanı istiyorum” dedi. Timur, şeyhin bu arzusunu memnuniyetle kabul etti ve onları serbest bıraktı. Bu esirler, bu vesile ile şeyhe olan muhabbetlerini aşırı derecede ziyadeleştirdiler. Şeyhin bu sahibelerinin bir kısmı Anadolu’ya döndü, bir kısmı da Erdebil’de kaldı.
Erdebil Şeyhi, Anadolu’ya dönen bu müritleriyle alakasını devam ettirdi. Erdebil Şeyhi’nin tarikatında “H.z. Ali muhabbeti” esas alındığı için, bu tarikata devam edenler H.z. Ali sevgisi ile tamamen boyandılar. Bunlara bu vasıflarından dolayı Alevi denildi.”
Alevi İnanışına Tesir Eden Cereyanlar
“Alevi düşünceye özellikle etkili olan cereyanların başında Batinilik gelir. Batinilik en genel şekliyle, Kur’an-ı Kerim’in bir zahiri bir de batın yüzü vardır; Kur’an-ı Kerim’in batin yüzünü bilen bu anlayış seviyesine ulaşan biri için, artık onun zahirine uyma gereği kalmaz inancını savunmaktadır. Bu şekliyle batinilik genel bir ifadedir. Bu bakımdan, bu inancı benimseyen kimselere, hangi mezhepten, hangi meslekten olursa olsunlar, batini denir.
Alevi inanışına tesir etmiş akımlardan biri de Hurufiliktir. Aslında Hurufilik, 14. yüzyılda Esterâbadlı Fazlallah tarafından kurulmuş uydurma bir tarikattır.
Hurifiliğin temel inancı Fazlallah’ı Allah tanımaktır. Onlara göre dünyada üç devir vardır; Nübüvvet, İmanet ve Uluhiyyet. Nübüvvet, H.z. Peygamber ile kemalini bulmuş ve tamamlanmıştır. İmanet, Hz. Ali ile başlamış ve On iki İmam’ın on birincisi olan Hasan el Askeri ile bitmişti. On ikinci İmam Mehdi kaybolunca Fazl’ın zuhuru ile Uluhiyyet devri başlar. O son zuhurdur. Varlığın zuhuru sesledir. Sesin ve sözün aslı harftir.”
Alevilikte Ahlaki Hayat
Türkiye’deki Alevi zümrelerinin değişmeyen ahlaki kuralı “Eline – Diline – Beline Sahip Olmak” ve bunu her hal ve şartta yerine getirmektir. İkrar verme kurbanında talibin veya musahibin beline bağlanan yünden örülme tiğ-bend adlı kuşağa üç düğüm vurulur. Bunlar “Allah – Muhammed – Ali” için olduğu gibi “Eline – Diline – Beline” sağlam olmanın, kendine güvenin de simgesidir.
Ayrıca Alevi-Kızılbaş topluluklarında sıkça rastlanan ve üzerinde durulan bazı ahlaki yasaklar vardır:
- Birden fazla kadınla evlenmek. Bir Kızılbaş karısı ölmedikçe veya meydan kararıyla boş sayılmadıkça başka bir kadınla evlenemezdi.
- Meydandan karar olmadıkça boşanmak veya boşamak.
- Zina.
- Adam öldürmek, hırsızlık.
- Yalan söylemek.
- Sırrı ifşa etmek yani meydanda gördüklerini, dedenin gizli tutulmasını, anlattığı şeyleri…
- Kızılbaş olmayanlarla evlenmek.
- Pir ve Ocak hakkını ödememek.
Bektaşilik
Bektaşilikte, esasen Alevilik gibi bir tarikattır. Esasta Alevilik ve Bektaşilik bir bütündür. Her ikisi de aynı anlama gelmektedir. Aralarındaki tek fark Bektaşiliğin yerleşik bir kültüre geçmiş olması, Aleviliğin ise genel olarak konar göçer bir yaşayış tarzına sahip olmasıdır.
Bektaşilik, adını tarikatın kurucusu ve lideri olan Hacı Bektaş-i Veli’den almıştır. Bektaşilik tarikatını incelemeden önce Hacı Bektaş-i Veli’den biraz söz etmek istiyorum.
Asıl adı Mehmet’tir. Horasan’ın Nişabur şehrinde doğmuştur. Anası ve babası Türk soyundandır.
Doğum ve ölüm tarihleri ihtilaflıdır. Bazı kaynaklar doğum ve ölüm tarihi olarak (1248-1337) tarihlerini gösterirlerken, bazıları da (1209-1271) tarihlerini kaydetmektedirler. Bunlardan birincileri Hacı Bektaş Veli’nin Anadolu’ya geliş yılı olarak 1270-1280 yıllarını göstermektedirler.
Hacı Bektaş-ı Veli, dönemin en meşhur alimlerinden Ahmet Yesevi dervişlerinden olan Lokman-ı Perendeye’den dersler almışlardır.
Lokman Perende zahir ve batın ilimlerini Hacı Bektaş’a öğretti. Lokman-ı Perende’yeden gerekli olan dersleri aldıktan sonra, dönemin yaygın kanaati olan ilmin yarısı seyahattadır görüşüne uyarak Bedehşan şehrine gitti.
Burada çeşitli alim ve bilginlerle görüşüp, gerekli bilgileri aldıktan sonra tekrar Nişabur’a döndü. Nişabur’dan Anadolu’ya geçti. Hacı Bektaş-ı Veli burada kendini tamamen dine verdi. Daha sonra Sulucukarahöyük’te kendi adına bir tekke kurmuştur. Hacı Bektaş-ı Veli’nin yazdığı ve günümüze kadar ulaşmış iki eseri vardır. Bunlar “Makalat” ve “Şerh-i Besmele”dir.
Bektaşilik Nedir?
Bektaşilik, bilinen diğer tarikatlar gibi bir tarikattır. Yalnız diğer tarikatlarda bulunan Seyr ve Sülük gibi bir takım hususiyetler bu tarikatta yoktur. Ancak diğer tarikatlarda bulunan “İnabe” yani el tutmak ve “İbrar” gibi özellikler Bektaşilikte de vardır. Diğer tarikatların “devran” ve “zikri”ne karşı da Bektaşilikte “ayin-i Cem” adıyla bir ayin vardır.
Bektaşilik ne müstakil bir din, ne de mezheptir. Bektaşilik, şekil ve muhtevada en yakın tarikat olan “Yesevilik” ve “Ahilik”e benzeyen Anadolu’nun anayurt, anavatan haline gelmesinde aktif rol oynamış, bu duyguyu kendi misyonu bilmiş, milliyetçi hatta Türkçü tavır ve özellikler gösteren bir tarikattır.
Bektaşi ve Mevlevi tarikatlarında, diğer tarikatlardan farklı olarak, fizik olarak sakat ve arızalı olmamak giriş şartı idi. Eli yüzü temiz, görüntüsü düzgün olanlar tarikata alınırlardı. Azası noksan ve özürlü olanlar tarikata alınmazlardı. Tarikata girdikten sonra sakatlananlar ise refah içinde yaşatılırlardı. Bu tip özellikler aranması bazı çevrelerce eleştirilmiş olsa da her tarikatın belli başlı kuralları ve normları vardır. Bektaşilerinde tarikata girmek isteyen bireylerde bu tip özellikler aramaları gayet doğaldır.
Bektaşilik bugün belli başlı iki kola ayrılır. Bunlar;
1. Çelebiler kolu.
2. Babalar kolu.
Bektaşiliğin iki kola ayrılmasının sebebi, Hacı Bektaş-ı Veli’nin evlenip evlenmediği konusundaki görüş ayrılığıdır.
Çelebiler, hünkar Hacı Bektaş’ın soyundan evlendiğini ve kendilerinin bu soydan geldiklerini belirtirler. Bu sebepten dolayı da tarikatın kendi liderliğinde devamının lazım geldiği kanaatını taşırlar.
Babalar kolu, Hünkar Hacı Bektaş’ın hiç evlenmediğini belirtmektedirler. Bu sebeple de kendileri de evlenmezler. Buna “Mücerredlik” denilir. Tek başına olmak anlamındadır.
Alevi – Bektaşi Toplumsal Hiyerarşisi
Türk toplum tarihi çizgisi incelendiğinde, Alevi-Bektaşi grupların daha ziyade bir azınlık psikolojisi altında varlıklarını sürdürdükleri görülmektedir. Bu nedenle kapalı-gizli toplum özelliklerini yansıtırlar. Her kapalı-gizli toplum, ayakta kalabilmek için bir takım manevi direnç noktaları geliştirmek durumundadır.
Alevi-Bektaşi toplulukları da, inanç, dünya görüşü ve felsefi yaşantılarıyla büyük toplum (Sünni)dan ayrılmaktadırlar. Bu nedenle de dini norm ve değerler, birer dinamik unsurlar olarak grubu ayakta tutmaya çalışır.
“Alevi-Bektaşi topluluklarında dayanışmayı, birlikteliği ve her çeşit dağılmaya karşı cemaat bilincini güçlendirmeyi hedefleyen dengeleyici etkenler vardır. Bunların başında “Ocak” kavramı gelir. Alevi-Bektaşi kültünde Ocak adeta bir kültür kümesidir. Ocak, dini liderlerin soyunu, rol ve yerini belirtmede önemli bir şemsiyeyi oluşturur.
Alevi-Bektaşi ocak sıralamasında üç-önemli nokta vardır.
Birinci grup, Hacı Bektaş Veli soyundan geldiğini söyleyenler. Bunlar, doğrudan mürşit olarak Hacı Bektaş Veli ve halifelerine bağlıdırlar.
İkinci Grup, on iki imamın soyundan geldiğine inandıklarını söyleyen Alevi-Bektaşilerdir.
Üçüncü Grup ise Babağan kolu ile anılan ve daha ziyade Çorkida rastlanılan Babailer koludur.
Alevi-Bektaşi geleneğinde kol: “Tarikat kurucusu Pir’in ölümünden sonra, halifelerinin tarikat adap ve ortamında kimi değişiklikler yapmasıyla belirginleşen ve giderek bağımsız bir yapı kazanan tarikat dalı anlamındadır. ocak ve Kol, aynı zamanda toplum düzenini sağlamada, kişilerin tutum ve davranışlarına bir takım sınırlamalar ve belirlemeler getirmektedir.
Bektaşilikte toplumsal hiyerarşi önemlidir. Bu da 6 kategoride ortaya çıkar.
1. Aşık veya Sadık. 4. Baba
2. Muhip 5. Halife
3. Derviş 6. Dedebaba’dır.
Alevi teolojisinde toplumsal hiyerarşi ve statü farklılaşması da temelde Bektaşi düzeninden pek ayrı bir yapıyı yansıtmaz. Bir tarikat olarak Alevilikte dört makam vardır.
Şeriat, Tarikat, Marifet ve Hakikat. Aleviliğin esas ilkeleri bu dört sütun üzerine dayanmaktadır. Geleneksel Alevilik inancına göre, her abi insanının bir musahibi, bir rehberi, bir piri, bir de mürşidi olması gerekir.
Bektaşilerde tekkenin lideri “Baba”dır. Baba olabilmek için tarikata kabul edilmiş olmak ve böyle bir onuru elde etmek için gereken mükemmellik derecesine ulaşmış olmak gerekir. Babaların, dini olduğu kadar siyasi, çok mühim görevleri de vardı. Bunlar din büyüyü ve aynı zamanda, boyların başları idiler. Zaman zaman bu babalar siyasi rol de oynamışlardır. Babai ayaklanması bunlar arasındadır.
Alevilerde tekkenin lideri “Dede”dir. Dedenin seceresi Ali’ye kadar uzanan bir ocaktan gelmesi gerekir. Görgü ayinleri, musahiplik töreleri Dede tarafından yönlendirilir. Musahip olacak kişiler, Dede tarafından gün tayin edilmek suretiyle düzenlenir, merasimi baştan sona kadar Dede yönetir.
Alevi topluluğunda Dede’nin statüsü üst düzeydedir ve hakimi mutlaktır. Sosyal işlevleri de bu yüzden önemlidir. Zina yapan, cinayet işleyen, sünni biri ile evlenen kısaca düşkün durumda bulunan, böylece toplumdan dışlanmış, aforoz edilmiş kişilerin düşkünlüklerinin kaldırılması, suçlarının bağışlanması ancak ve ancak Dede’nin niyazı v ekişinin ikrarı ile mümkündür. Bu nedenle Dede, önemli suçların bağışlanmasında karar mercidir.
Bektaşiliğin Edebiyatı ve Tarihi
Bektaşilik, adını kumcusu olan Hacı Bektaş Veli’den almış, batıni akidelere dayanan bir tarikattır. Benzeri tarikatlardan farkı hemen hemen Türkiye’ye mahsus olusu, harsi, dili, duygusu ve edebiyatıyla Türk oluşudur. Yeniçeriler vasıtasıyla Balkanlar’a, Tuna eteklerine ve Arnavutluk’a kadar yayılmıştır. Tarikata ilk dahil olanlar köylüler, Yörükler ve göçebelerdi. Bektaşiliğin geliştiği sırada Anadolu’da başka tarikatlar da vardı. Ama bunların mensupları fakir halktan değildi. Bektaşi babaları ise halkın içinden yetişmiş kimseler sıfatıyla daha çabuk taraftar bulmuşlardır.
Tarikatı Hacı Bektaş Veli kurmuş olduğu halde, 1516′de (bazı kaynaklarda 1521) ölen Halim Sultan, Bektaşi tarikatın ikinci kumcusu sayılmıştır. Bektaşilere göre tarikat H/.. Ali’den başlamış, Hacı Bektas Veli’ye kadar uzanmıştır. Bundan dolayı Peygamber hanedanına aşırılığa varan bir sevgi gösterirler. Bektaşiliğin bir hususiyeti de, itikat ve ayin bakımından pek gizli tutulmasıdır.
Bektaşiler umumiyetle beş vakit namaz kurnazlar, hac gibi ibadetlere itibar etmezler. “Can”ların (müritlerin) kabulü için yapılan “ikrar ayinleri” vardır. Nefesli ve ilahil olan “Ayin-i Cem”leri meşhurdur.
Bektaşilik “Celebiler ve “Babaganlar” olmak üzere baslıca iki kola ayrılmıştır. İstanbul ve Arnavutluk’ta maruf olan “Babagan” koluydu. Bu kola mensup olan dervişler hiç evlenmezlerdi. Dergahta ve zaviyelerde “Tarik-i dünya” lar gibi yaşarlardı.
Bektaşilerin kıyafetleri de bir özellik taşırdı. Başlarına giydikleri taç beş türlüydü. Boyunlarına “teslim tası” dedikleri on iki dilimli bir tas asarlardı.
Bektaşiliğe girme bahsinde zamanla ve Bektaşi kollarında göre değişikliler yapılmıştır. Bir deneme devresi geçiren “can” tarikata alınması uygun görülürse “Pir evi” dedikleri dergahta esrarlı bir tören tertiplenirdi.
Bektaşilik
Bektaşilik, Yeniçerileri sonradan sınırları içine almıştır. Bu yüzden Yeniçerilere “Taife-i Bektaşiyan” denilmiştir. Tanzimat’tan sonra, 1826 temmuzunda Mahmut II ‘nin de katıldığı bir mecliste alınan kararla Bektaşi Tarikatı ilga edilmiştir. Tekkeler ve vakıfları hükümet adına müsadere, ileri gelen Bektaşi babaları da idam edilmiştir. Bektaşiler daha sonra tekkelerini Nakşi tekkesi adı altında açarak Bektaşi ayinlerine yeniden başlamışlardır. Cumhuriyetin ilanı üzerine bütün tarikat tekkeleri gibi, Bektaşi tekkeleri de kapatılmıştır.
Türk halk edebiyatında pek çok Bektaşi fıkrası ve hikayesi vardır. Bektaşilerin Türkiye’nin gerek içtimai, gerekse siyasi tarihinde menfi bir rol oynadıkları söylenebilir. Çoğu Mevlevi olan padişahlar da Bektaşileri pek tutmamışlar, hatta bazıları, bu arada Mahmut II. Haklarında merhametsiz davranmıştır.
Bektaşi tekkelerinde canlı bir halk edebiyatı gelişmiş ve Türk halk şiirinin güzel örnekleri ortaya konmuştur. Bektaşi musikisi de Türk dini musikisinin, tarikat musikisi bölümünde en seçkin koludur. Bektaşi “Nefes”lerinin 200 kadarı besteleriyle bugün elimizdedir. Bunların pek çoğu kimin tarafından bestelendiği bilinmemektedir. Bunların içinde musiki sanatı bakımından şaheser sayılabilecek parçalar da vardır.
3. KAYNAKÇA
1. Abdülkadir Sezgin, Hacı Bektaşi Veli ve Bektaşilik, Kültür Bakanlığı, 1990.
2. Ali Yaman, Alevilik Nedir?.
3. www.alevi-bektaşi.com.
4. Baki Öz, Alevilik Nedir?, Der Yayınları.
5. Baki Öz, Bektaşilik Nedir?, Der Yayınları, İstanbul, 1997.
6. Bedri Noyan, Bütün Yönleriyle Alevilik ve Bektaşilik, Ardıç Yayınları, 1998.
7. Prof. Dr. Ethem Ruhi Fığlalı, Türkiye’de Alevilik – Bektaşilik, Selçuk Yayınları, 1996.
8. Hayat Küçük Ansiklopedi, Tifdruk Matbaacılık Sanayi A.Ş., İstanbul, 1968.
9. Irene Melikoff, Alevi Kimliği, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul, 1998.
10. İlhan Selçuk, Gencay Şaylan, Türkiye’de Alevilik – Bektaşilik, Yön Yayıncılık, 1999.
11. M. Talat Uzunyaylalı, Alevi İnanışı ve Siyasal Alevilik, Beka Yayınları, 1999.
12. Mehmet Kırkıncı, Alevilik Nedir?, Cihan Yayınları, İstanbul, 1995.
Einfach ein eigenes Xobor Forum erstellen |