Hucurat Süresi Meal Ve Tefsiri 1
وَاعْلَمُٓوا اَنَّ فٖيكُمْ رَسُولَ اللّٰهِؕ لَوْ يُطٖيعُكُمْ فٖي كَثٖيرٍ مِنَ الْاَمْرِ لَعَنِتُّمْ وَلٰكِنَّ اللّٰهَ حَبَّبَ اِلَيْكُمُ الْاٖيمَانَ وَزَيَّـنَهُ فٖي قُلُوبِكُمْ وَكَرَّهَ اِلَيْكُمُ الْكُفْرَ وَالْفُسُوقَ وَالْعِصْيَانَؕ اُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الرَّاشِدُونَۙ ﴿٧﴾
7: Şunu da bilin ki, aranızda her meselede kendisine müracaat etmeniz gereken Allah’ın Rasûlü bulunmaktadır. Eğer o Rasûl, birçok işte size uyacak olsa, başınız derde girer, gerçekten sıkıntıya düşersiniz. Ama Allah size imanı sevdirdi ve onu kalplerinizde süsleyip güzelleştirdi. Buna karşılık küfürden, her türlü günahtan ve isyândan sizi iğrendirdi. İşte itikat, amel ve ahlâk bakımından doğru yolda yürüyenler, bu özellikleri taşıyan mü’minlerdir.
فَضْلاً مِنَ اللّٰهِ وَنِعْمَةًؕ وَاللّٰهُ عَلٖيمٌ حَكٖيم
8: Bu, Allah tarafından büyük bir lutuf ve nimettir. Allah her şeyi hakkiyle bilen, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olandır.
Tefsir
“Allah Resûlü (s.a.s.)’in onlara itaati”, çeşitli fert ve gruplar hakkında kendisine ulaştırdıkları haberlere uygun olarak ileri sürdükleri görüşleri kabul etmesi demektir. O, Allah’ın peygamberidir ve kendisine vahyolunan bilgilere göre hareket eder. Yanlış bir karar alma ihtimali doğduğu zaman, gelen vahiyler onu doğruya yönlendirir. Şayet “kendisine uyulması gereken” Peygamber (s.a.s.), “başkasına uyan kişi” durumuna düşecek olsa, işlerin tersine gitmesine sebep olacak büyük bir kargaşaya yol açar. Böylece başlar derde girer, işler sarpa sarar, haller yaman olur, çok zahmetler ve felaketler çekilir, helake doğru sürüklenmek durumunda kalınır. Nitekim burada kullanılan اَلْعَنَتُ (‘anet) kelimesi aslında “kırılan bir kemiğin sarıldıktan sonra tekrar kırılması” demektir. Bu da, Peygamber (s.a.s.)’i yanıltmaya çalışma cüretinin neticede ne kadar büyük bir felakete, meşakkate, sıkıntı ve günaha sebep olacağını ifadeye kâfidir.
Anlaşılan o ki, verilen haber üzere Resûlullah (s.a.s.) hemen harekete geçmemiş, teenni ile hareket etmişti. Bir kısım sahabî ise bir an önce harekete geçip, zekâtı vermekten imtina eden, üstelik Peygamber’in gönderdiği elçiyi öldürmeye kalkışan kabileye hadlerinin hemen bildirilmesini istemişlerdi. Aralarında bulunan Peygamber (s.a.s.)’e rağmen böyle bir görüş ileri sürmeleri ve bunun tatbiki konusunda ısrarcı olmaları kınanarak, bunun yersiz bir cür’et olduğu haber verilmiştir. Ancak bunlar azınlık bir gruptu. Sahâbenin çoğunluğu ise Efendimiz’in vereceği kararı beklemişlerdi. İşte bu sabır ve teenni de yine Cenâb-ı Hakk’ın onlara bir ikramıydı. Bunun sebebi Allah’ın kalplerine yerleştirdiği ve orada iyice kökleştirip güzelleştirdiği kamil bir iman; buna mukâbil yine o kalplerde küfür, günah ve isyâna karşı yer tutan büyük bir nefretti.Ömer Çelik
İnsanların çoğunda özellikle kötü, aleyhte ve tehlike bildiren haberleri hemen kabul etme eğilimi vardır. Bu yüzden insanlar arasında birçok kötü zan, düşünce ve eylem ortaya çıkmış; pişmanlıklar, bazan telâfisi mümkün olmayan zararlar görülmüştür. Hz. Peygamber ile onun ahlâkında ve yolunda olanlar böyle haberler karşısında tedbiri elden bırakmaz, acele ile hüküm vermez, harekete geçmezler. Yetkin önderler böyle tedbirli davranırken onlar kadar birikimli ve deneyimli olmayan sıradan insanlar telâşa kapılır, önderlerin tedbirli davranmalarının hikmetini kavrayamazlar; bunların, “Neden hemen harekete geçilmiyor?” diye söylendikleri, hatta aleyhte konuştukları olur. Ama gerektiği şekilde tahkik edildiğinde bu tür haberlerin, bilgilerin yalan, yanlış, eksik olduğunun veya yanlış anlaşıldığının sayısız örnekleri vardır. Önderin davranışı karşısında teslimiyet göstermek, acelecilik göstermemek ve isyan etmemek için sahâbede iman, peygambere güven ve sevgi vardı. Şu halde daha sonraki zamanlarda da insanların, peygamber ahlâkındaki önderleri seçmeleri ve onlara güvenmeleri gerekmektedir.
Bazı fıkıhçılar âyetten şu hükümleri de çıkarmışlardır: “Dinin emirlerine aykırı hareket eden, günah kaygısı taşımayan kimsenin verdiği habere ve bilgiye dayanarak hükmetmek ve harekete geçmek câiz olmadığına göre, böyle kimseleri iş başına getirmek, önder seçmek, arkalarında namaz kılmak da câiz olmaz. Fâsık imamların arkasında namaz kılmak mecburiyeti hâsıl olursa, kılınmadığı takdirde zulmetmeleri ihtimali bulunmak şartıyla, durumu kurtarmak ve fitneyi önlemek için namaz kılınır, ama sonra bu namaz yeniden kılınır” (Ebû Bekir İbnü’l-Arabî, IV, 1716). Fıkıhçıların, içinde yaşadıkları güç şartlar çerçevesinde çıkardıkları bu hükümlerin ibret alınacak evrensel yönü, din, siyaset ve cemiyet hayatında istibdadın çirkinliğini, özgürlüğün önemini vurgulaması ve erdemli toplumun erdemli önderlerle birlikte düşünülmesi gerektiğine dikkat çekmesidir.Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 5 Sayfa: 90-91
وَاِنْ طَٓائِفَتَانِ مِنَ الْمُؤْمِن۪ينَ اقْتَتَلُوا فَاَصْلِحُوا بَيْنَهُمَاۚ فَاِنْ بَغَتْ اِحْدٰيهُمَا عَلَى الْاُخْرٰى فَقَاتِلُوا الَّت۪ي تَبْغ۪ي حَتّٰى تَف۪ٓيءَ اِلٰٓى اَمْرِ اللّٰهِۚ فَاِنْ فَٓاءَتْ فَاَصْلِحُوا بَيْنَهُمَا بِالْعَدْلِ وَاَقْسِطُواۜ اِنَّ اللّٰهَ يُحِبُّ الْمُقْسِط۪ينَ ﴿٩﴾
9: Mü’minlerden iki grup birbiriyle çarpışacak olursa, derhal müdâhale ederek aralarını düzeltin. Buna rağmen biri ötekine saldırırsa, saldırıda bulunan taraf Allah’ın hükmüne boyun eğinceye kadar onlarla savaşın. Eğer boyun eğerlerse, o iki grubun arasını adâletle düzeltin. Adâleti uygulamada da dâimâ titiz davranın. Çünkü Allah, hak ve adâlet hususunda titiz olanları sever.
Tefsir
Allah Teâlâ, ister küçük ister büyük çapta olsun mü’minler arasında en küçük bir kavga ve vuruşmanın vukuuna râzı olmaz. Bununla birlikte hayatın tabii bir gereği olarak zaman zaman bu tür problemlerin meydana geldiği ve gelme ihtimalinin bulunduğu da bir gerçektir. İşte âyet-i kerîme iki mü’min arasındaki kavgadan başlayıp iki müslüman devlet arasındaki savaşa varıncaya kadar, mü’minler arasında çıkması muhtemel tüm çatışmaların durdurulup adâletle çözüme kavuşturulmasının temel esaslarını beyân etmektedir.
Öncelikle âyette yer alan şu mâna inceliklerine yer vermek faydalı olacaktır:
› Müslümanlardan iki taife “çarpıştıklarında” değil, “çarpışacak olursa” (Hucurât 49/ 9) denilmiştir. Bu ifadeden mü’minler arasında bir kavganın çıkmasının, yahut müslümanların birbirine düşmelerinin tabii olmadığı anlaşılır. Ancak böyle bir olay vuku bulursa ne yapılacağı öğretilir.
› Âyette birbiriyle vuruşan iki grubu ifade etmek için اَلْفِرْقَةُ “fırka” yerine اَلطَّائِفَةُ “taife” kelimesi kullanılmıştır. Arapça’da “fırka” kelimesi büyük bir kitleyi ifade etmek için, “taife” kelimesi ise küçük bir topluluğu belirtmek için kullanılır. Dolayısıyla böyle bir kelimenin seçilmiş olması, Allah nezdinde müslümanların aralarında büyük kitleler halinde çarpışmalarının hoş karşılanmayacağını ve bunun çok çirkin bir hâdise olduğunu ortaya koyar.
Âyetteki emrin muhatabı, vuruşan iki grubun dışında bulunup bu iki grubu barıştırma imkânına sahip tüm müslümanlardır. Böyle bir vuruşma söz konusu olunca diğer mü’minlerin seyirci kalması doğru değildir. Derhal harekete geçip onların aralarını bulmak için gayret göstermeli, onlara Allah’tan korkmalarını telkin etmeli ve tarafların ileri gelenleriyle irtibat kurarak savaşın sebeplerini araştırmalı, her türlü gayreti göstererek onları barıştırmaya çalışmalıdırlar. Şayet tarafları barıştırmak mümkün olmuyorsa, o takdirde haklının ve haksızın kim olduğunu araştırmak gerekir. Netice bakımından haklı olana yardım edilip, zulmeden tarafa engel olunmalıdır. Fakat bunu yaparken ne az ne de çok, ancak gerektiği kadar kuvvet kullanmak lazımdır. Haksızlığa engel olacağım derken haksızlık yapmamak gerekir. Çünkü hedef birilerini cezalandırma değil, Allah’ın emri haricine çıkmış olan grubu, haksız saldırılardan men ederek tekrar Allah’ın emrine uygun hale döndürmektir. Onları da günah ve isyandan korumaktır. Bu sebepledir ki haksız yere saldıran grup Allah’ın emrini kabul edip tecavüzden vaz geçtiği takdirde, onlara karşı kuvvet kullanmaya son vermek lazımdır. Bundan sonra hududu çiğneyip onlara zulmetmek doğru olmaz. Doğru olan, Allah’ın kitabı ve Peygamber (s.a.s.)’in sünneti ışığında söz konusu çatışmanın sebeplerini araştırmak ve haksızın kim olduğuna yetkililerce karar vermektir.
Önemli bir nokta da şudur ki, burada nasıl olursa olsun sadece iki tarafı barıştırmak emredilmemiş, onların “hak ve adâletle” barıştırılması gerektiği de vurgulanmıştır. Şu âyet-i kerîme, İslâm’ın hak ve adâlet anlayışını ortaya koyma açısından gerçekten muhteşemdir:
“Ey iman edenler! Kendinizin, ana-babanızın ve yakın akrabanızın aleyhinde bile olsa, Allah için doğru dürüst şâhidlik yaparak, adâleti titizlikle ayakta tutan kimseler olun! Hakkında şâhidlik yaptığınız kimse zengin de olsa fakir de olsa böyle davranın. Çünkü Allah, ikisine de sizden daha yakındır, hâllerini daha iyi bilir. Şu hâlde, sakın âdil davranmaktan yüz çevirip nefsin arzularına uymayın. Eğer dilinizi eğip büker, gerçeği olduğu gibi söylemekten çekinir veya büsbütün ondan yüz çevirirseniz, başınıza geleceği siz düşünün! Zira Allah, yaptığınız her şeyden hakkıyla haberdârdır.” (Nisâ 4/135)
Peygamberimiz (s.a.s.) de şöyle buyurur:
“Verdiği hükümlerde, ailesinin ve halkının yönetiminde adâletli davranan yöneticiler, kıyâmet gününde Allah Teâlâ’nın yanında nurdan yüksek koltuklar üzerinde oturacaklardır.” (Müslim, İmâret 18; Nesâî, Âdâbu’l-kudât 1)
Yöneticilerinin adâletli ve sâlih kimseler olmasının bir topluma nasıl bir huzur ve emniyet kazandırdığı hususunda şu misâl çok mânidârdır:
Mâlik b. Dinar (r.h.) anlatıyor:
“Ömer b. Abdülaziz (k.s.) hilâfet makâmına geçtiği zaman, dağlardaki çobanlar:
«–İnsanların idâresini âdaletle hükmeden sâlih bir kimse üstlendi» dediler. Onlara:
«–Bunu nereden bildiniz?» diye soruldu. Onlar da:
«–Hayvanlar bile huzur ve sükûn içinde...» diye cevap verdiler.”
Muhammed b. Uyeyne (r.h.) de şöyle der:
“Ömer b. Abdülaziz halîfe iken Kirman’da koyun güderdim. Halîfenin rûhâniyet ve adâletinden dolayı bana koyunlar ile kurtlar âdeta birlikte dolaşır gibi görünürdü. Bir gece ansızın kurtların koyunlara saldırdığını gördüm. Şaşırdım. Sanki dünya, bütün huzur ve sükûnunu kaybediyor gibiydi. İçimden: «Şu âdil ve Hak dostu halîfe ölmüş olmalı!» dedim. Araştırdım, Ömer b. Abdülaziz’in o gece vefât ettiğini öğrendim.”
Şu bilinmelidir ki, insan hakkını ilgilendiren her meselede olduğu gibi, kavga ve çatışma durumlarında da hak ve adâletle davranmak önem arzetmektedir. Bu bakımdan kimin haklı, kimin haksız olduğu dikkate alınmaksızın savaşın durdurulması, Allah nezdinde bir değer taşımaz. Ayrıca, haklı olan tarafa baskı yapıp, haksız olan diğer tarafın yanında yer alarak, iki grubu barıştırmaya kalkışmak da doğru değildir. Çünkü gerçek barış ancak hak ve adâlete dayanan barıştır. Aksi takdirde fitne ve kavga devam eder, saldırgan tarafın cesareti artar. Sonuçta da bu fitne ve kavganın illeti kalkmamış olacağından, kavga daha da çoğalır ve tekrar tekrar gün yüzüne çıkar. Efendimiz (s.a.s.)’in şu beyânı, problemin çözümünde ne güzel bir yol göstermektedir:
Bir gün Resûlullah (s.a.s.):
“Din kardeşin zâlim de olsa mazlûm da olsa ona yardım et!” buyurmuştu. Bir kişi:
“–Ya Rasûlallah! Kardeşim mazlumsa ona yardım edeyim. Ancak zâlimse nasıl yardım edebilirim?” diye sordu. Allah Resûlü (s.a.s.):
“–Onu zulümden alıkoyar, zulmüne mânî olursun. Şüphesiz ki bu ona yardım etmektir” buyurdu. (Buhârî, Mezâlim 4; İkrâh 6. Ayrıca bk. Tirmizî, Fiten 68)
Nitekim, zâlim padişahlardan biri iyi ve dindar bir insana:
“- İbâdetlerden hangisi daha önemlidir ve insana daha çok sevap kazandırır?” diye sorar. Dindar adam şu karşılığı verir:
“- Senin için öğlene kadar uyumak daha hayırlı ve sevaptır. Çünkü uykuda olduğun bu müddet zarfında ahaliye zulüm ve eziyetin olmaz.” (Sâdi Şirâzî, Gülistan, s. 42)
Mü’minler arası münasebetlerde dikkat edilecek en önemli düsturun din kardeşliği olduğu ve o kardeşliğin gerektirdiği hakların yerine getirilmesinin önemi anlatılmak üzere buyruluyor ki: Kaynak: Ömer Çelik Tefsiri
اِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ اِخْوَةٌ فَاَصْلِحُوا بَيْنَ اَخَوَيْكُمْ وَاتَّقُوا اللّٰهَ لَعَلَّكُمْ تُرْحَمُونَ۟ ﴿١٠﴾
ا10: Bütün mü’minler kardeştir; öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah’a gönülden saygı besleyip O’na karşı gelmekten sakının ki O’nun rahmetine erişesiniz.
Tefsir
İman, tüm mü’minleri birbirine kardeş yapan en mühim bağdır. Onların hepsi nesepte olmasa dahi dinde ve haklarının korunması hususunda birbirlerinin kardeşleridirler. Bu bakımdan din kardeşliği, nesep kardeşliğinden daha sağlamdır. Çünkü nesep kardeşliği din ayrılığı halinde kesintiye uğradığı halde, din kardeşliği neseplerin farklılığı dolayısıyla kesintiye uğramaz. İman kardeşliğinin bir gereği olarak, gerek iki mü’min fert, gerek iki mü’min cemaat bozuştuklarında, hemen aralarını bulup barıştırmak, din kardeşliğinin bir gereğidir. Bu bakımdan hem din kardeşliğinin gereğini yerine getirme, hem bozuşmaktan ve kavgadan uzak durma, hem de bozuşanların aralarını düzeltme noktasında Allah’tan korkmak, Allah’ın emrine göre hareket etmek, yanlış yapıp da Allah’ın cezasına uğramaktan korkmak icap eder. Ancak böylece ilâhî rahmete ermek mümkündür.
Resûlullah (s.a.s.) iman kardeşliğinin hukuku ve ehemmiyeti hakkında şöyle buyurur:
“Mü’minler birbirlerini sevmekte, birbirlerine acımakta ve birbirlerini korumakta bir vücuda benzerler. Vücudun bir uzvu hasta olduğu zaman, diğer uzuvlar da bu sebeple uykusuzluğa ve ateşli hastalığa tutulurlar.” (Buhârî, Edeb 27; Müslim, Birr 66)
Şu misâl ne kadar ibretli ve mânidârdır:
Seriyy-i Sakatî (k.s.), birgün derste talebelerine:
“Mü’minlerin dertleriyle dertlenmeyen, onlardan değildir” (Hâkim, el-Müstedrek, IV, 352; Heysemî, Mecma‘u’z-zevâid, I, 87) hadîsini izah ederken, bir talebesi heyecanla içeri girer ve:
“–Üstâdım! Bütün mahalle yandı, kül oldu. Yalnız sizin ev kurtuldu” der. Hazret: “Elhamdülillâh!..” diye şükreder. Otuz sene sonra bir dostuna:
“–Ben o vakit; «Elhamdülillâh!..» demekle, bir anlık da olsa sırf kendimi düşünmüş, felâkete uğrayanların ıztırâbından uzak kalmış oldum. İşte, otuz senedir o andaki gafletimin tevbesi içindeyim!..” şeklinde pişmanlığını dile getirmiştir.
Bir diğer ibretli misal:
Evvelce bir ortodoks olan Yaman Dede, Hz. Mevlânâ’nın Mesnevî’si bereketiyle hidâyet bulmuş, içli, yanık bir Peygamber âşığı idi. Adetâ onun ve ashâbının ahlâkıyla ahlâklanmıştı. Şu hâdise, onun bu hâlini aksettirmeye kâfîdir:
Birgün derste öğrencilerinden biri sorar:
“–Hocam ağır bir günahın altında kalmayı mı, yoksa cüzzam illetine tutulmayı mı tercih edersiniz?”
Yaman Dede şöyle cevap verir:
“–Allah’ın kullarının gönül dünyasından bir an için uzaklaşmak ve duyarsız olmaktansa diri diri yanıp kül olmayı tercih ederim!”
İşte İslâm’ın insana kazandırdığı diğergâmlık, merhamet ve muhabbet ufkunun enginliği!..
Efendimiz (s.a.s.) şöyle buyurur:
“Müslüman müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez, onu düşmana teslim etmez. Din kardeşinin ihtiyâcını karşılayanın, Allah da ihtiyâcını karşılar. müslümandan bir sıkıntıyı giderenin, Allah da kıyâmet günündeki sıkıntılarından birini giderir. Bir müslümanın ayıbını örtenin, Allah da kıyâmet gününde ayıplarını örter.” (Buhârî, Mezâlim 3; Müslim, Birr 58)
“Birbirinize haset etmeyin. Birbirinizin aleyhine alışverişi kızıştırmayın. Birbirinize buğzetmeyin. Birbirinize sırt çevirmeyin. Birinizin alışverişi üzerine alışveriş yapmayın. Ey Allah’ın kulları, kardeş olun! Müslüman müslümanın kardeşidir, ona zulmetmez, onu yardımsız bırakmaz, onu küçük görmez. -Üç defa göğsüne işaret ederek buyurdular ki- Takvâ buradadır. Kişiye kötülük olarak müslüman kardeşini küçük görmesi yeter. Her müslümanın diğerine kanı, malı ve namusu haramdır.” (Müslim, Birr 32)
يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا لَا يَسْخَرْ قَوْمٌ مِنْ قَوْمٍ عَسٰٓى اَنْ يَكُونُوا خَيْرًا مِنْهُمْ وَلَا نِسَٓاءٌ مِنْ نِسَٓاءٍ عَسٰٓى اَنْ يَكُنَّ خَيْرًا مِنْهُنَّۚ وَلَا تَلْمِزُٓوا اَنْفُسَكُمْ وَلَا تَنَابَزُوا بِالْاَلْقَابِۜ بِئْسَ الِاسْمُ الْفُسُوقُ بَعْدَ الْا۪يمَانِۚ وَمَنْ لَمْ يَتُبْ فَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الظَّالِمُونَ ﴿١١﴾
11: Ey iman edenler! Bir topluluk bir başka toplulukla alay etmesin; belki de o alaya aldıkları kendilerinden daha hayırlıdır. Kadınlar da başka kadınlarla alay etmesinler; belki o alaya aldıkları kendilerinden daha hayırlıdır. Birbirinizi ayıplamayın; birbirinizi incitici, aşağılayıcı kötü lakaplarla çağırmayın. Bir insan iman ettikten sonra onu fâsıklığı çağrıştıran bir isimle çağırmak ne kötü bir davranıştır ve böyle yapıp imandan sonra fâsıklık damgası yemek de ne kötüdür. Bu tür davranışların ardından kim tevbe edip Allah’a yönelmezse, işte onlar zâlimlerin tâ kendileridir.
Tefsir
Lâkaplarla da atışmayın, yani birbirinizi kötülemek için kötü lâkap takarak da çağırmayın.
LÂKAB, övmeye veya kötülemeye işaret eden isim veya vasıftır. Kötülüğe işaret eden lâkaplar çirkin lâkaplardır.
NEBZ, örfte kötü lâkap takmak mânâsına olduğu için burada yasaklanan lâkaplar, kötü lâkaplardır. Yoksa karşıdakinin haliyle uygun olarak övgü ve saygıyı ifade eden güzel lâkaplarla anmak yasak değildir. Keşşâf'ta der ki: Hz. Peygamber (s.a.v.)'den rivayet edilmiştir: "Müminin mümin kardeşi üzerindeki hakkından birisi de onu en sevdiği ismiyle çağırmasıdır." Onun için künye koymak sünnetten ve güzel hareketlerdendir. Hz. Ömer (r.a.) "Künyeleri yayın, çünkü uyarıcıdır." demiştir. Gerçekte Hz. Ebu Bekir, Atîk ve Sıddîk, Hz. Ömer Fâruk, Hz. Hamza Esedullah, Halid b. Velid Seyfullah lâkaplarıyla lâkaplanmışlardır. Ve bilinen kimselerin çoğu hep lâkaplarıyla hatırlanmışlar ve anılmışlardır. Hem böyle güzel lâkaplar gerek Arab'ın ve gerekse diğer milletlerin hemen hemen hepsinde süregelmiştir... Fakat mümini gücendirmesi ve ayıplaması düşünülegelen lâkaplarla çağırmak çağrıştırmak müminler arasında yapılmamalıdır. İmandan sonra fâsıklık! Ne fena isim! Yani imandan sonra bu yasaklanan şeyleri; alay etmeyi veya ayıplamayı veya kötü lâkap takmayı işleyenler, fısk yapmış ve böylece kendilerine fâsıklığı uygun görmüş olurlar. Halbuki imandan sonra fâsıklık veya fısk ile anılmak ne fena bir anılma, ne çirkin bir addır. Bundan dolayı bir mümin bunu ne kendine, ne de kardeşlerine uygun görmemelidir. Ve her kim şu yasaklanan şeyleri yapar da tevbe etmezse işte onlar zalimlerdir. İtaat yerine isyanı koyarak zulmetmiş, hem imandan sonra fısk adını takınarak ve kendini azaba layık kılıp nefsine yazık eylemiş kimselerdir. Nîsâburî Garâibü'l-Kur'ân'da der ki: Zira yasaklanan şeyde ısrar küfürdür, yasaklanan şeyi emredilmiş gibi saymaktır.
يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا اجْتَنِبُوا كَث۪يرًا مِنَ الظَّنِّۚ اِنَّ بَعْضَ الظَّنِّ اِثْمٌ وَلَا تَجَسَّسُوا وَلَا يَغْتَبْ بَعْضُكُمْ بَعْضًاۜ اَيُحِبُّ اَحَدُكُمْ اَنْ يَأْكُلَ لَحْمَ اَخ۪يهِ مَيْتًا فَكَرِهْتُمُوهُۜ وَاتَّقُوا اللّٰهَۜ اِنَّ اللّٰهَ تَوَّابٌ رَح۪يمٌ ﴿١٢﴾
12: Ey iman edenler! Zannın çoğundan sakının; çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin gizli hallerini ve kusurlarını araştırmayın. Birbirinizin gıybetini yapmayın. Herhangi biriniz ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz! Allah’a gönülden saygı besleyip O’na karşı gelmekten sakının. Şüphesiz Allah, tevbeleri çokça kabul edendir, engin merhamet sahibidir
Tefsir
Mü’minleri birbirleriyle kardeş yapan Cenâb-ı Hak, onlardan kardeşlik hukukunu yerine getirmelerini ve hususiyle de İslâm kardeşliğini bozacak kötü huylardan uzak durmalarını istemektedir. Burada yasaklanan hususlar şunlardır:
Birincisi; alay etmek: Alay etmek; hakaret etmek, horlamak, aşağılamak ve gülünecek şekilde bir ayıp ve kusura dikkat çekmektir. Kişinin yaptığı işini veya sözünü hikâye, işaret veya imâ ile küçük görmektir. Yahut kişinin konuşmasına, işine, herhangi bir kusuruna veya suratına gülmektir. “Alay”, bir şahsı huzurunda gülünecek şekilde sözle veya hareketle tahkir etmek, onunla eğlenmektir. Fahreddin er-Râzî’nin izahına göre; “kişinin mümin kardeşine tâzim ve hürmet gözü ile bakmayıp, derecesinden düşürerek iltifat etmemesidir.” Buna göre âyet-i kerîme, “kardeşlerinizi tahkir etmeyin, küçültmeyin” buyurmuş olmaktadır.
Aslında “kadınlar”, “kavim” kelimesinin içinde olmakla birlikte, söz konusu emrin erkek ve kadınlara ayrı ayrı hatırlatılması için bunlar “kavim” ve “kadın” olarak açıkça belirtilmiştir. “Kavim” ve “kadın” kelimelerinin cemi ve nekre getirilmesinde şu incelikler vardır:
› Öncelikle İslâm’ın yalnız fertlere değil, birçok kavimlere yayılacağını hatırlatır. İslâm’ın istikbali hakkında bilgi verir.
› Alaya alma işinin zararının büyük olup ona tek başına bir erkek veya kadının devam edemeyeceğine, bunun toplumu ilgilendiren bir problem olduğuna işarettir.
› Alay eden veya maskaralık yapan kişinin yanında çoğunlukla gülüp eğlenecek ve bu şekilde ona arkadaş olacak kimselerin eksik olmayacağına ve bu yüzden tek kişinin topluluğa dönüşerek işin büyüyebileceğine de işaret eder.